73-MÜZZEMMİL:
Müzemmil,
tefe'ul bâbından etken ism-i fail (ortaç) olup aslı "mütezemmil"dir. Tâ harfi
zâ harfine çevrilmiştir. "Örtüsüne bürünüp örtünen" demektir ki kendisi örtünmüş
veya başkası tarafından örtülmüş olabilir. Bunun büyük bir olay karşısında
başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi kinaye mânâları
da olabilir. Nitekim Râgıb, istiare yoluyla, işe pek önem vermeyen, kısa davranan
mânâsına kinaye ve taşlama olduğunu söylemiştir.
Tezemmül mastarının
üç harfli kökü olan "zeml" kelimesinin birçok anlamı vardır. Mesela, zeml
ve zemelân; at, davar gibi hayvanların neşe ve cünbüşle bir tür yürüyüşü demektir.
Yine zeml, atın terkisine birisini almak, yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl
ve ziml, binicinin arkasına oturan, arkadaş; zümle de çok yoldaş topluluğu
demektir. Bu bakımdan "tezemmül" kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek
bu bâba nakledilmiş olabilir. Fakat özellikle bilinen ve duyulan mânâsının,
"elbiseye bürünüp örtünmek" olduğu açıklanıyor. Bir de müzzemmil, yük yüklemek
mânâsına gelen zeml'den türetilerek "yükü yüklenen" mânâsına olduğu söylenmiştir.
"Ey örtünen!"
hitabı, ilk önce Hz. Peygamber (s.a.v)'i dikkatli ve uyanık olmaya davettir.
Bazıları işin öneminden dolayı bunun "ne yatıyorsun? Niye gizleniyorsun? Niye
zayıf davranıyorsun? Kalk" gibi bir tür taşlama ve azarlama biçiminde bir
şiddet hitabı olduğunu; bazıları da "gönül okşama" mânâsıyla bir teşvik ve
gayrete getirme hitabı olduğunu söylemişler ve böyle olmasının peygamberlik
makamına daha uygun olacağını düşünmüşlerdir.
Ebu Hayyân'ın
yazdığına göre Süheylî şöyle demiştir: Müzzemmil ismi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
öteden beri tanınageldiği isimlerden biri değildir. Müzzemmil ismi, ancak
bu hitap sırasında bulunduğu bir durumdan kaynaklanmıştır. Arap, birisine
sitem etmeksizin onun gönlünü okşamak istediği zaman bulunduğu durumu anlatan
bir kelimeden türemiş isimle seslenir. Nitekim Hz. Ali (r.a) toprak üzerinde
uyumuş ve böğrüne toprak yapışmış olduğu bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.v)
ona: "Kalk ey toprağın babası!" diye hitap ederek onun gönlünü okşadığını
anlatmıştır. İşte hitabında da böyle bir yakınlık kurma ve gönül alma vardır.
Bu açıklamanın en sağlam olarak ifade ettiği gerçek, Hz. Peygamber (s.a.v)
hakkında müzzemmil isminin daha önce bilinen bir isim olmayıp ancak bu hitap
sırasındaki durumunu gösteren bir niteleme ve gönül okşama olduğunu bildirmesidir.
Fakat gönül okşama tabirinin görünen anlamına göre, "kalk" emrinin böyle bir
lâtifeden sonra söylenmiş olması, bu emrin vücub, yani gereklilik ifade etmesine
uygun düşmez.
Bu işin güzel
ve hoş görülen bir iş olarak düşünülmesini gerektirir.
Bu görüşte olanlar bulunmakla beraber bu anlayış, peygamberlik görevinin başlamasının
önemi, "Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız."(Müzzemmil, 73/5) sözünün
ağırlığı karşısında hafif görünür. Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)'in
zatını peygamberlik makamına yükseltmek üzere "kalk" emrini vermek için gelen
bu sesi, başlangıçta şiddetli bir uyarı olarak anlamak, lâtife gibi anlamaktan
daha çok yüksek bir edebi anlayışla peygamberliğin şan ve şerefine hürmeti
ifade eder.
Peygamberin
bu seslenişi duyduğu sırada bulunduğu örtünme hali ne idi? Niçin idi? Bunun
birkaç şekilde yorumu yapılmıştır:
BİRİNCİSİ,
Âlimlerin çoğu bunun yukarıda açıklandığı üzere "Beni örtün, beni örtün" diyerek
örtünüp yatmış olması hali, bunun sebebinin de Hira mağarasında gördüğü meleğin
ve aldığı vahyin şiddetinden duyduğu korku ve heyecan olduğu, bazı rivayette
de Kureyş'in Darunnedve'deki sözlerinden duyduğu üzüntü olduğunu söylemişlerdir.
Bu hal içinde Peygamber'in yalnızlığını gidermek ve gönlünü okşamanın tam
zamanında yetişen ilâhî bir yardım olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunun
biraz sonra yapılacak daha yüksek bir uyanışa davetten önce şiddetli bir destek
olması her halde daha kuvvetli bir yardım ve imdat olur. Bu hal içinde Peygamber'in
örtündüğü ne idi. Bazıları bunun bir kadife, yani saçaklı bir Acem keçesi
olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Hz. Hatice'nin "mırt" tabir edilen büyük
bir yün elbisesi, ihramı veya battaniyesi demişlerdir ki, ikisi arasında bir
fark olmasa gerektir.
İKİNCİSİ,
Katâde demiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) namazı için elbisesine bürünmüştü.
Ferrâ ve İbnü Cerir bunu tercih etmişlerdir. Bu durumda, "ey örtüsüne bürünen!"
diye yapılan hitap sadece teşvik için olmuş olur. Gerçi burada "kalk" emrinden
önce namaz için bir emir bulunduğu bilinmektedir. Fakat İbnü Cerir, "Hz. Peygamber
(s.a.v) geceleri namaz kılardı, işitenler de gelip ona katılmaya başlamışlar,
bir cemaat oluşmuştu. Allah'ın Resulü (s.a.v) onların toplanmasını pek uygun
görmeyip devam edememelerinden ve bu namazın farz kılınmasından sakınmıştı.
"Ey insanlar! Yapabileceğiniz amellere girişin. Siz amelden usanmadıkça yüce
Allah sevaptan usanmaz. Amellerin hayırlısı ise devamlı olanıdır" diye nasihat
etmişti. Devam edenler devam ediyordu. âyeti indi, farz kılındı." diye Hz.
Aişe'den gelen bir rivayeti kitabına almıştır. Resulullah (s.a.v)'ın Hira
mağarasında inzivaya çekilip ibadet ettiği de sahih kitaplarda rivayet edilmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ,
İkrime, "Müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen "ziml" kökünden türetilen
ve "büyük yük, yüklenen" mânâsından mecaz olarak, "Ey Peygamberlik yükünü
yüklenen!" demek olduğunu söylemiştir ki, güzel bir mânâdır.
