Diyanet Vakfi = Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediği arttırmayı yapar. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.
Diyanet Vakfi = Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir.
Diyanet Vakfi = Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhidden küfre) çevriliyorsunuz!
Diyanet Vakfi = Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi? Allah dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde onlar için üzülerek kendini helak etme. Allah onların ne yaptıklarını biliyor.
Diyanet Vakfi = Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır. Biz onu ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır.
Diyanet Vakfi = Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah'a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.
Diyanet Vakfi = Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O'nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır.
Diyanet Vakfi = İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze et (balık) yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız. Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayıp da şükretmeniz için gemilerin, denizi yarıp gittiğini görürsün.
Diyanet Vakfi = Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.
Diyanet Vakfi = Eğer onları (putları) çağırırsanız, sizin çağırmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, her şeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez.
Diyanet Vakfi = Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez. Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarabilirsin. Kim temizlenirse o, kendi menfaatine temizlenmiş olur. Dönüş Allah'adır.
Diyanet Vakfi = Eğer seni yalanlıyorlarsa (üzülme), onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. (Oysa ki) peygamberleri onlara açık âyetler (mucizeler), sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi.
Diyanet Vakfi = Görmedin mi Allah gökten su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık).
Diyanet Vakfi = İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.
Diyanet Vakfi = Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.
Diyanet Vakfi = Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.
Diyanet Vakfi = Sonra Kitab'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur.
Diyanet Vakfi = (Onların mükâfatı), içine girecekleri Adn cennetleridir. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseleri de ipektir.
Diyanet Vakfi = O (Rab) ki lütfuyla bizi asıl oturulacak yurda (cennete) yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir.
Diyanet Vakfi = İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız.
Diyanet Vakfi = Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.
Diyanet Vakfi = Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur. Onun için kim inkâr ederse, inkârı kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü, Rableri katında kendileri için ancak gazabı arttırır. Kâfirlerin küfrü, kendilerine ziyandan başka bir şey getirmez.
Diyanet Vakfi = De ki: Allah'ı bırakıp da taptığınız, ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana! Onlar yerdeki hangi şeyi yarattılar! Yoksa onların göklerde mi bir ortaklıkları var! Yahut biz onlara, (bu hususta) bir kitap mı verdik de onlar, o kitaptaki bir delile dayanıyorlar? Hayır! O zalimler birbirlerine, aldatmadan başka bir şey vâdetmiyorlar.
Diyanet Vakfi = Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa, kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.
Diyanet Vakfi = Kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat onlara uyarıcı (Muhammed) gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi arttırmadı.
Diyanet Vakfi = Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah'ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah'ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.
Diyanet Vakfi = Bunlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Halbuki onlar, bunlardan daha güçlü idiler. Ne göklerde ne de yerde Allah'ı âciz bırakacak bir güç vardır. O, bilendir, güçlüdür.
Diyanet Vakfi = Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.
Fâtır
35-FATIR:
1- Göklerin
ve yerin yaratıcısı, yani bütün alemi yokken yaratan, fıtratını ilk başta
yoktan var eden yahut yaran, yoktan varlığa çıkaran ve yine yaratacak, "Gök
yarıldığı zaman." (İnşikak, 84/1) ve "Gök yarıldığı zaman." (İnfitar, 82/1)
hükmünü yerine getirecek olan.
En'am Sûresi'nde
de geçtiği üzere, "Fatara" aslında yarmak mânâsınadır. Rağıb, uzunluğuna yarmak
der. Bundan daha önce örneği geçmeksizin ilk olarak yaratmak mânâsına meşhur
olmuştur. Bu mânâya göre "Fatır" ilk yaratmaya göredir. Ve di'li geçmiş zaman
mânâsına olacağı için, izafet-i maneviye olarak "marife" olup Allah kelimesine
sıfat olmuştur. Bu şekilde ahirete, ikinci yaratılmaya işareti, intikalî ve
istidlalî olmuş olur. Bununla birlikte bazı tefsir bilginlerinin dediği gibi,
yarmak mânâsından ismi fail olması da mümkündür. Bu şekilde biz bundan "Gök
yarıldığı zaman" (İnfitar, 82/1) ifadesindeki "İnfitar"ı (yarılmayı) da anlamak
isteriz ki, bu durumda ahiret yaratılması dahi açıklanmış olur. Ancak yaratacak
demek olan bu mânâ gelecek zamana ait olduğu için, "Fatır" dilbilgisi açısından
amil (başka kelimelerde amel eden) olarak "lafzî izafet" olacağından marifelik
kazanmaz ve Allah ismine sıfat olmaması gerekir. O halde iki ihtimal kalır:
Birisi bedel yapılmak, birisi de "Din gününün sahibi." (Fatiha, 1/3) gibi
süreklilik ve sebat kastolunarak geçmiş zaman ve gelecek zaman, kapsamaktır.
En uygunu da budur. O halde hem ilk yaratılmayı, ve hem ikinci yaratılmayı
kapsayarak mânâ işaret ettiğimiz gibi şu olur: Gökleri ve yeryüzünü yaran
ve ayıracak olan, dünyayı yarattığı gibi ahireti de yaratan ve melekleri elçiler
yapan, yani kendisinden kullarının şuurlarına tebliğ vasıtaları, peygamberlere
vahiy, salih insanlara ilham, akıllara doğru düşünme fikrini getiren araçlar,
yahut kudretini, eserlerini yaratıklarına iletici vasıtalar kılan, öyle ki
ikişer üçer, dörder çok kanatlı.
ECNİHA: "Cenah"
kelimesinin çoğuludur. Cenah da kanat demektir. Meşhur olan budur. Bir şeyin
kol ve kanat gibi şubelerine ve cihetlerine dahi denilir. Meleklerin "cenahları"nın
gerçek yüzünü ve nasıl olduğunu ise Allah bilir. Gerçi cenah kelimesini cihet
ile tevil edenler de olmuştur. İfadenin akışından anlaşıldığına göre, burada
zikrolunan sayılar tam sayıyı belirleme ve sadece bu kadar olduğunu ifade
etmek (tahsis) için değil, çokluğu beyan etmek içindir. Buna göre dörtten
yukarı kanadı olan melek yok demek değildir. Gerçi Buharî Müslim, Tirmizî,
"Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür." (Necm,
53/18) âyetinde İbnü Mes'ud hazretlerinden rivayet etmişlerdir ki, Resulullah
Cebrail'i altı yüz kanatla görmüştür. Tirmizî'nin Hz. Aişe'den rivayetine
göre de Resulullah Cebrail'i kendi şekliyle ancak iki kez görmüştür. Bir kere
Sidre-i Münteha'nın yanında, bir kez de Ciyad (atlar) içinde ki altı yüz kanadı
vardı, ufku kapatmıştı. Gerçekten dörtten fazla olabileceğini de anlatmak
için buyuruluyor ki yaratmada dilediği kadar artırır. Dolayısıyla meleklerin
kanatlarını daha çok yapabileceği gibi, diğer yaratıklarında da dilediği artırmayı
yapabilir. Mesela güzel yüzler, güzel sesler, güzel saçlar, güzel hatlar,
gözlerde güzellik, boy ve endamda hoşluk, incelik, biçimde uyumluluk, organlarda
tamamlık, güçte şiddet, akılda keskinlik, görüşte ve düşüncede verimlilik
ve bereket, kalbte cesaret, ruhta hoşgörü, dilde güzel ifade, konuşmakta yeterlilik,
işte beceriklilik ilh... Neler, ne mükemmellikler, ne fazlalıklar yaratır.
