72-CİN:
Biz bir tek
kişiye de nefer deriz. Arapça'da ise bu kelimenin şöhret bulan kullanılışı,
üçten ona kadar kişiyi ifade etmek içindir. Alûsî'nin açıklamasına göre fasih
Arapça'da ondan yukarısı için kullanılır. Erkeklere hatta insanlara da mahsus
değildir. Çünkü burada cinler için de kullanılmıştır. "Mücmel"de şöyle yazılıdır:
(Reht) ve "nefer" kelimeleri kırka kadar kullanılır. Aralarındaki fark; reht,
bir ataya ait olur, neferde ise öyle değil, nefer, kavim mânâsına da kullanılır
ki, "Nüfusça da daha kuvvetli." (Kehf, 18/34) âyetinde de bu mânâdadır. İmam
Kirmanî de, "nefer'in lugat örfünde diğer bir mânâsı vardır, o da 'erkek'tir"
demiş ve bir sahih hadisin bu mânâ ile tefsir olunduğunu söylemiştir. Demek
ki bizim dilimizdeki nefer bu mânâdan gelmiştir.
"Gerçekten
dinledi" Bu bütün kırâetlerde ittifakla üstün okunur. Çünkü cümle mechul (edilgen)
fiilinin nâib-i faili yerindedir. Buna bağlananlar da böyle üstün okunmak
gerekir. Terkibindeki zamir herhangi bir ismin yerini tutmamaktadır. Böyle
zamirlere "şân" zamiri denir.
"Dediler
ki: Biz" Bu ile başlayan cümle, "dediler" fiiliyle nakledilmek istenen sözün
ne olduğunu gösterir. Onun için bu tür cümlelerdeki bütün kırâetlerde esre
okunur. Buna bağlanan diğer cümlelerde de hemzenin esre okunması gerekir.
2. "Hidayete"
Hak ve doğruya. Bu sûrede bu ve bundan sonra gelenlerin birbirlerine bağlanması
önemli meseledir. Kırâetlerin bazısında üstün, bazısında esre okunmuştur.
Bazılarında esre bazılarında üstün okuyanlar da vardır. Esre okunan kırâetlerde
"Biz işittik" cümlesi üzerine bağlandığı açıktır. Yani, "biz işittik dediler",
"beyinsizimiz Allah hakkında saçma sözler söylüyordu, dediler", şöyle söylediler,
şöyle söylediler demektir. Üstün ile okunmasında ki, bizim Hafs kırâetinde
ve mushaflarımızda böyledir, bunda incelikler vardır. Bazıları bunun, yani
nun, "ona inandık" cümlesindeki 'nin mahalline veya yine bunun şeklinde takdir
edilerek zamiri üzerine bağlanmış olup, "dinledik de ona ve şu, şu hakikatlere
iman ettik" demek olur. Bu şekilde bunlar da cinlerin sözleri cümlesine dahil
olur. Arada ve sonunda bunlardan bazıları da 'deki üzerine bağlanır ki, onlar
cinlerin sözlerinden hikâye olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından vahyolunan
kelâmlar olarak düşünülmelidir. Nitekim, "Onlar dosdoğru gitselerdi" ve "Mescitler
Allah'ındır" âyetleri böyle doğrudan doğruya vahy oldukları için kırâetlerin
hepsinde üstün okunmuştur. Bunlar cinlerin sözleri olarak hikâye edilmemiştir.
Arada "Onlar zannettiler", "Biz zannettik", sonra "O kalkınca" âyetlerinde
iki türlü okunma ihtimali vardır. Biz bunları meâlde, "doğrusu", "hakikat"
ve "gerçekte" gibi tabirlerle göstermeye çalıştık.
3. Bütün bunlarda
rüşd'ün akla uygun ve doğru olan yolun bir izahı vardır. "Rabbımızın şanı
çok yücedir".
CEDD, Kâmus
yazarının "Besâir"de açıklamasına göre bu maddenin aslı, düz araziyi baştan
başa geçmek mânâsınadır. Çalışma ve gayret, elbiseyi kesip biçmenin neticesi
olan yenilik, gece gündüz mesafe alma zımmında yardımcı olan ilâhî feyz, baht,
zenginlik, nasip, şan ve ululuk mânâlarında kullanılır. Bu münasebetle "büyük
baba" (dede) mânâsında kullanılması da bundan kaynaklanır.
Bu açıklamaya
göre cedd; iyi baht, kıymet ve onur, nasip ve kısmet mânâlarına geldiğinden
böyle bahtiyar ve mutlu kimseler "ashabu'l-cedd", "zevu'l-cedd" veya "mecdud"
denildiği gibi ululuk ve yücelik mânâsıyla da, "Herkesin gözünde büyüdükçe
büyüdü." denilir. Cimin ötresiyle ulu demek olur. "Baba olmadı, oğul da olmadı."(İhlas,
112/3) diye nitelenen yüce Allah'a nisbet edilince cedd, yüce Allah'ın bütün
varlıkları kapsamış olan başlangıcı olmayan şanı ve ululuğu, kendine özgü
zenginliği, bir de genel olarak bütün varlıklara özel olarak dilediklerine
olan yüksek feyiz ve yardımı mânâlarıyla açıklanır ki, burada birincisinin
kastedildiği açıktır.
4. "Bizim
beyinsizimiz" İblis, veya cin mânâsıyle cinlerin azgınları diye mânâ verilmiştir.
ŞETAT, sınırı aşmış, haktan ve doğruluktan uzak, saçma, ki o, beyinsiz kişinin
Allah'ın eşi ve oğlu olduğunu söylemesidir.