2. Bu üç görüşe
göre, bu âyetin inmesinden itibaren Peygamber (s.a.v)'e müzzemmil ismiyle
hitapta şu mânâlardan birisinin düşünülmesi gerekir. Birinci mânâ, "Beni örtün,
beni örtün" diyen; ikincisi, "ey namaz kılmak, ibadet etmek için giyinip hazırlanan";
üçüncüsü, "ey nebilik ve resullük yükünü yüklenen," gece kıyam et kalk. Gece
kıyam yani kalkış, maksada göre kapsamlı mânâlar ifade eder. Burada sözün
devamında "Kur'ân'ı yavaş oku", "rabbının ismini zikret" ve "Rabbine yönel"
gibi sözlerin gelmesinden anlaşıldığına göre, maksat, ibadet için kalkmaktır.
Tefsirciler bunun "namaza kalk" demek olduğunu açıklıyorlar ki bunun iki izah
şekli vardır. Birisi, "namaza kalk" takdirinde olması; birisi de "kıyam" tabirinin
doğrudan doğruya namaz mânâsına olmasıdır. Onun için "kıyam-ı leyl" sözü,
"gece namazı"nı ifade etmekte şer'î örf olmuştur. Devamlı ibadet eden kimseye
"gece kaim, gündüz saim", yani "gece namaz kılar, gündüz oruç tutar" denilir.
Gece kaim olmak, yatmazdan önce de, uyuyup sonra kalkmak suretiyle de olabilir.
İkincisine teheccüd denilir. "Gece kalk" dediğimizde bizim dilimizde uykudan
kalkmak anlaşılırsa da "gece kaim ol" sözü her iki mânâya da gelebilir. Burada
açık olan budur.
İslâm'da beş
vakit namaz farz kılınmazdan önce başlangıçta Peygamber'e bu emirle gece namazı
farz kılınmış olup Peygamber (s.a.v) ve ashabının Ramazan'da olduğu gibi her
gece uzun uzadıya namaz kıldıkları, sonra bu sûrenin sonunda gelecek olan
"Rabbın biliyor ki sen kalkıyorsun.." âyetiyle miktarı değiştirilip hafifletildiği;
bazılarının görüşüne göre bundan maksadın teheccüd olduğu ve beş vakit namaz
farz kılındıktan sonra teheccüdün vacipliğinin ümmet hakkında kaldırıldığı,
Peygamber (s.a.v) hakkında da "Gecenin bir kısmında da sana mahsus bir nafile
kılmak için uyan."(İsra, 17/79) emrinin yürürlükte olduğu açıklanıyor.
Bazılarının
görüşüne göre ise gece namazının vacip oluşu hiç kaldırılmamış, ancak hafifletilmiştir.
Diğer bazıları ise bu ilk "gece kâim ol" emrinin farz için olmayıp mendub
olmak suretiyle bir emir olduğu, "yarım" veya "daha az" veya "daha çok" diye
miktar hakkında bir tercih hakkı tanınmasının bunu gösterdiği ve dolayısıyle
teheccüdün ne başta, ne sonda, ne Peygamber (s.a.v)'e, ne de ümmete farz kılınmadığı
görüşünü benimsemişlerdir.
3. Birazı
müstesna, birazı hariç, yani gecenin birazı dışında kalk. Ne kadar? Gecenin
yarısı yahut ondan biraz eksilt yarısından az kalk, ama bu eksiltme yarının
yarısından, yani gecenin dörtte birinden fazla olmasın, en aşağı dörtte biri
kadar kalk. Çünkü dörtte birinden aşağı eksiltmek, yarısının yarısından az
değil, çok olmuş olur.
4. Yahut onu
artır yarısından fazla kıl ki bu da üçte ikisi, nihayet dörtte üçü kadar olabilir.
Burada yarım,
eksik ve fazla, gecenin birazının dışında kalan kalkılacak kısmının veya istisna
edilen kalkılmayacak olan az kısmının açıklaması olabilir. Gerek müstesna
minh gerek müstesna hangi taraftan düşünülürse düşünülsün sonuç aynı olur.
Çünkü bir taraf eksilince diğeri ona karşılık aynı oranda artar. Birisi arttıkça
diğeri aynı oranda eksilir. Şu kadar var ki, eksiltme ve artırma muhataba
nisbet edilmiş yani ona "artır" ve "eksilt" denilmiş olduğundan "kalkmak"
gibi bunların da onun fiili olması gerekir. Bu ise, bunların kalkılmayacak
olan istisna edilmiş azını değil, kalkılacak olan gece müddetini açıklamak
olduğunu hissettirir. Bu karineye (ipucuna) göre, Ebussuud'un dediği gibi
"onun yarısını sözünün tamlamada geçen zamirin yerini tutmuş olduğu "müstesna
minh olan gece"den bedel olarak kıyam süresinin açıklaması olduğu ortadadır.
Veya eksilt ve veya artır fiilleri de kalk emrine bağlanmıştır. Bu suretle
istisna edilen birinci de dolayısıyle buna karşılık beyan edilmiş olarak gecenin
yarım, üçte bir veya çeyrek veya üçte iki veya üç çeyreğine kadar olan süresini
kapsayabilir. Bunun hepsi, müstesna minh olan gecenin tamamından az olmakla
beraber bazısında istisna edilen, geri kalandan az olsa da, bazısında eşit
veya çok olmuş olur. İstisnalarda, istisna edilip çıkarılanın bütüne eşit
olmamak üzere kalandan az veya çok olması caizdir.Fakat istisnanın doğal durumuna
göre çıkanın kalandan az olacağı açık olup kurala uygun olan da budur. Bunun
aksi yapıldığı zaman bir esprisi olmak gerekir. Burada önce genel kurala uygun
olmak üzere, "azı hariç" denilerek geceden bir kısmı istisna edilmiştir. Bununla
beraber o istisna edilen az'ın geri kalanlara eşit ve ondan çok olabileceği
de anlatılmıştır. Bunda başlıca üç incelik vardır:
BİRİNCİSİ,
her şeyden önce, istisna edilen şeyin az olması kuralına dikkat çekmek.
İKİNCİSİ,
istisna edilen şeyin kural dışı olarak, geri kalana eşit veya ondan çok olması
caiz ise de, gece kalkma süresinin yarıyı geçmesinin daha iyi olacağına işaret.
ÜÇÜNCÜSÜ,
uyku ve gaflet içinde geçen süre, nicelik itibarıyla yarısından çok olsa da,
kıymet ve nitelik itibarıyla az; zikir ve ibadetle geçen süre, diğerinden
az da olsa çok demek olacağına işaret.
İşte bu üç
nükteyi göstermek için önce "gecenin azı hariç" denilerek gecenin azı istisna
edilmiş, sonra da bu azın eşit veya az ya da çok olabileceği, bununla beraber
her ne olsa az demek olacağı anlatılmak üzere âyet bu beyan üslubu ile gelmiştir.
Bu üç miktardan birini seçme arasında serbest bırakma, durumun gereğine veya
gecelerin uzun ve kısa olması takdirlerine göre en uygununu seçmek için demek
olur. Bunlar içinde çeyreğe kadar azı kesin, dolayısıyla farz, fazlası nafilelik
ifade eder. O suretle kalk "Ve Kur'ân'ı yavaş yavaş oku."