Bu yüzden Allah'ın yaratışını sınırlı suretlerle sınırlamaya kalkışmamalıdır.
Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.
2-Onun için
şartı ifade eden edat, Allah insanlara rahmetinden her neyi açarsa, hazinesinin
rahmetinden herhangi bir rahmeti, maddî veya manevî herhangi lutfu ve nimeti
açar salıverirse, artık onu, o rahmeti başka tutacak yoktur. Yağar da yağar,
ilâhî feyz coşar da coşar. Her neyi de tutarsa onu da ondan başka salacak
yoktur. Ve O, öyle aziz öyle hakimdir. Aziz, iradesine, kudretine karşı gelinmek
ihtimali yok, hiçbir kayıt ve şartın tesiri altında bulunmayan, hiçbir kanun
ile kayıtlı olmayan, istediği harikayı yapan yenilmez galibtir. Bununla birlikte
hakîmdir de izzet ile fail olduğu gibi, hikmet ile de faildir. O'nun yaratmasından
hikmetler, kanunlar çıkar, bu sayede ilimler fenler edinilerek sebeplerine
sarılmakla nimetlerine erilir. İzzetinin sınırına yanaşılmaz, yani eserlerinin
hikmetinden çalışma ve çabalama ile yararlanılır. İzzet ve rahmetiyle peygamber,
kitap gönderir. Hikmetiyle din ve ilim öğretir.
3- Ey insanlar,
bütün insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Düşünün ki sizi izzet
ve hikmetinden yararlandırmak üzere emanetin ortaya çıktığı insan yaratmış.
Allah'tan başka yaratıcı var mı? Niçin siz O'nun nimetini düşünmeyip, Allah
için çalışmayıp da başkalarına kul olacaksınız. O size gökten ve yerden rızık
veriyor, eğer O vermezse diğer vasıtaların hepsi hükümsüz kalır; çünkü şimdi
geçtiği üzere O'nun tuttuğunu başkası koyuveremez. O'ndan başka kulluk edilecek
Tanrı yoktur. O halde siz nasıl çevirilirsiniz, nasıl da O'na şirk koşar,
başkalarına taparsınız?
4- "Eğer seni
yalanlarlarsa.." Bu âyet peygambere teselli veren bir âyettir.
5-6-7- Allah'ın
vaadi mutlaka haktır. Ahiret gelecek, o cezalandırma ve mükafat verme herhalde
olacaktır. O halde Sakın dünya hayatı sizi mağrur etmesin, aldatmasın. Bugün
keyfimize bakalım da yarın ne olursa olsun demeyin. Dünyaya dalıp da ahirete
dair görevlerinizi unutmayın. Dünya için ahiretinizi feda etmeyin; çünkü gençlik
uçup ihtiyarlık çöktüğü gibi, dünya her ne olursa bir rüya gibi gelir geçer,
ahiret ebedî olmak üzere gelir çatar. Ve sakın o çok aldatıcı mağrur şeytan
sizi Allah ile de aldatmasın, Allah'a da mağrur etmesin. Yani Allah kerimdir,
Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Allah her şeye vekildir diyerek
günahlara, tenbelliklere sefihliklere sevketmesin, görevlerinizi kötüye kullandırmasın.
Gerçi Allah öyledir. Fakat öyledir diye mağrurlanmak, Allah saygısını duymamak,
izzetini ve celalini hesaba katmamak, Allah'ın cezasını tanımamak gibi bir
cinayet ve aynı zamanda Allah'ın iman ile çalışan salih kullarına vaad olunan
nimetlerinden mahrumiyettir. Çünkü küfür ve küfran edenlere şiddetli azab,
iman ile salih amallere çalışanlara bağışlama ve büyük bir ecir vardır. Bunu
mukayese ile anlatmak için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
8- Ya kötü
ameli kendisine allanmış pullanmış da onu güzel görmüş olan kimse de mi (iman
edip salih amel işleyenler gibi olacak)? Şüphe yok ki Allah dilediğini şaşırtır,
dilediğini de doğru yola çıkarır. O halde canın onlara karşı hasretlerle (üzüntülerle)
sıkılıp gitmesin. Çünkü Allah, onların bütün yaptıklarını bilir.
9- Rüzgârları
gönderip bir bulut kaldıran da Allah'tır. Derken biz o (bulutu) ölmüş bir
beldeye sevketmişizdir. Böylece yeryüzüne ölmünden sonra onunla hayat veririz.
İşte o dirilme de böyledir.
10- Her kim
izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah'ındır. O'na hoş kelimeler
yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara
şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın olur.
11- Hem Allah
sizi bir topraktan, sonra bir damla sudan yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı.
O'nun bilgisi olmadan ne bir dişi hamile olur, ne doğurur. Kendisine ömür
verilenin de ömrünün uzatılması da, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta
yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a göre kolaydır.
12- Hem iki
deniz eşit olmuyor. Şu tatlı, hararet keser, içerken (boğazdan) kayar; şu
da tuzlu, yakar kavurur. Bununla beraber her birinden taze bir et yersiniz
ve bir ziynet çıkarır, giyinirsiniz. Allah'ın lütfundan nasib arayasınız diye
suyu yara yara giden gemileri de görürsün. Gerek ki şükredeceksiniz.
13- O, geceyi
gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı emrine âmâde kılmıştır.
Her biri mukadder bir gayeye akıp gidiyor. İşte bu gördüklerinizi yapan Allah
sizin Rabbinizdir. Mülk (hükümranlık) O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız
ise, bir çekirdek zarını bile idare edemezler.
14- Kendilerine
dua ederseniz duanızı işitmezler. İşitseler bile size cevabını veremezler.
Kıyamet günü de kendilerini Allah'a ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana
her şeyden haberdar olan (Allah) gibi bir haber veren olmaz.