TERTÎL, bir
şeyi güzel, düzgün ve tertip ile kusursuz bir şekilde açık açık, hakkını vererek
açıklamaktır. Aralarında çok değil, biraz açıklık bulunmakla beraber gayet
güzel bir düzgünlükte görülen ön dişlere derler. Sözü de öyle tane tane, yavaş
yavaş, ara vererek ve güzel sıralama ve ifadeyle söylemeye de "tertîl-i kelâm"
derler. Kur'ân'ın tertili de böyle her harfinin, edasının, tertibinin, mânâsının
hakkını doyura doyura vererek okunmasıdır. Burada emrinden sonra mastarıyla
vurgu yapılması da bu tertîlin en güzel şekilde olmasının arandığını gösterir.
Bir söz aslında ne kadar güzel olursa olsun gereği gibi güzel okunmayınca
güzelliği kalmaz. Güzel okumasını bilmeyenler güzel sözleri berbat ederler.
Sözün tertîl ile güzel söylenmesi ve okunması ise sade ses güzelliği ile gelişi
güzel eze büze şarkı gibi okumak, saz teli gibi sade ses üzerinde yürümek
kabilinden bir musıkî işi değildir. Kelimelerin dizilişinin mânâ ile uyum
sağlaması ve dilin fesahat ve belağatı hakkıyla gözetilerek ruhî ve manevî
bir uygunlukla, yerine göre şiddetli, yerine göre yumuşak, yerine göre uzun,
yerine göre kısa okuma, yerine göre ğunne, yerine göre izhar, yerine göre
ihfa, yerine göre iklâb, yerine göre vasıl, yerine göre sekit veya vakıf;
kısacası bütün maksat, mânâyı duymak ve mümkün olduğu kadar duyurmak olmak
üzere tecvid ile okuma işidir. Bunun için Kur'ân okurken tertîl ve tecvid
gerekir.Tecvid
de, kaf çatlatmak derdiyle, çatlatmaktaki mânâyı kaybetmek değildir.
Tecvid ve
Kırâet ilmi kitaplarında Kur'ân kırâeti üç mertebe üzerine sınıflandırılmıştır:
Bunlar tahkîk, tedvir ve hadr'dır.
Tahkik, munfasıl
meddi dört veya beş elif miktarı çekecek şekilde gayet ağır bir ahenk ile
okumaktır.
Tedvir, iki
veya üç elif miktarı çekecek şekilde orta halde okumaktır.
Hadr de tabii
med gibi bir elif miktarı çekecek şekilde hızlı okumaktır.
Bir elif iki
fetha miktarı demek olduğuna göre, bir harekenin belli olacak şekilde okunuşundaki
ilk ses, âhenk süresinin hızlılık ve ağırlığına göre, her kırâetin şifresini
teşkil eder. Asım, Hamze, Nafi'den Verş kırâetleri tahkik; İbnü Amir, Kisâi
kırâetleri tedvir; diğerleri hadr tarzındadır. Fakat bunların hiçbirinde bir
harf veya harekenin hakkı çiğnenecek şekilde okunmak caiz olamayacağı için,
asıl mânâsıyla tertil kırâetlerin hepsinde şarttır. Kırâetleri böyle hadr
ve tedvir şeklinde kısımlara ayırmaya cevaz veren ise gelecek olan "Kur'ân'dan
size kolay geleni okuyun." emridir.
Görülüyor
ki bu âyette geçen "Kur'ân'ı tertil üzere oku." sözü, gece kalkmaktan ilk
maksadın bu olduğunu gösterir. Bu ise Kur'ân'ı namazda ve namaz dışında okumak,
onu okutup öğreterek başkalarına ulaştırmak mânâlarını kapsayabilirse de,
ayakta okunması örfe göre namazda okunmasıdır.
Bir de bu
âyet, bu sûre indiği sırada Kur'ân'dan daha önce bazı şeylerin inmiş bulunduğunu
gösterir. Fakat henüz çok bir şey inmemiş olması nedeniyle, her gece bu kadar
uzun süre kalkıp da Kur'ân'ı tertil üzere okumak, bunun sadece bellemek için
değil, namaz kılıp ibadet ederek uygulamasını yapmak için okumaya vesile olduğunu
gösterir.
5. Bununla
beraber bu gece kalkışının ve Kur'ân'ı tertil üzere okumanın asıl maksat olmayıp
hazırlık mahiyetinde bir giriş olduğu açıklanmak üzere buyruluyor ki, Çünkü
biz sana ağır bir söz indireceğiz. Dayanılması, uygulama ve yerine getirilmesi
çok zor olan büyük bir kelâmı üzerine indirip tatbikini ve uygulamasını sana
emredeceğiz. Bu söz, ağır yükümlülükleri ve sorumlulukları kapsayan ve savulması
ve geri çevrilmesi mümkün olmayan Kur'ân ile Peygamberlik emri, indirilmesi
de onun vahyidir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahiy inerken o kadar ağır ve şidddetli
gelirdi ki, derhal yüzü değişirdi. Nitekim Hz. Aişe demiştir ki: Gayet soğuk
bir günde vahiy inerken baktım, açılırken alnından ter fışkırıyordu. Aynı
şekilde Veda Haccı sırasında Arafat'da "Gadba" adlı devesinin üzerinde iken
vahiy gelince ağırlıktan deve çöke kalmıştı. Vahy ve onun inişi böyle maddi
olarak bile bir ağırlık ve baskı ile geldiği gibi mânâsındaki hükümlerin ve
ahlâk kurallarının icra ve uygulaması da nice zorlukları beraberinde getiren
ağırlıkları kapsar. Kur'ân'ı okumak kolay olsa da onunla amel etmek zordur.
Sonra, terazide ecri ve mükâfatı da ağırdır.
6. İşte önce
gece kalkmak ve Kur'ân okumakla emir, bu cümleden olmak üzere gelecek olan
ağır emirlerin uygulanabilmesine imkan ve yetenek kazanmak üzere nefisleri
terbiye etmek ve nefsi yenme gayretlerini geliştirip kuvvetlendirmek için
hazırlık mahiyetinde çalışmadır. Bunun gündüz yapılmayıp da geceden başlamasının
sebep ve hikmeti büyüktür. Çünkü gece nâşiesi yani gece yetişen nefis, veya
gece meydana gelen olay veya gece neşesi ve olayı, "Daha baskın, daha samimidir."
VATI', lügatte;
basmak, çiğnemek, yumuşatıp döşemek, hazırlamak, uydurmak, yani uygun hale
koymak ve uygunluk mânâlarında mastardır. Bir de tümseklikler arasında basık
ve engin yere denir.
Ebu Amr ve
İbnü Amir kırâetlerinde vav'ın kesri ve ta'nın fethasıyla ve uzatarak okunur.
Bununla aynı baptan mastar olan "muvatae", uygunluk, uyuşma demektir. Yani,
gece yapılan amel daha baskın, daha samimi yahut kalp ve vicdana daha uygun
demektir. Gece sessizlik ve her şeyden ayrılma zamanı olduğu için, uyanık
olanların gözü gönlüne daha uygun ve gündüzleyin çeşitli engeller ve meşgaleler
içinde duyulamıyacak olayları duymak için keşfi daha açık ve gösterişten,
başkalarının bakısından kurtulmuş olarak ihlaslı davranmaya daha uygun yahut
daha keskin, daha dokunaklıdır.