8- Ya artık
o kimsede mi ki, âyetin aşağı kısmını yukarısının bir kolu, bir dalı yapma,
de bunu inkâr içindir. Cümlenin haberi (yüklemi)de gizlidir. Yani iman edip
salih ameller yapan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir var diye, onun tersi
olan o mağrur kimsede mi onun gibi olacak ki kendisine kötü ameli süslü gösterilmiş,
hırsı şehvetle allanmış pullanmış cazibeli, hem zevkine, hem menfaatine uygun,
sonu iyi gelecek bir amel gibi hoş gösterilmiş de onu güzel görmüş, vehminin
kuruntusu ve hevesleri aklına baskın gelmiş, şehvetlerinin sarhoşluğu gözünü
gönlünü bürümüş.
Öyle içerim
ki nihayet beni görürsün.
Çirkin benim
katımda güzel diyen, kendini bilmeyecek derecede sarhoş gibi tersi dönmüş,
batılı hak, kötüyü iyi, fenalığı güzel görür olmuştur. İşte alçak bir hayata
aldanan bu hale geleceği gibi, Allah gafur diye günahlarda ısrar eden mağrurlar
da bu hale gelir. Bir insan böyle kötüyü iyi görecek kadar şaşkın ve vicdansız
nasıl olur diye hayret etme! Çünkü Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de
yola getirir? Peygamberlerine ve onlara uyanlara hidayet verdiği gibi, şeytanlara
ve onlara uyanlara da sapıklık verir. Onun için nefsin onlara iç yangısı ile,
üzüntülerle geçmesin. Üzülme de görevine bak. Allah onların ne sanatlar yaptıklarını
ve yapacaklarını da bilir. Yani onları en başta öyle şaşırtması hikmetsiz,
sırf zorla olmadığı gibi, sonunda da yaptıklarını yanlarına bırakacak değildir.
Şüphe yoktur ki kötüyü iyi gören sonunda iyilik görecek değildir. Elbette
onlar salih amel yapan müminler gibi, mağfiret ve ecre erecek değiller, bir
gün gelip belalarını bulacaklardır.
9-Ya o nasıl
ve ne zaman olacaktır denilirse, bunun bir inkılap (değişim) ve nüşur ile
olacağı anlatılmak üzere buyuruluyor ki: "Rüzgarları gönderen Allah'tır..."
İşte "nüşûr" da böyledir. Böyle bir inkılap ile durgun hevesleri harekete
getirerek göklere yükselecek bulutlar gibi yetenekli unsurları coşturarak
yararlı rüzgarlara benzer ilâhî bir cereyanın sevk ve idaresiyle bir ölü beldeye
nasıl bir hayat veriliyorsa, hesap için ölülerin dirilmesi demek olan "nüşur",
yani öldükten sonra dirilme de işte öyle bir kıyam ve kıyamet iledir. (Nüşur
kelimesi için Furkan Sûresi, 25/3. âyetin tefsirine bkz.)
10- Her kim
izzet istiyorsa, zillet ve hakaretten kurtulup şerefli, haysiyetli, kuvvetli
olmak arzu ediyorsa bilsin ki, izzet tamamı ile Allah'ındır. Dünyada da Allah'ındır;
ahirette de Allah'ındır; dolayısıyla izzet isteyen şuna buna tapmakla kendisini
zelil etmemeli, hepsini geçip Allah'a yükselmelidir. Fakat O'na hoş kelimeler
yükselir. Onu da salih amel yükseltir.
KELİMİ TAYYIB:
Başta, Kelime-i tevhit olmak üzere tesbih (sübhanellah), tahmid (elhamdülillah),
tekbir (Allahü ekber), dua, istiğfar ve zikirler gibi hoş kelimelerin hepsini
içine alır. Ve bunların ilâhî arşa yükselip de "Gerçekten iyilerin kitapları
hiç şüphesiz 'illiyyîn'dedir." (Mutaffifîn, 83/18) buyurulduğu üzere makbul
ameller defterine yazılması, ancak bunları tahakkuk ve tasdik ettirecek salih
amellere yaklaşmakla olur. Hz. Peygamber (s.a.v)den rivayet edildiği üzere
hoş kelimelerdir. Bir kul bunu dediği zaman melek onunla semaya çıkar, onu
Rahmân'ın katına arzeder, fakat salih amel olmazsa kabul olunmaz. Yine hadiste
yer almıştır ki, Allah Teâlâ bir sözü amelsiz kabul buyurmaz, sözü, ameli,
niyeti de ancak sünnete uygun olmakla kabul buyurur. Kısacası izzeti elde
etmek sözlü ve fiilî itaat ile olur; yoksa gurur ve tembellik, şeytanlık ve
kötülüklerle değil. Çünkü Seyyiat, türlü türlü kötülüklere tedbir alan şeytanlık
ve entrika ile uğraşanlara veya riyakarlık yapanlara gelince "Onlar için şiddetli
bir azab vardır. Onların tuzakları darmadağın olur." Kureyş'in, Darunnedve'de
Peygambere yapmak istedikleri hileler gibi bozuk çıkar başlarına geçer.
11-Allah'ın
izzeti ve diriltmesi ve nüşûrun doğruluğu diğer âyetlerle de açıklanarak buyuruluyor
ki: "Allah sizi bir topraktan yarattı.." Bu öyle bir gerçektir ki maymundan
yaratıldıklarını iddia edenler bile, daha önce topraktan sonra da bir nutfeden
(spermden) geldiklerini inkâr edemezler. İstidlal zincirinde bir halka daha
itiraf etmiş olurlar. Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın tabiatlar üzerindeki izzet
ve hakimiyetini gösterir; nitekim sonra sizi çiftler yaptı, o nutfeden (spermden)
sade erkek değil, dişiler de yaptı ve evlenme kanunu koydu, hem bunları yapıp
da bırakıvermedi. Herhangi bir dişinin hamile kalması ve çocuğunu doğurması
hep O'nun ilmiyledir. Dolayısıyla gizli günah yapmak isteyenler de bilmelidirler
ki Allah yaptıklarını bilir ve ne yaşatılana ömür verilmesi ne de ömründen
eksiltilmesi, yani doğmadan ölmesi veya az yaşaması veya yaşadıkça ömrünün
tükenmesi olmaz ki herhalde bir kitapta yazılı olmasın, yani hiçbirisi gelişi
güzel bir tesadüf ile değil, herbiri mutlaka ilahi ilimde takdir edilmiş ve
levh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir. Bu kadar parçalar nasıl bilinir
diye uzak görmemelidir. Çünkü o, Allah'a göre kolaydır. Onun için O'na göre
öldükten sonra diriltmek de kolaydır.
12- "İki deniz
bir değildir." Bu da tabiatın hakim olmadığını ispat eder. Burada mümin ile
kâfirin veya dâr-ı İslam ile dar-ı küfrün de temsil yoluyla farkına bir işaret
vardır. Biri tatlı biri acıdır taze et, evet acı denizde tatlı balık oluyor,
acı sularda da. Demek ki muhitin (okyanusların-çevrenin) tabiatı üstünde yaratıcının
etkisi ile böyle de görülüp duruyor. Giyineceğiniz bir süs, bir ziynet de
çıkarıyorsunuz. İnci, mercan gibi takılan ziynetler. Fakat bunların tatlı
sulardan çıkarıldığı bilinmediğine göre "Her birinden" kaydına bağlanması
dikkat çeken bir nokta olmuştur.
13- "O, geceyi
gündüze sokuyor.." Bu da ilâhî izzetin zaman üzerinde dahi hakim olduğunu
ve bütün değişikliklerin onun hükmüyle cereyan ettiğini gösterir. Kısacası
"İşte Rabbiniz budur. Hükümranlık O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise,
bir çekirdek zarını bile idare edemezler."
KITMİR: Aslında
hurma ile çekirdeğinin arasında ince zar veya çekirdeğin arkasındaki ince
pürüz demek olup sonra hakîr ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur. Nitekim
dilimizde "Nıkır kıtmır" diye bilinmektedir.
14- Sana bir
şeyden haberdar olan gibi, yani habîr olan Allah gibi haber veren olmaz, Allah'tan
başkası peygamberlik vermez.
Meâl-i Şerifi
15- Ey insanlar!
Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve her hamde lâyıktır.
16- Eğer O
dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir.
17- Ve bu,
Allah'a göre zor bir şey değildir.
18- Hem günah
çeken bir kimse, başkasının günahını çekmeyecek; yükü ağır basan, onun yüklenilmesine
çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun. Fakat
sen ancak o kimseleri sakındırısın ki, gaybda Rablerinin korkusunu duyarlar,
namazı dürüst kılarlar. Temizlenen de sırf kendisi için temizlenir. Nihayet
dönüş Allah'adır.
19-
Ne kör ile gören eşit olur,
20- Ne de
karanlıklar ile aydınlık,
21- Ve ne
de gölge ile sıcaklık.
22- Ölülerle
diriler de eşit olmaz. Gerçi Allah, her dilediğine işittirirse de sen, kabirlerdekine
işittirecek değilsin.
23- Sen sadece
bir uyarıcısın.
24- Muhakkak
ki biz seni hak ile hem bir müjdeci, hem bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir
ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.
25- Seni yalanlıyorlarsa,
onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Onlara peygamberleri mucizelerle, sahifelerle
ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi.
26- Sonra
ben o inkâr edenleri tutup yakaladım. O zaman beni inkâr etmek nasıl oldu?
15- Sizsiniz
Allah'a muhtaç fakirler, cümlesinde müsnedin (öznenin) marife (elif lamlı)
olması kasr (ancak, sadece, yalnız anlam)ı ifade eder. Yani din ve ibadet
Allah'ın ihtiyacı değil, insanların ihtiyacıdır. Hem yarattıkları içinde Allah'a
ihtiyacı en çok olan fakirler sadece insanlardır. İnsan "İnsan da zayıf olarak
yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28) ifadesine göre zayıf olarak yaratılmış olmakla,
hangi mertebede olursa olsun hiçbir zaman Allah'a ihtiyaçtan kurtulamayacağı
gibi, emaneti taşıyan insan ruhunun duyduğu ihtiyaç o kadar çoktur ki, onun
yanında diğer yaratıklara fakir bile denmez. İnsanın bu ihtiyacını tatmin
etmek için de Allah'tan başka mabud bulunmaz. Başkaları bir kıtmire bile malik
değil Allah ise ganiydir. Hiçbir ihtiyacı olmayan ve her şeyden müstağni,
tam mânâsı ile zengin, ganiy O, yalnız O'dur. O sizin ibadetinize muhtaç olmadığı
gibi, bütün ihtiyaçlarınızı tatmin edebilecek güce de sahiptir. Öyle, fakat
bakalım, korur gözetir mi dersiniz? Hem hamiddir. Hamd ve şükür ile kendisine
tazim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet de ancak O'dur. Gerçekte O'ndan başka
nimet veren, O'ndan başka hamd ve tazime layık olan yoktur. Onun için dileklerinizi
verirse, ancak O verir. Hem O kendisine hamd ettirmesini bilir.
16-O öyle
ganiy, öyle hamiddir ki, dilerse sizi giderir de yepyeni bir halk getirir.
Hamd etmek istemeyen siz nankörleri savar da yerinize hiç bilmediğiniz başka
bir kavim, hamd edecek bir devlet getirir. Veya yeryüzünde bütün insanları
yok eder siler süpürür de hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahluk, tanımadığınız
bir âlem yaratır.
17- Ve Allah'a
göre bu olmaz bir şey de değildir. Çünkü "O'nun emri bir şeyi dilediği zaman
O'na ancak "ol" demesinden ibarettir. O da oluverir. (Yâsîn, 36/82)
18- Bununla
birlikte yüce Allah'ın adaleti hatırlatılarak buyuruluyor ki Hem günah çeken
bir nefis diğerinin günahını çekmez.
VİZR: Ağırlık,
ağır yük, ağır günah, vebal demektir. Burada günahın cezasının ağırlığı demektir.
Herkes kendi günahından sorumlu olur, kendi günahının cezasını çeker; nitekim
"Her koyun kendi bacağından asılır" deriz. Zalimlerin, zorbaların yaptığı
gibi birinin günahı diğerine yükletilmez. Ankebut Sûresi'nde "Onlar mutlaka
kendi yüklerini de, o yükleriyle birlikte daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler."
(Ankebut, 29/13) buyurulmuş olması da buna aykırı değildir. Çünkü o hem sapıtmış,
hem de saptırmış olanlar hakkındadır. Başkasını da sapıtmaya çalışanlar hem
sapıklıklarının, hem saptırmalarının günahını çekerler ki, ikisi de kendi
günahlarıdır. Nitekim "Her kim bir kötü adet çıkarırsa, ona hem onun günahı,
hem de onu işleyenlerin günahı vardır." hadisi de böyledir. Yani diğer işleyenler
çekmeyecek demek değil, onların hepsi kadar da fazla çekecek demektir. Demek
ki birisi şunu şöyle yap da günahı varsa benim boynuma olsun diye kefalet
ederek diğerini bir günaha sokarsa, o boynuna aldığı günahı çekmeyecek değildir,
ancak sevkettiği kimseyi kurtarmış olmayacak, onun çekeceğini çekmeyecek;
birisi aldandığının cezasını çekecek birisi aldattığının cezasını çekecektir.