Ve deyişce,
söyleyiş ve anlayış açısından daha sağlamdır. Söz daha iyi söylenir ve duyulur,
gürültüler kesilmiş bulunacağı için okuma ve düşünme, inceleme ve zikir, söylenen
ve dinlenen söz daha sağlam olur.
7. Çünkü senin
için gündüzün uzun bir yüzüş var. Burada sebh, yani yüzmek iki şekilde tefsir
edilmiştir:
BİRİSİ, Gündüzün
yer yüzünde hareket; insanı meşgul edecek, okumaya ve ibadete engel işler
vardır. Bunların arasında, geceki huzur ve neşe bulunmaz demektir.
İKİNCİSİ de
diğer ihtiyaçlarını ve önemli işlerini görecek uygun bir zaman vardır, demek
olur.
ÜÇÜNCÜ bir
mânâ da, kalkmakla emrolunduğun bu gecenin bir gündüzü gelecektir ki sen o
zaman uzun bir paklığa ve temizliğe ereceksin mânâsında gelecek için bir müjde
olur. "Ve açtığı sıra o sabaha andolsun."(Müddessir, 74/34) âyetinde olduğu
gibi.
8. İşte bu
iç ve dış sebeplerden dolayı ilerisi için hazırlanmak üzere gece kalk ve tertil
ile Kur'ân oku ve Rabbının ismini an. Gece ve gündüz onu an. "Sübhanallah","Lâilahe
illallah" "Allahû Ekber" demek, Allah'ı ululamak, namaz kılmak, Kur'ân okumak,
ilim öğretmek, Allah için öğüt verip yol göstermek gibi Resulullah (s.a.v)'ın
gece ve gündüz bütün saatlerinde meşgul olduğu şeyler buna dahildir. "Tam
anlamıyla ona yönel" Kendini her şeyden çekerek Rabbına çekil, samimi bir
şekilde onun emir ve itaatı ile meşgul ol. İçinde yüzdüğün dünya meşgale ve
maksatları, alakası gönlünü asla işgal etmesin.
TEBETTÜL,
lügatte, kesmek demektir. Nitekim her şeyle ilgisini kesip Allah'a ibadet
ettiği için Hz. Meryem'e "betûl" denilmiştir. Erkeklere karşı istek ve arzu
duymayan kadına da betûl denir.
TEBTÎL, iyice
ve tamamen kesmek; tebettül ise çalışarak kesilip çekilmektir. Râzi şöyle
der: veya buyurulmayıp buyurulması ince bir mânâyı ifade eder. Şöyle ki, asıl
maksat, herşeyden kesilip Allah'a dönmektir. Tebtilde ise, Allah'a yönelmek
için bir iş yapma mânâsı vardır. Bir işle meşgul olan kendini tamamen Allah'a
vermiş olamaz. Zira Allah'tan başkasıyla meşgul olan, Allah için herşeyden
ilgisini kesmiş olmaz. Fakat "tebettül"ün yani Allah'a çekilmenin meydana
gelebilmesi için de önce "tebtîl" yani kendini her şeyden çekmek gerekir.
Nitekim bir âyette, "Uğrumuzda cihat edenlere gelince, elbette biz onları
yollarımıza hidayet ederiz."(Ankebut, 29/69) buyurulmuştur. Onun için, yüce
Allah önce asıl gaye olan "Allah'a yönelme"yi, sonra da onun şartı olan "bu
iş için çalışma" yı zikretmiştir.(1)
"Rabbinin
ismini zikret ve ona yönel" denilmek suretiyle zikrin ve yönelmenin Rab ismine
bağlanması da önce, yaratılanlardan ve kullardan ilgiyi kesip yüce Allah'ın
ilâhlık hükümlerini, kendi içimizdeki ve dışımızdaki idare şeklini ve tasarrufundaki
sırları düşünmeye dalmak; ikinci olarak da işten o işi yapana, hükümden o
hükmü verene nefsi teslim etmek mânâsına işarettir.
9. Bu nedenle
açıklama yapılarak buyruluyor ki, o senin Rabb'ın bütün doğu ve batının Rabbidir
Âlemlerin Rabbidir. Âlemde gerek parlayan gerek sönen her şeyin her hususta
Rabbi, yöneticisi, terbiye edicisi, maliki odur. Parlatan o, söndüren de odur.
Herkes gerek bilsin gerek bilmesin bütün âlem onun ilâhlığı altındadır. O'ndan
başka ilâh yoktur. Tam bir sevgiyle sevilip, gönül verilecek ve ibadet edilecek,
emrine boyun eğilecek ondan başka ilâh yoktur. İbadet edilecek varlık ancak
odur. Akılların kavrayabildiği ve kavrayamadığı bütün emellere arzulara hakim
olan ancak odur. Başkasından ummak boşunadır. Rablık da onun, ilâhlık da onundur.
Onun için, ancak onu vekil tut, bütün işlerini onun görmesini iste. Şuurlu
dileklerin hepsinde onun emir ve hükmü doğrultusunda yürü, ona dayan. Ne senin
kendinin ne de başkalarının arzusuna göre yürüme. Onun her hususta irade ve
gücü geçerlidir. Oysa onun hükmüne uymayan her düşünce ve emel batıl ve geçersizdir.
O senin bütün işlerini iyileştirmeye ve düzeltmeye, sana düşmanlık edecek
olanların hakkından gelmeye yeter.
İnsanların
en önemli işleri asıl olarak sadece iki durumla sınırlandırılmıştır. Birisi
Allah ile olan muamelelerin nasıl olacağı, birisi de yaratıklarla olan muamelelerin
nasıl olacağıdır. Birinci kısım daha önemli olduğu için sûrenin başından buraya
kadar onunla ilgili esaslar açıklandıktan sonra, ikinci kısım için de buyruluyor
ki;
10. Onu vekil
tut ve başkalarının diyeceklerine sabret ve onları bir hecr-i cemil ile terket,
şimdilik hallerine bırak.