Şu tabirinde bunlara işaret de var gibidir. Yükü ağır basan, çok ağır yük
altında bulunan günahkar bir nefis, yükünün başkası tarafından alınıp yüklenilivermesine
çağırsa, yalvarsa da ondan hiçbir şey yüklenilmez. Rıza ve tercih ile de yüklenilmez,
cebren de yüklenilmez. Çünkü o kıyamet günü "O günden sakının ki hiçbir kimse
kimseden yana bir şey ödeyemez. Kimseden bedel kabul olunmaz. Kimseye de şefaat
fayda vermez." (Bakara 2/123) diye tanımlanan bir gündür. "Ne bir alış-veriş,
ne de bir dostluk olan" (İbrahim, 14/31) bir gündür. Gerekse bir yakını olsun.
Yani çağıran veya çağırılan bir yakını bile olsa, yine yüklenilmez. O halde
Allah'ın emaneti gibi göklerin ve yerin çekemediği ağır bir yükü yüklenmiş
olan insan, bir de o emanete hıyanet ederek ve şunu bunu sapıtarak sen yap
da günahı benim boynuma olsun demek gibi, başkalarının günahını boynuna almaya
kalkışmamalı; diğer birtakımı da öylelere uyup günahı filanın boynuna diye
kendini ateşte yakmamalıdır. Fakat ey Muhammed! Sen bu uyarmayı ancak şu kimselere
duyurur, ancak öyle kimseleri sakındırırsın ki Rablerinden gaybde, yani henüz
huzuruna varmadan gıyabda korkarlar. Allah korkusunu, Allah saygısını duyar
da namazı dürüst kılarlar. "Onlar ki gerçekten Rablerine kavuşacak olduklarını
bilirler." (Bakara, 2/46) âyetinin ifadesi gereğince Rablerinin huzurunda
O'na kavuşacaklarına kani olarak kılarlar. Ve bu şekilde maddeten ve manen
temizlenirler. Temizlenen de ancak kendisi için temizlenir, feyizlenir. Bu,
işte günah çekmenin tam aksidir. Yani insanlar bu iki sınıftan dışarı değildir.
Ya günah çekecekler veya günahtan temizleneceklerdir. Günah çekenler, başkasının
günahını çekmeyeceği gibi, nefislerini kamil iman ve üstün ahlak ve salih
amel ile temizleyenler de sırf kendi menfaatlerine olarak temizlenmiş olurlar.
Öyle ya akıbet gidiş Allaha'dır. Herkes ona göre mukafat veya cezasını alacaktır.
19-22- "Körle
gören bir değildir." Bu cümlede mümin ile kâfirin temsilî olmak üzere yukarıdaki
"Hem iki deniz eşit olmuyor" (Fâtır, 35/12) âyeti üzerine matuf denilmiş ise
de "Fakat sen ancak Rablerinden korkanları sakındırırsın." (Fâtır, 35/18)
hükmünün açıklamasının devamında istinaf (yeni bir cümle) olması bizce daha
uygundur.
23-26- Sen
ancak bir uyarıcısın, bir habercisin, zorba ve musallat değilsin, yani âyette
yapılan "kasr" (ancak sen, diye yapılan tahsis) ifadesi, müjdeci olmadığını
ifade için değil, fiilen azab memuru olmadığını ifade etmek içindir. Nitekim
bunu vurgulamak için "Biz seni hak ile bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.."
buyurulmuştur. Ve hiçbir ümmet yoktur ki içlerinde bir korkutucu geçmiş olmasın.
Şu halde Araplarda da geçmiştir. Kasas Sûresi'nde beyan olunduğu üzere Tevrat'tan
önce, ilk zamanda (kurun-i ûlâda) geçmiştir. Kurun-i vustâ (orta zamanda)
yani Musa'dan Hz. Peygamber'in gönderilişine kadar geçmedi.
Meâl- Şerifi
27- Görmedin
mi Allah gökten bir su indirdi. Biz onunla renkleri başka başka meyveler çıkardık.
Dağlarda da yollar, beyazlı kırmızılı çeşitli renklerde ve kapkara topraklar
var.
28- Yine insanlardan,
hayvanlardan ve davarlardan da türlü renklileri vardır. Kulları içinde Allah'tan
ancak âlimler korkar. Şüphe yok ki Allah çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.
29- Allah'ın
kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve
açık olarak verenler, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticaret umarlar.
30- Çünkü
Allah mükafatlarını kendilerine tamamen ödedikten başka, lütfundan onlara
fazlasını da verecektir. Çünkü O çok bağışlayıcı ve şükrün karşılığını vericidir.
31- Kitaplar
içinde sana vahyettiğimiz kitap da kendinden öncekileri tasdik edici olmak
üzere bir haktır. Şüphe yok ki, Allah, kullarının bütün hallerinden haberdardır
ve her şeyi görendir.
32- Sonra
biz o kitabı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan da
nefislerine zulmeden var, orta yolu tutan var, Allah'ın izniyle hayırlarda
ileri geçenler var. İşte bu büyük lütuftur.
33- Onlara
Adn cennetleri vardır. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bilezikler ve
incilerle süsleneceklerdir. Orada elbiseleri de ipektir.
34- Onlar
orada şöyle derler: "Hamd olsun Allah'a, bizden o üzüntüyü giderdi. Gerçekten
Rabbimiz çok bağışlayıcı ve şükrün karşılığını vericidir."
35- "Lütfundan
bizi durulacak bir yurda kondurdu. Burada bize yorgunluk gelmeyecek, burada
bize usanç gelmeyecektir." 36- İnkâr edenlere gelince, onlara cehennem ateşi
vardır. Hüküm verilmez ki ölsünler, kendilerinden biraz azab da hafifletilmez.
İşte biz her nankörü böyle cezalandırırız.
37-
Onlar, orada şöyle feryad ederler: "Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapageldiklerimizden
başka salih bir amel yapalım." (Onlara): "Size düşünecek olanın düşüneceği
kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın.
Çünkü zalimleri kurtaracak yoktur." (denir).
27- "Görmedin
mi Allah gökten bir su indirdi.." Burada yine yüce Allah'ın tabiat üzerinde
tasarruf ve Rablığını gösteren ve onu bir su gibi bir tek sebep altında, çeşitli
özellikler ve yetenek ile, çeşitli görüntülerle, değişik değişik cinslere
ve çeşitlere ayıran iradesinin bir alameti demek olan "ıstıfa", seçme kanunun
açık ve önemli bir hatırlatma ve uygulaması vardır. "Onunla çıkardık.." Burada
ifade üçüncü tekil şahıstan (gıyab) birinci çoğul şahsa (tekellüm) yönelmektedir.
Yani indirdik de, o su ile şunları çıkardık. Renkleri çeşitli olmak üzere
bir çok meyveler, ürünler. Demek ki onları çıkaran suyun özelliği, yapısı
değil, Allah'ın iradesidir ve meyvelerin birbirinden farklı olması, çeşit
çeşit olması yaratıcının muradıdır. Bilinmektedir ki çeşitli meyvelerin yalnız
renkleri değil, daha birçok özellikleri ve yapıları da değişiktir. Ancak renkleri
pek belirgin olduğu için, onların zikriyle diğerleri söylenmemiş, bununla
yetinilmiştir. Hem bu yalnız bitkilerde değil, dağlardan da "cüdde"ler, yol
yol alacalar var.
CÜDED: Cim
harfinin ötresiyle "cüdde"nin çoğuludur. Cüdde bir rengi diğer renkten ayıran
yol gibi ayırıcı çizgidir. Nitekim "cim" harfinin üstün okunması ile "cedde"
de cadde demektir. Ve kapkara, yani koyu kuzgûnî siyah renkte. GARÂBÎB: "Ğayn"
harfinin kesresiyle (girbîb)in çoğuludur. Gırbîb, siyahın şiddetlisi demektir,
ki pekiştirme olsun diye abartma için kulanılır. İşte dağların taşlarında
ve topraklarında böyle yol, değişik değişik alacalar da sadece bir tesadüf
eserinden ibaret değil, yaratıcının özel bir seçimi ve ortaya çıkarmasıdır.
28- İnsanlardan,
hayvanlardan, davarlardan da böyle değişik değişik renklileri vardır. Bunlar
da öyle şeklî ve manevî görüntülere ayrılarak seçilmişlerdir. Öyle ki insanlar
içinde ilmi olanlar, olmayanlar vardır. Fakat Allah haşyetini, Allah korkusunu,
Allah saygısını kulları içinden ancak bilginler duyar, ancak Allah'ı bilenler
o saygıyı hissederler. Yani "Sen ancak görmeden Rabbinden korkmakta olanları
sakındıracaksın." (Fâtır, 35/18) buyurulduğu üzere, Allah saygısını sürekli
duyup da Peygamberin uyarmasından yararlanacak ve dolayısıyla temizlenip korunacak
olanlar, Allah'ı celal ve cemaliyle, kemal sıfatıyla bilen ilim sahibleridir.
Çünkü bir şey hakkında saygı, onun şanına olan bilgi ve bilginin dercesiyle
uyumlu olur. Bir kulun da Allah'a dair ilmi ne kadar mükemmel ise, korkusu
da o oranda mükemmel olur. Onun için Resulullah (s.a.v.) "Ben sizin Allah'tan
en çok korkanınız ve en çok müttaki olanınızım" demiştir. Niçin Allah'ı bilmek
korkmaya sebeb oluyor? Çünkü Allah çok güçlüdür, bağışlayıcıdır. Yalnız bağışlayıcı
değil güçlü bağışlayıcıdır. Sadece bir bağışlayıcı olsaydı, O'nu bilmek belki
nazlanmaya, mağrur olmaya, hiç korkusuz ümit bağlamaya s ebeb olabilirdi.
Fakat Allah yalnız bağışlayan, merhamet eden değil, aziz, hiç bir sebebe boyun
eğmeyen, yenilmeyen, hiçbir kanun altına alınma ihtimali bulunmayan, dilediği
anda kahredip yerle bir eden, çok kuvvetli, çok azametli, galib ve kahredici
bir bağışlayıcıdır. Mağfireti çok olduğu gibi cezası, intikamı da çok şiddetlidir.
Onun için Allah'ı bilmeyenler her haltı ederler. O'nu bir kul ne kadar iyi
bilirse, o kadar çok saygılı, o kadar çok hürmetli olur. Bununla birlikte
bilginlerin saygısı, korkusu, haşyeti ne kadar yüksek olursa, ümidi de o oranda
çok olacağı unutulmamalıdır.
29-Çünkü yani
Allah kitabını vird ederek okuyup içindekini izleyenler ve onunla birlikte
namazı dürüst kılıp kendilerine rızık kıldığımız şeylerden gizli ve açık,
nasıl gerekirse öyle harcayanlar, yani Allah'ın kitabındaki hükümlerin yerine
getirilmesi için masraf yapıp zekat ve sadaka verenler öyle bir ticaret ümdi
ederler ki asla batmak, iflas etmek ihtimali yoktur.
30- Çünkü
Allah onlara ecirlerini tamamı ile ödeyecek, hem de ihsanından artırıp fazlasını
vercektir. Çünkü O, Allah hem gafûr, hem şekûrdur O'nun kuvvetini saydıklarından
dolayı, bağışlaması ile onların günahlarını bağışlar. Hizmetlerini fazlasıyla
takdir edip çalışmalarını makbul kılar. Çünkü kuvvet, inkâr ve nankörlüğe
karşı "kahr"ı gerektirdiği gibi, hizmet ve şükre karşı da nimet ve ikramı
gerektirir. Şu halde Allah'tan en çok korku duyan bilginler olunca, Allah'ın
kulları içinde en çok şeref verdiği de bilginler olmuş olur. Bu yüzdendir
ki, "İlim rütbesi bütün rütbelerin üstündedir." İlmin bu özelliği de yalnız
nazarî (teorik) özelliği ile değil, amelî (pratik) özelliği iledir. Çünkü
yukarıda "Onu da iyi amel yükseltir." (Fâtır, 35/10) buyurulduğu gibi, burada
da korku ve makbuliyetin bir özelliğe dayanması gösterilmektedir.
31-Şimdi de
ilâhî tercihde kitapların en seçkini Kur'ân, ilmini Hakk'ın vahyinden alan
peygamberler içinde de en seçkini Muhammed Mustafa, ümmetlerin içinde en seçkini
Muhammed ümmeti, onlar içinde de en seçkini Kur'ân hafızları olan ilim adamları
olduğu hatırlatılmak üzere buyuruluyor ki: Kitaplar içinde sana vahy ile gönderdiğimiz
kitap var ya, önündekileri tasdik edici ve ayırıcı olmak üzere hak olan ancak
odur. Diğerlerinde onun tasdikine erişmeyen noktalarla amel edilemez. Şüphe
yok ki Allah kullarından herhalde haberdardır, onları görmektedir. Batın ve
zahirleriyle bütün özelliklerini kuşatmıştır.