HECR-İ CEMİL,
kalben ve fikren onlardan uzak durup yaptıkları işlerde onlara uymamaklaberaber
kötülülerine karşılık vermeye kalkışmayıp hoşgörü, idare ve güzel ahlâk ile
güzel bir muhalefet yapmaktır. Bunun benzeri, "Onun için sen kendilerine aldırma,
onlara öğüt ver."(Nisa, 4/63) "Ve cahillerden yüz çevir."(A'râf, 7/199) "Onlardan
yüz çevir." (En'âm, 6/68) ve "Bizden yana her bakımdan selamette olunuz. Biz
cahillik edenleri aramayız." (Kasas, 28/55) âyetleridir. Râzi der ki: Bir
kısım tefsirciler bu âyetin "savaş" emrinden önce inip sonra savaş emri ile
hükmünün kaldırıldığı görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, bunun
kabul edilmeye daha çok vesile olan şeyler hususunda Allah'ın iznine tutunmak
olduğunu ve bu gibi hususların hükmünün kaldırılamıyacağını söylemişlerdir
ki, en sahih olan da budur"
11. Ama onlar
kötülüklerinde devam edip gitsinler mi? diye kalbe bir sıkıntı ve şüphe gelmemek
ve bunun kesinlikle geçici olacağı anlatılmak için de buyruluyor ki, ve bana
bırak o nimetler içinde zevk sürerek rahat yaşamak isteyen bolluk içindeki
inkârcıları ve mühlet ver onlara biraz. Keşşâf'ın açıkladığına göre "na'me",
Fatiha'da geçtiği gibi bolluk ve nimet içinde yaşama; ni'me, nimet vermek;
nu'me ise, sevinç ve neşe mânâsınadır. "Refah sahipleri, zevkine düşkün kimseler"
demektir ki, Kureyş'in ileri gelenleri böyle idi. Dilimizde de bilindiği gibi
"sen onu bana bırak" demek, "ben onun tamamen hakkından gelirim" demektir.
Yani, "sen yorulma, merak etme, onları sedece bana bırak ve acele etme, onlara
çok değil biraz mühlet ver, ben onların tam olarak haklarından gelmeye ve
cezalarını vermeye yeterim."
12. Çünkü
bizim yanımızda. Sende olmayan ve başkalarının yanında bulunmayan nice tomruklar
görülmedik ağır ağır bukağılar ve son derece salgın bir ateş var.
13. Ve boğaza
takılan bir yiyecek, zakkum, irin, zehirli ve dikenli bitki gibi ki, boğaza
girdi mi ne yutulur, ne çıkarılabilir. Ve her acıdan daha elem verici, dayanılmaz
bir azap vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu âyeti okuduğu zaman haykırdığı
rivayet edilir.
Hasan Basri
bir gün oruçlu iken iftar edeceği sırada kendisine bir yemek getirilmiştir.
Tam o anda bu âyet aklına geliverdi, "yemeği kaldırın" dedi. İkinci akşam
konuldu, yine hatırana geldi, yine "kaldırın" dedi. Üçüncü akşam yine öyle.
Sâbit-i Benânî'ye, Yezid-i Dabbî'ye ve Yahya el-Bekkâ'ya haber verildi, onlar
geldiler ve sonunda biraz kavut şerbeti içmeyince bırakmadılar.
Razî şöyle
der: Bu dört mertebeyi ruhani cezalar şeklinde yorumlamak da mümkündür: Enkâl,
nefsin cismâni ilgiler ve bedensel lezzetler bağına bağlanıp kalmasıdır. Çünkü
nefis dünyada bunlara sevgi ve arzu yatkınlığı kazanmış olduğu için bedenden
ayrıldıktan sonra hasret ve kaygısı artar, kazanç aletleri harap olmuş kalmamış
bulunduğu için, daha evvel elde ettiği meleke ve yatkınlık onun kurtulup da
ruh ve huzur âlemine geçmesini engelleyen engeller, tomruklar halini alır.
Sonra o ruhani bağlantılardan ruhani ateşler çıkar. Çünkü nefsin bedensel
durumlara aşırı meyli ile beraber onları elde etme imkanı bulamaması, bir
kimse aradığı şeyi bulamayınca gönlünün yanması gibi, şiddetli bir iç yanmasını
gerektirir ki, işte o ikinci mertebe, yani âyette anlatılan "cehim" dir. Sonra
da o yoksunluk tasalarını ve ayrılık elemlerini yutmaya uğraşır ki, işte bu
da "taâmen zâ gussa"dır. Daha sonra o bu içinde bulunduğu durumlar sebebiyle
ilâhî nurun tecellisini görmekten ve mukaddes varlıklar zincirine katılmaktan
yoksun kalır ki, bu da hepsinden şiddetli olan "azaben elima"dır. Razi bunları
söyledikten sonra özellikle şu hatırlatmayı yapmayı da unutmayıp şöyle der:
Sözüm yanlış anlaşılmasın. Ben, âyetten maksat, yalnız bu ruhani mânâlardır,
demek istemiyorum. Diyorum ki, âyet hem cismani, hem de ruhanî dört mertebenin
meydana gelmesini ifade eder. Âyeti her ikisine de yorumlamak imkânsız değildir.
Her ne kadar lafız, cismani mertebelere göre hakikat, ruhanî mertebelere göre
meşhur ve herkesin bildiği mecaz ise de. Yani genel mecaz ile hakikat ve mecazı
bir araya toplamak veya işaret ve delalet sahih olur.
Buna ipucu
(karine) da sûrenin başından beri gelen açıklamaların yalnız maddiliğe mahsus
olmaması ve elem ve sıkıntıların maddeden çok ruh ile ilgili bir iş olmasıdır.
Zira ruh ile ilgisi olmayan bir cansız varlığın yanarken azap çekmesi tasavvur
olunamaz.
14. Bunların
ne zaman olacağına gelince, yerin ve dağların sarsılacağı, ve o sivrilip duran
dağların erimiş kum yığınına döneceği gün. O gün yeryüzü dümdüz olacak. Burada
eriyen dağların olacağı anlaşılıyor ki, bu değişimde hepsi sarsılmakla beraber
özellikle büyüklerinin yıkılacağına işaret vardır. (Hâkka Sûresi'ne bkz.)
15. Buraya
kadar hitap Peygamber (s.a.v)'e idi. Peygamber'i bu şekilde hazırladıktan
sonra, ilk önce âyetlerin iniş sebebi olan Mekke müşrikleri dahil olmak üzere
inkârcılara hitap edilerek Hz. Muhammed (s.a.v)'in Peygamber olarak gönderildiğini
duyurmak için buyuruluyor ki: Haberiniz olsun, biz size bir elçi gönderdik.
Allah'ın emirlerini size ulaştıracak; üzerinize şahit, kendisine karşı yaptıklarınıza
şahit olarak inkârlarınıza, yalanlamalarınıza o kıyamet günü aleyhinizde tanıklık
edecek. Aynı şekilde biz Firavun'a da bir elçi göndermiştik. O Musa idi. Bu
benzetmede üç mânâ vardır.
BİRİSİ, Bakara
ve Saff sûrelerinde geçtiği üzere Tevrat'ta Hz. Musa'ya hitaben son Peygamber
hakkında "Senin gibi bir elçi" diye haber verilmiş olan elçinin bu elçi olduğunu
açıklamaktır.
İKİNCİSİ,
o vakit Mekke Cumhuriyeti'ni idare eden müşriklerin Firavun gibi zalim ve
zorba olduklarına işarettir.
16. ÜÇÜNCÜSÜ
de netice olan şu korkutmayı anlatmaktır. Ki Firavun o elçiye isyan etti de
biz o Firavun'u korkunç bir tutuşla tutup, alıverdik.
17. Firavun'un
durumu böyle olunca inkâr ettiğiniz takdirde siz nasıl korunabilirsiniz? Yeni
doğmuş çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız?
Bu o kadar korkunç, o kadar şiddetli acı bir gündür. Çünkü "gam ve keder saç
ağartır" diye bir darb-ı mesel vardır. Bununla beraber bunda o günün gelmesine,
yeni neslin ihtiyarlık çağına girecekleri bir zaman kadar süre bulunduğuna
ve kuşaktan kuşağa olacak değişikliklere bir işaret de olabilir.
18. O gün
sebebiyle gök çatlayacaktır. O öyle dehşetli bir gün ki yalnız dağlar erimek,
çocuklar kocalmakla kalmayacak, o yüksek gök bile yarılıp ayrılacak, ilâhî
emir gelip yeni bir âlem kurulacak. Böyle şey olur mu? denilmesin. Allah'ın
vaadi yapılagelmiştir.
19. İşte (bu
hatırlatmaları, bu uyarıları kapsayan) âyetler bir tezkire yani bir öğüt ve
nasihat mânâsı taşıyan bir duyurudur. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.
O günün şiddet ve dehşetinden korunmak ve Rabbine esenlik içinde ermek için
iman, itaat ve güzel amelle Allah'a yaklaşmaya çalışır.
Meâl-i Şerifi
20. Rabbin,
senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını,
seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece
ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi
affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden
hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah
yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan
kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel
bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz
her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız.
Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
20. "Senin
Rabbin biliyor ki." Yukarda geçtiği gibi, bu âyetin sonradan inip sûrenin
başındaki "gece kalk" emrini hafifletmiş ve değiştirmiş olduğunda ittifak
vardır. Ancak yine Mekke'de mi, yoksa sonradan Medine'de mi indiğinde ve hafifletme
ve hükmünü kaldırmanın nasıl olduğunu belirlemede ihtilaf edilmiştir.
Hz. Aişe'den
bu âyetin "Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk" âyetinden sekiz ay sonra inip
baştan fariza gibi yazılmış olan gece kalkışı (namazı)nı farza çevirerek fazlasını
kaldırmış ve nafile olarak bırakmış olduğuna dair de bir rivayet vardır. Lakin
İbnü Cerir'in yazdığı bu rivayetin dış görünüşüne bakılırsa, bütün sûrenin
Medine'de inmiş olması gerekiyor. Oysa sûrenin baş kısmının Mekke'de inmiş
olduğunda bir ihtilaf görülmüyor.
İbnü Abbas'tan
da şöyle rivayet edilmiştir: "Müzzemmil sûresinin başındaki "azı hariç gece
kalkıp ibadet et" emri müminlere çok zor geliyordu. Ramazan ayında olduğu
gibi geceyi ibadetle geçiriyorlardı. Sonra bu hafifletildi. Yüce Allah merhamet
buyurdu da bundan sonra, "Allah sizin içinizde hastalar, yeryüzünde gezip
Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler... olacağını bilmiştir.. ondan kolayınıza
geleni okuyun." âyetini indirdi. Allah'a hamd olsun, genişletti de daraltmadı.
Bu sûrenin baş tarafının inişi ile sonunun inişi arasında bir sene oldu."
Katâde'den
rivayet edildiğine göre, âyeti indi. İnsanlar bir sene veya iki sene gece
ibadeti yaptılar. O derece ki ayakları ve baldırları şişerdi. Nihayet "Kur'ân'dan
kolay geleni okuyun." âyeti indi de insanlar istirahat etti.>
Hasen'den
de şöyle rivayet edilmiştir: âyeti inince müslümanlar bir sene gece ibadet
ettiler. Kiminin gücü yetti, kiminin yetmedi. Sonra bunun serbest bırakıldığını
gösteren âyet indi. Allah'a hamd olsun, farzdan sonra nafile oldu.
Abd b. Humeyd'in
Yakub, Ca'fer kanalıyla, Saiyd'den yaptığı rivayette ise yüce Allah Peygamberine
âyetini indirdiğinde Peygamber (s.a.v) bu hal üzere on sene kaldı. Gece Allah'ın
emrettiği şekilde kalkardı, ashabından bir grup da onunla beraber gece ibadet
ederlerdi. Yüce Allah on seneden sonra, "Muhakkak Rabb'ın biliyor" diye başlayan
bu âyeti "Ve namazı kılın" bölümüne kadar indirdi. On seneden sonra, bu emri
hafifletti.
Bazıları da
bu âyetinin Medine'de inmiş olduğu görüşündedirler. Ebu Hayyan buna çoğunluğun
görüşü demiş ise de öyle görünmüyor. Deniliyor ki bu âyetin Medine'de indiğini
söyleyenler, bu âyette "zekâtı verin" emrinin bulunmasını göz önüne almışlar.
"Zekât Medine'de farz kılınmış olduğu için bu âyetin de Medine'de inmiş olması
gerekir." demişlerdir. Buna cevap olarak da, "Medine'de farz kılınan asıl
zekât olmayıp, Berae sûresi âyeti gereğince harcanacak yerlerin ve hisselerin
belirlenmesi" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mekke'de inen sûrelerde de asıl
olarak zekâtla ilgili âyetler bulunduğu inkâr edilemez. Bizim kanaatımıza
göre bu âyetin Medine'de inmiş olduğunu andıran bir ipucu daha vardır. Bu
da, "Diğerleri de Allah yolunda savaşacaklar." bölümüdür. Zira bunda Allah
yolunda savaşa izin mânâsı vardır. Oysa savaş izninin Medine'de verildiğinde
ittifak vardır. Gerçi burada "savaş edin" veya "savaşa izinlisiniz" denilmiyor.
"Savaşacaklar" veya "savaş edenler olacak" diye haber veriliyor. Geleceğe
ait olsa da, derhal neshedilmenin sebeplerinden sayılması ve açıkça söz konusu
edilmesi, savaşa hazırlanmayı sağlama mânâsında bir izne delalet etmiyor da
değil. Halbuki bunun dışında Mekke'de inen herhangi bir âyette savaştan açıkça
söz edilmemiş olması göz önüne alınırsa, bu âyetin Medine'de inmiş olması,
bize bu âyette "zekât verin" bölümünün bulunmasından daha açık görünüyor.
Tefsirciler ise bundan söz etmemiş, yalnız zekât emri dolayısıyle ihtilafı
nakletmişlerdir. Bütün bunları düşünüp inceledikten sonra şu kanaat meydana
geliyor ki, bu âyetin hepsi değilse bile, en azından bir iki cümlesi Medine'de
inmiş olmalıdır. Bununla beraber, hangisi olursa olsun, bu âyet, sûrenin başındaki
"gece kalk" emrinin şiddetini, miktarını hafifletmiştir. Beş vakit namaz farz
kılındıktan sonra akşam ve yatsı, gece ibadetinin bir parçası olarak kalmış
ve teheccüd namazının vacipliği nafileye dönüşmüştür.
Buyuruluyor
ki: Gerçekte Rabb'in biliyor ki kuşkusuz sen, gecenin üçte ikisine yakın bir
kısmını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçiriyorsun. Demek ki, gece ibadetin
en uzun süresi, "veya yarıyı biraz artır" âyetinden anlaşıldığı gibi üçte
ikiden biraz eksik; ortası, gecenin yarısı; en azı da "veya yarıdan biraz
eksilt" âyetinin gösterdiği gibi, üçte bir oluyordu. Bu kırâette lâfızları
mansub olarak kelimesine bağlanmıştır.