32-Onun için
seni layık görmeseydi, bunu sana vahy etmez, seni böyle son Peygamber Muhammed
Mustafa kılmazdı. Sonra o kitabı, yani Kur'ân'ı kullarımızdan seçtiğimiz seçkinlere
miras kıldık. Yani senden sonra ümmetin olan kullarımız içinden seçip beğendiğimiz
süzme kulları ona varis kıldık. Bu şekilde Muhammed ümmeti en ileri, en süzme
ümmet olduğu gibi, onlar içinde de en seçkinleri, Kur'ân'ı ezberleyen kimseler
olarak peygambere varis olan bilginlerdir. Ki onlar içinden de kimisi nefsine
zulmeder, kitaba varis olduğu halde gereği gibi okuyarak, amel edemeyerek.
kimi de muktesıd, orta yoldadır. Kâh amel ediyor, kah etmiyor. Kimisi de Allah'ın
izniyle hayırlarda ileri gider. Hayırlarda öne geçer, imam, önder, reis başkan
olur ki, işte asıl peygamber varisi olanlar, "Hayır yarışlarında, ta öne geçip
kazananlar: Onlar öncüdürler. İşte onlar en çok yaklaştırılmış olanlardır.
Naiym cennetlerindedirler." (Vâkıa, 56/10,11,12) övgüsüne ermiş bulunanlar
onlardır. İşte büyük lütuf budur. Böyle hayırlarda ileri gidip öne geçmektir.
33- 37-Şöyle
ki: Adn cennetlerine girecekler ve orada altın bileziklerden zinetlenecekler,
hem de inci ve altın bileziklerden. Allah, en iyisini bilir. Dünyada o hayırlar
yapmak için ettikleri infakları kazanmalarına sebeb olan sanatlar, yükselmelerine
araç olan salih amellerdir. Bundan dolayı olsa gerektir ki "Sanat altın bileziktir"
sözü bizde meşhur bir atasözü olmuştur. Âyette geçen "inci" kelimesi altınların
duru ve saflıklarından kinayedir. Yani ikamet yurdu, ikametgah, ikamet vatanı,
kalınacak yurt, düşünüp anlayacak kimsenin düşüneceği kadar bir süre size
ömür vermedik mi? Tecrübe zamanı dahi denilen bu süreyi yaşayan bir kimse
için yaratanını bilmemekte bir özür kalmamıştır. Bu süre hakkında çeşitli
rivayetler gelmiştir. Altmış, kırk altı, kırk, büluğ yaşı, yirmi, yirmiden
altmışa kadar denilmiş ise de gerçek yüzünü Allah bilir. Büluğdan sonra her
ölen hakkında bu süre gerçekleşmiş demektir. Altmış, Peygamberden rivayet
edildiği üzere en üst sınırı demektir. Yani bundan sonra kâfirliğe hiç mazeret
kalmıyor demektir. "Size uyarıcı da geldi." Bu da hükümlerin ayrıntısına göredir.
Meâl-i Şerifi
38- Şüphe
yok ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Elbette o, sinelerin içinde
olanları da bilir.
39- Sizi
yeryüzünde halifeler yapan O'dur. Artık kim küfrederse, küfrü kendi aleyhinedir.
Kâfirlerin küfürleri, Rablerinin katında kendilerine buğzdan başka bir şey
artırmaz, kâfirlerin küfürleri kendilerine zarardan başka bir şey artırmaz.
40- De ki:
"Gördünüz ya, Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz ortaklarınızı! Gösterin
bana, yer yüzünden neyi yaratmışlardır?" Yoksa onların gök yüzünde bir ortaklığı
mı var? Yoksa biz kendilerine bir kitap vermişiz de ondan bir delil üzerinde
mi bulunuyorlar? Hayır o zalimler, birbirlerine aldatmadan başka bir vaadde
bulunmuyorlar.
41- Doğrusu
gökleri ve yeri yok oluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer yok oluverirlerse,
onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranır, çok
bağışlayıcıdır.
42- Olanca
güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber
gelirse, mutlaka ilerideki ümmetlerin herhagi birinden daha doğru yolda olacaklardı.
Fakat kendilerine uyarıcı bir peygamber geldiği zaman bu, onların sırf ürküntülerini
artırdı.
43- (Bu da)
yeryüzünde bir kibirlenme ve bir suikast düzenidir. Halbuki fena düzen ancak
sahibinin başına geçer. O halde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar?
Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah'ın sünnetinde
asla bir başkalaşma da bulamazsın.
44- Yeryüzünde
gezip bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Halbuki
onlar, bunlardan daha kuvvetliydiler. Ne göklerde ve ne de yerde hiçbir şey
Allah'ı aciz bırakamaz. Çünkü o her şeyi bilendir, her şeye kâdir olandır.
45- Bununla
beraber Allah, insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden hemen yakalayıverseydi,
yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteliyor.
Nihayet ecelleri gelince gereğini yapar.
Şüphe yok
ki Allah, kullarını görmektedir.
38-39- O'dur
ki sizi yeryüzünde halifeler kıldı. Hilafet verip bundan böyle ilâhî hükümlerin
yerine getirilmesine memur eyledi. Bu âyet Muhammed ümmetine geleceğin hükümranlığını
vaad eden gayıb haberlerindendir. Mekke'de bu sûrenin nazil olduğu zaman,
düşünülürse, bu âyetin ne büyük bir mucizeyi kapsamakta olduğu kolaylıkla
kabul edilir. Şüphe yok ki, bu çok büyük nimettir. İmdi her kim küfreder;
böyle nimete karşı nankörlük eder de iman ve şükür yolunu tutmazsa, inkârı
sırf kendi aleyhinedir. Cezasını kendi çeker, öyle ya, kâfirlere inkârları
Rablarının katında, buğz edilen kimseler olmaktan başka bir şeyi artırmaz.
Küfür, bir küfran, bir nankörlük olması itibariyle, Allah yanında buğz edilen,
gazaba uğrayan, nefret edilen kişi olmaktan başka bir sonuç vermez. Ve kâfirlere
küfürleri zarardan başka bir şey artırmaz. Çünkü imansızlık hem mahrumiyet,
hem de felaket sebebidir.
40-Ey Peygamber!
De ki: Gördünüz mü Allah'tan başkasından çıkardığınız ortaklarınızı? Yani
Allah'a ortak koşarak taptığınız veya adına davet eylediğiniz mabudlarınızı
gösterin bana, bu yeryüzünden neyi yaratmışlar? Başlıbaşına yaratmışlar da
siz onlara tapıyor, onlara yalvarıyorsunuz, halkı onlara çağırıyorsunuz? Yoksa
onların göklerde mi bir ortaklıkları var? Yeryüzünden hiçbir parçayı bağımsız
olarak başlıbaşına yaratmadılarsa da göklerde yaratma veya diğer bir hüküm
ve tasarruf itibarıyla Allah'a ortak olarak katılmaları mı var? Hâşâ, ne o,
ne de o; hiçbiri de olmadığı apaçık belli iken, bilinirken nasıl olur da siz
onlara tapar veya davet edersiniz? O ne cahillik, ne ahmaklık, ne haksızlık!
Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de kendileri ondan bir delil üzerinde
mi bulunuyorlar? Yerde gökte bir ortaklıkları olmadığı malum olmakla birlikte,
biz onlara mabudluk payesi verdik, ilahlığımıza ortak kıldık diye ellerine
bir kitap, bir ferman vermişiz de bundan dolayı açık bir delile, kesin bir
hüccete mi sahip bulunuyorlar. Hayır yalnız zalimler birbirlerine sadece bir
gurur, sırf bir aldanış vaad eder dururlar. Onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizden
diye öncekiler sonrakileri, başlar geridekileri aldatır giderler. Bu âyetin
hükmün yalnız putperestlere değil, Allah'tan başka gerek put, gerek melek,
gerek hükümdarlar ve gerekse diğer herhangi bir şeye tapan müşriklerin hepsine
genel ve hepsini kuşatır olduğunda şüphe yoktur.
41- Şüphe
yok ki gökleri ve yeri yok olmamaları için Allah tutuyor. Yani şirk ve zulüm
öyle fena, o kadar büyük cinayettir ki onun uğursuzluğundan yerler, gökler
yıkılır; çünkü onlar ancak adalet ve hak ile ayaktadırlar. Hakkın dengesi
bozulunca kendilerini tutamazlar. Varlıklarında, başkasına muhtaç oldukları
için kendilerine yeterli değildirler. Onun için haksızlık âlemin düzenini
bozar. Allah'a şirk koşmak ise en büyük zulüm olduğundan, müşriklerin meydan
alan (yayılan) zulüm ve fesatlarıyla alem yıkılmak üzere bulunuyor. Fakat
Allah onların belirli vakitlerinden önce yok olmalarını istemediği için tutuyor,
muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar. Yemin olsun ki, eğer yok olurlarsa
onları ondan sonra, o yok olmaktan sonra, yahut Allah'tan başka hiçbir tutacak
yoktur. O cidden halim ve gafur bulunuyor. Çünkü ululuğuna karşı yapılan o
şirk ve zulüm yüzünden "Neredeyse gökler parçlanacak, yer yarılacak, dağlar
dağılıp çökecektir". (Meryem, 19/90) âyetinin ifadesince, yıkılmak üzere bulunan
gökleri ve yeri tutuyor.
42- "Olanca
güçleriyle yemin ettiler ki, eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, diğer ümmetlerin
herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardı." Çünkü Kureyş kitap ehlinin
peygamberlerini yalanladıklarını işitmişler ve şöyle demişlerdi: "Allah, yahudilere
ve hıristiyanlara lanet etsin, eğer bize bir peygamber gelseydi, herhalde
biz ümmetlerin her birinden daha çok doğru yola girerdik." Sonra da kendilerine
bir peygamber, yani Muhammed (s.a.v.) geldiği zaman onlara fazla bir ürkeklik
verdi,
43-yeminleri
gibi hakkı kabul değil de, haktan bir kaçınma yeryüzünde bir kibirlenme, yahut
kibirlendikleri için kötülük hilesi, suikast düzeni, "Hani bir zaman o inkâr
edenler seni tutup bağlamaları veya seni öldürmeleri yahut seni çıkarmaları
için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfal, 8/30) ifadesince o Peygamberin canına
kıymaya hazırlanma tertibi. Halbuki kötü hile, tuzak, sırf sahibinin yani
yapanın başına geçer. Nitekim onların tuzağı da "Bedr"de başlarına geçti.
Demek ki onlar da sırf öncekilerin sünnetine bakıyorlar. Önceki inkâr eden,
kötülük yapan ümmetlerin başlarına gelen Allah'ın adetini, ilâhî kanunu gözetiyorlar.
O halde Allah'ın sünnetinde (adetinde) bir değişiklik bulamazsın. Hakkı inkâr
edenlere ve kötülük yapanlara azab kanununu, İslâm dinini yürürlükten kaldıracak
değildir. Ve Allah'ın sünnetinde (adetinde) bir değiştirme de bulamazsın.
O azabı, hak edenlerden başkasına çevirmezsin de.
44- Yeryüzünde
dolaşıp da bir bakmadılar da mı, bir kısım, âyetin önce geçen ifadesine (ma
kabline) bir delil getimedir. Yani Şam'a, Yemen'e, Irak'a, ticaret ve herhangi
bir sebeble gidiş gelişlerinde hiç bakıp görmediler de mi? Peygamberlerini
dinlemeyen geçmiş ümmetler şu yeryüzünde nasıl helak olmuşlar, yurtları nasıl
harabelere dönmüş? Halbuki onlar, o Âd'lar, Semud'lar, kendilerinden çok kuvvetli
idiler. Allah'ın emirleri dairesinde hareket etmedikleri için azab kanunlarıyla
kökleri kazındı. ne göklerde, ne yerde hiçbir şeyin Allah'ı aciz bırakmak
ihtimali yoktur. Çünkü O, âlim, kadir bulunuyor. Her şeye karşı ilmi, kudreti,
nihayetsiz olan yüce Zat ise, hiçbir şekilde aciz olmaz.
45-Peki öyle
de, bu kadar kâfirleri, müşrikleri niye yaşatıyor da mahvedivermiyor? denilirse,
buyuruluyor ki: Eğer Allah bütün insanları kazandıkları ile, kazandıkları
günahları yüzünden hemen hesaba çekiverecek olsa, yeryüzünde hiçbir deprenen
bırakmazdı. İnsan günahlarının uğursuzluğundan bir hayvan bile kalmazdı demişlerse
de, deprenir bir insan bırakmazdı mânâsına olması daha makuldür. Çünkü şu
fıkralardaki "onlar" zamirinin, akıllı olan varlıklarda kullanılması daha
açıktır. Fakat, derhal hesaba çekivermez de o insanları belirli bir süreye
kadar te'hir eder, geri bırakır ki o kıyamet günüdür. Ecelleri geldiği zaman
da şüphe yok ki Allah kullarını görüp duruyor. Hiçbirini kaçırmaz, her ne
kazançları varsa, ona göre iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük cezalarını verir.
Bu cümle "onun kulları" nitelemesiyle, kulluğunu bilen kullara bir teselliyi
bildirmekle birlikte, herkes için ağır bir azarlamayı hatırlatan korkunç bir
uyarıdır. Ve işte bu sonucu, açık bir heyecan ile doyurup yaşatmak için, Yasin
Sûresi ilâhî aşk ile çarpan, vuslata ulaşan bir kalbin çarpıntısı ile takib
edecek ve açıklayacaktır. Şüphesiz her şeyi görürsün Yâ Rab! Biz kullarını
da bütün hallerimizle görür gözetirsin, gözet, lütuf ve rahmetinle gözet,
ilâhî!