EDNÂ, yakın
veya en az demektir. Nâfi, Ebu Amr, İbnü Âmir, Ebu Cafer ve Yakub kırâetlerinde
ise, kelimeleri kelimesine bağlanarak şeklinde mecrur okunur. Buna göre mânâ,
"sen gecenin üçte ikisinden, yarısından ve üçte birinden az kalkıyorsun" demek
olur. Bu durumda gece yapılan ibadetin en uzun süresi üçte ikiden az, yarım
veya biraz fazla; ortası yarımdan az üçte bir; en azı da üçte birden az, dörtte
bir kadardır. Şu halde oniki saatlik bir geceden en az üç veya dört saat;
ortası dört veya beş saat; en fazlası da altı veya yedi saat kalkılıyormuş
demek olur. Sen de kalkıyorsun, seninle beraber olanlardan bir grup da. Yani
ashabından bir cemaat da kalkıyor. Demek ki, hepsi değil, demek ki hepsine
farz değildi veya hepsi dayanamıyordu. Geceyi de gündüzü de Allah takdir eder.
İkisinin de gerçek miktarını ancak o biçer ve o bilir. O, bütün zamanı bilir.
Başlangıcı
olmayan ilmiyle bilmiştir ki siz onu, o gecenin takdirini sayamazsınız. Bunda
iki mânâ vardır. Birisi, her gecenin saatlerini bütün parçalarıyla eşit ve
tamamen sayacak şekilde takdir edemezsiniz. Çünkü gece ve gündüz değişir.
Geceyi bölümlere ayırdıkça ortaya çıkan kesirleri takdir etmek insanın gücü
dışında olup sonsuza kadar gider. Uyku halinde ise ayırma gücü bulunmaz. Bu
nedenle bu emri tam olarak yerine getirmek hepinizin yapabileceği bir iş olmamakla
beraber, sen ve bazı ashabın gibi, bunu yapacak olanlarınız da bir tedbir
olsun diye fazlasını tutarak zahmet ve sıkıntılar çekersiniz.
"Onu sayamazsınız"
fiilinin sonundaki zamirin "takdir" kelimesinin yerini tuttuğu kabul edilerek
verilen ve Keşsâf'ın ve birçoklarının tercih ettiği bu mânâ aslında doğru
olmakla beraber, bu yalnız geleceğe ait değil bu emir verilirken de böyle
olduğu için, buna göre başta verilen emrin pek yerinde olmamış olması gibi
yanlış bir düşünce akla getirebilir. Bunun için kelimesinin sonundaki zamiri,
Taberi'nin rivayet ettiği gibi "gece ibadet etmek" isminin yerini tutan bir
zamir kabul ederek takdir ve saymayı şu mânâ ile anlamak daha sade ve pürüzsüzdür:
Daha ilerde hepiniz bu gece ibadetini başaramazsınız, baş edemezsiniz. Geceyi,
gündüzü, zamanların şu anda ve gelecekte uğrayacağı bütün değişiklikleri takdir
eden ve bilen Allah, sizin bu gece ibadetini ileriye doğru hepinizin tamamıyla
yerine getirmeye güç yetiremiyeceğinizi, başaramıyacağınızı ezelden bilmiş
ve bu şekilde "gece ibadet et" emrini verirken de, bunu bilerek aslında geçici
bir süre için olmak üzere ilk olarak sûrenin başında işaret edildiği gibi,
ilerisi için bir hazırlık mahiyetinde vermiş, şimdiye kadar o hazırlık yapılmış,
bundan sonra ise işin genişlemesi ve genelleştirilmesi kastedilmiş ve hepinizin
bu zor ibadeti hakkıyla yapamıyacağı da Allah katında bilinmiş olduğundan
onun değiştirilmesi ve hafifletilmesi zamanı gelmiştir.> Onun için Allah sizlere
ilim ve lütfu ile yeniden baktı. Tevbe edip durumlarını düzelterek kendisine
baş vuranlara, tevbelerini kabul etmek suretiyle tekrar bakıp merhamet buyurduğu
gibi, sizlere de yeniden lütuf ve merhametiyle baktı. O zor ibadetin ağırlığını
kaldırıp kolaylaştırarak yeniden şu emri verdi: Bundan böyle Kur'ân'dan kolay
geleni okuyun. Gece ibadetinden, kırâetten büsbütün vaz geçin değil, asıl
"gece kalk" emrinin hükmü kaldırılmıyor, yine kalkın. Fakat gecenin yarısı
veya daha azı veya daha çoğu miktarlarıyla ve uzun uzadıya tertil üzere okumak
kaydına bağlı olmadan, "Kur'ân" ve "kırâet" denilebilmek şartıyla, ne kadar
kolayınıza gelirse o kadar okuyun, o kadar gece ibadeti yapın.
Burada zikredilmesi
gereken üç mesele vardır:
BİRİNCİSİ,
Kırâet. Bunda iki görüş vardır. Tefsircilerden birçoğu demişlerdir ki, "gece
kalk" emrine tam olarak uygun düşebilmesi için burada kırâetten maksat namazdır.
Kırâet namazın rükünlerinden olduğu için, namazın bir bölümü zikredilip tamamı
kastedilmiştir. Nitekim kıyam, rüku ve sücuddan herbiriyle de böyle namazın
tamamı anlatılmış olur. Buna göre mânâ, "gece namazından kolayınıza geldiği
kadar kılın" demektir. Namaz mânâsı kastedilmiş olması nedeniyledir ki, önceki
zor olan gece kıyamı kaldırılmış, onun yerine kolayı emredilmiş olur. Buna
akşam ve yatsı namazları diyenler olmuş, teheccüd namazının vacip olma hükmü
kaldırılarak nafile yapıldığını veya tercihe bırakıldığını söyleyenler olmuştur.
Gerçekte bu kırâette namaz veya kıyam kaydı gözetilmediği surette "gecenin
birazı hariç olmak üzere kalk" emrindeki zorluğun "Kur'ân'dan kolay geleni
okumak"la hafifletilmiş veya kaldırılmış olması gerekmez. Olsa olsa bu emir
yalnız "Kur'ân'ı yavaş yavaş, güzel güzel oku" emrine karşılık olmuş olur.
Oysa bu âyetin devamı, zorluğun hafifletilmesi içindir. Âyette geçen "kolay
geleni" ibaresi de bunu gösterir. Mecaza götüren şey ve karine (ipucu) de
bu demek olur. Ancak bu durumda "Kur'ân" isminin de "Çünkü sabah namazı şahitlidir."
(İsrâ, 17/78) âyetinde olduğu gibi kırâet mânâsına mastar olarak "namaz"dan
mecaz olması ve okumanın kolaylığının da daha sonra değil, erkânından bulunduğu
namazın kolaylığı dolayısıyle düşünülmesi gerekir. Bunlar ise görünen mânânın
pek aksinedir. Bunun için hem Kur'ân ve kırâetin hakikat mânâsının korunması,
hem de namaz mânâsının gözetilmesi için "gece kalk" âyetinde "namaza kalk"
takdirinde namaza kalkmak mânâsı ile söz konusu edilen kıyamı "fâ" harflerinin
bir sıralama ifade etmesi karinesinden yararlanarak burada da okumaya kayıt
olarak düşünmek yeterlidir ki, mânâ: yani, "namazda Kur'ân"dan kolayınıza
geleni okuyun", o kadarı yeterlidir, demek olur ve hafifletme, sözün mânâsından
anlaşılmış olur.
Diğer bazı
tefsirciler ise, okuyun emri, gece namazla değil, Kur'ân'ın kendisini okumakla
ilgili emirdir. Dolayısıyla her gece en az elli âyet okumalı" demişlerdir.
İKİNCİSİ,
emrin görünen mânâsı yine vücub yani gereklilik içindir. Yani gece ibadet
ve okuma yine farz, ancak önceki gibi sayılamayacak şekilde çok olmak şart
değil, kolayına geldiği kadar demektir. Bu şekilde bunun da hükmünün kaldırılması,
ikinci "okuyun" ve "namazı kılın" emirleriyle gerçekleşmiş olur. Maksat yalnız
Kur'ân okumak olduğuna göre de, her gece biraz Kur'ân okumak bu şekilde farz
olmuş olur. Bu ise namazda olabileceği gibi, namaz dışında da olabilir. Fakat
bazı tefsirciler, "kolaya gelen" sözünden, bunu kişinin isteğine bırakmak
mânâsı anlaşılacağına dayanarak bu emrin nafile için veya mübah olmak için
olduğu kanaatına varmışlardır ki Ebu Hayyan buna "çoğunluğun görüşü" demiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ,
"Kur'ân'dan kolay gelen." Kur'ân'dan kolay gelen ne kadar olabilir? Mutlak
mânâda düşünülmesi durumunda güç dahilinde olarak yormayacak, zahmet vermeyecek
kadar demek olacağından bu ise kişilerin ve durumun şartlarına göre değişebileceğinden,
âyetin görünen mânâsına göre bu miktarın ne olacağı belirlenemez. Bununla
beraber bunu mutlak şekilde okumak mânâsına yorumlayanlar, gelenekleri ve
atalarımızın alışkanlıklarını göz önünde bulundurarak "en az elli âyet olmalıdır"
demişlerdir. Fakat her farzda esas olarak sabit bir miktar belirlemek zaruri
olduğu için namazın bir rüknü olarak farz olan kırâetin en az ne kadar olacağı
hususunda İmam-ı Azam Ebu Hanife'den üç rivayet vardır: 1. En az, kısa bir
âyet olmalıdır. 2. Kur'ân ismi verilecek ve bir insan sözüne benzemeyecek
kadar olmalıdır. 3. En az üç kısa âyet veya bir uzun âyet olmalıdır. Çünkü
en kısa sûre, üç kısa âyetten meydana gelmiştir. Bu rivayet, İmam Ebu Yusuf
ile İmam Muhammed'in de görüşüdür. Fetva da buna göre verilmektedir. İmam
Mâlik ve İmam Şâfii: "En az Fatiha okumak farzdır. Zira "Fatihasız namaz yoktur."
hadisi bunu ifade eder demişlerdir. İmam-ı Azam vacip ile farzın arasını ayırarak
bu hadis ile namazda Fatiha'yı okumanın vacip olduğu sabit ise de "Kur'ân'dan
kolay gelen" âyeti ile sabit olan farzlığın mutlak olduğu ve dolayısıyla kasten
Fatiha'nın terk edilmesi durumunda namazın yeniden kılınması gerekirse de
unutarak terk edilmesi ve sehiv secdesi yapılmaması halinde vakit geçmiş ise
o namazı tekrar kılmanın vacip olmayıp müstehab olacağı görüşüne varmıştır.
Burada bir
de şuna dikkat etmek gerekir ki, "Kur'ân'dan" sözünün başındaki ittifakla
daha önce geçen ve "şey" mânâsına gelen yı açıklamaktadır. Dolayısıyla "Kur'ân'dan
kolay gelen şey" sözü, Kur'ân'dan bir parça mânâsına yorumlanır. Yani bir
sûre veya bir ya da birkaç âyet gibi yine "Kur'ân" demek sahih olan bir parça
okuyun demektir.
Şimdi bu kolay
olmanın ve daha önce yapılması emredilen hükmü kaldırmanın gelecekle ilgili
olmak üzere hikmeti açıklanarak buyruluyor ki, Allah, başlangıcı olmayan ilmiyle
bildi ki, sizin içinizde hastalar olacak diğer bir takımları da olacak.
Allah'ın lutfettiklerinden
bir şey aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, ticaret için şuraya buraya
yolculuğa çıkacaklar. Diğer bir takımları da olacak, onlar da Allah yolunda
çarpışacaklar, cihat edecekler. Bunlar için ise, yukarıda sözü edilen gece
ibadeti imkânsız olacak, bu emri yerine getiremiyecekler.
Burada Allah'ın
lütfundan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah
yolunda çarpışacak mücahitlerin yanyana zikredilmiş olmalarında bunların ikisinin
de mükâfatta birbirlerine yakın olduklarına işaret vardır. Beyhaki "Şuab-ı
İman" da ve daha başkaları Hz. Ömer (r.a)'in: "Bana ölümün geleceği haller
içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir dağın iki bölüntüsü
arasında Allah'ın lütfundan bir şey aradığım sırada ölümün bana gelmesidir."
dediğini ve bu âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. İbnü Merduye'nin İbnü
Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Her kim müslüman
şehirlerden birine bir yiyecek getirir de onu günün fiyatıyla satarsa, kesinlikle
Allah yanında onun bir mevkii olur." buyurmuş, sonra da şunu okumuştur:
Kısacası bunlar
ve bunlar gibi gözetilmeleri ve çalışmaları gereken bir takım mazeretli kişilerin
gece ibadetini başaramıyacaklarını Allah bildiği için bundan böyle, ondan,
yani Kur'ân'dan kolay geleni okuyun ve sade farz olan vakit namazını kılın
ve zekâtı verin ve Allah'a güzel bir ödünç takdim edin yani ilerde sevabını
almak üzere iyi niyetle ve samimiyetle, ödünç verir gibi hayır yolunda harcamalar
yapın. (Bakara, Hadid ve Teğabün sûrelerinde ve diğer sûrelerde geçen benzerlerine
bkz.) Çünkü nefisleriniz için önceden her ne hayır yapıp gönderirseniz Allah
yanında onu hayır ve mükâfatı daha büyük olarak bulacaksınız, hem de Allah'tan
mağfiret dileyerek bütün hallerinizde sizi bağışlamasını isteyin. Çünkü Allah
çok bağışlayan, çok merhamet edendir. İsteyenleri, bağışlaması ve rahmetiyle
arzuladıkları şeye ulaştırır. "Allah'ım! Peygamberlerin efendisi olan Resulüne
(s.a.v) indirdiğin Kur'ân hürmetine bizlere ve iman ile bizleri geçmiş olan
kardeşlerimize mağfiret buyur, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.
Amin.!