5. "Biz zannettik
ki" diye başlayan bu kısım, o beyinsizlerinin saçmalıklarına bu vakte kadar
ne sebeple aldanmış olduklarını açıklamaktadır. Bunun, üzerine bağlanması
düşünülebilr.
6. Burada
cinlerin öyle yalan ve saçmalıklara cesaret edebilmelerinin nedeni ve insanlar
üzerinde otorite kurabilmelerinin sebebi anlatılmış oluyor ki şudur: İnsanlardan
bazı kişiler cinlerden bazı kişilere sığınıyorlardı. Böyle sığınma dualarına
tılsım ve efsûn adı verilir.
Bazıları
şöyle der: "Bir adam ıssız bir vadide yatmak veya konup geçmek istediği ve
başına bir tehlike gelmesinden korktuğu zaman yüksek sesle, "Ey bu vadinin
azizi! Ben senin itaatinde bulunan beyinsizlerden sana sığınıyorum." der ve
böylece o vadideki cinninin kendisini koruyacağına inanırdı. Kuşkusuz bu inançtaki
kişiler başı sıkıldıkça veya herhangi bir amaca ermek istedikçe, işi, önce
cinne sığınmak olur. Ebu Hayyan'ın zikrettiği gibi Mukatil şöyle demiştir:
Araplar'da cinne sığınmak Yemen'de bir kavimden başladı, sonra Beni Hanife'ye
geçti, sonra Araplar'da yaygın hale geldi.
Burada cin
hakkında "ricâl" yani erkekler, adamlar kelimesinin kullanılması çok dikkat
çekicidir. Bazıları şöyle der: Cinler için erkekler, adamlar deyimi kullanılmaz.
Bu âyette geçen "ricâl" kelimelerinin ikisinden de maksat, insanlardan olan
erkeklerdir ki, buna göre mânânın şöyle olması gerekir: İnsanlardan bir takım
kişiler, cinlerin şerrinden, yine bazı insanlara sığınıyorlardı. Mesela, "bu
vadinin cinninden Huzeyfe'ye sığınıyorum." diyorlardı. Buna göre, "cinlerden"
sözü, "insanlardan" sözündeki gibi açıklayıcı mahiyette "adamlar"ın sıfatı
değil, bir başlangıç olarak "sığınıyorlar" fiiline bağlı bir mef'ul (dolaylı
tümleç)dür. Bu sığınış ise, ölmüş veya diri bir adamın ismine ve ruhaniyetine
veya kahinlere başvurmak gibi, fiilen o adamın kendisine başvurmak suretiyle
de olabilir. Bu mânâ da güzel bir mânâdır. Bu yorumda, cinlerin erkekliğini
ve dişiliğini gösteren bir yön yoktur. Fakat âlimlerin çoğunluğu, bu lerin
ikisinin de "erkekler"i açıklayıcı mahiyette onun sıfatı olmasını daha açık
görerek, "bu âyetin zahiri, cinlerin erkekleri ve dişileri bulunduğunu ve
onların erkeklerine de "ricâl" denildiğini gösterir" demişlerdir. Şu halde,
hiçbir hayvanın erkeğine "racül" denilmediği düşünülürse, burada insan karşılığı
zikredilen cinlerin başka bir hayvan olmayıp insanların içinde gizli yaratıklar
olmaları gerekeceğini düşünmek lazım gelir. Onun için biz, cinler hakkında
kullanılan "ricâl" tabirini, hakikatleri itibarıyla değil, görünüşleri itibariyle
olmasına yorumlamak istiyoruz. Özetle, insanlardan bir takım erkekler, cinlerden
bir takım erkeklere her ne şekilde olursa olsun sığınıyorlardı, da o sığınan
insanlar cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırıyorlardı.
REHAK, asıl
mânâsında örtmek, sarıp bürümek demek olduğu gibi, bir adamın arkasından yaklaşıp
çakmak mânâsına ve sefâhet yani, hafiflik ve ahmaklık mânâsına, kötülük ve
kargaşa, zulüm ve haksızlık yapmak, haram ve yasak işleri yapmaya koyulup
onlarla uğraşmak mânâlarına geldiğinden tefsirciler; günah, cüret ve taşkınlık,
hafiflik, geçimsizlik, kibir ve büyüklenme mânâlarına yorumlamışlardır. Yani
o adamlar cinlere sığınmakla cinleri şımartıyor, onların hafiflik ve taşkınlığa
cesaretlerini artırıyor; bu şekilde azgın cinler de Allah hakkında bile yalanlar
uydurarak cinlere ve insanlara zulüm ve sataşmalarını artırıyorlardı. İnsanlar
onlara sığınarak kurtulmak isterlerken, böyle yapmakla onlara yüz verip daha
çok tuzaklarına düşüyorlardı. Demek ki insanlara fenalığı cinlerden çok asıl
kendileri yapmış oluyor. Cinler insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar
veriyorlar. Onları alet ediniyorlar, onların sığınmasından kuvvet alarak sataşma
ve otoritelerini artırıyorlar. Şu halde insanlar yalnız Allah'a sığınsalar
da cinlere hiç önem vermeselerdi cinler onları saramazlardı.
7. Cinlerin
ve insanların Allah'a karşı böyle yalan ve taşkınlıklarına sebep olan beyinsizliklerinden
birisi de, "Onların zannetmeleridir." Bu cümlenin, başında bulunan "ve" (atıf)
bağlacı ile iki ayrı yere bağlanma ihtimali söz konusudur. Cinlerin birbirlerine
sözlerini anlatmaları durumuna göre "Onlar" zamiri, insanlara; "zannettiğiniz
gibi," hitabı da cinleredir. Yani cinler birbirlerine, "İnsanlar sizin zannettiğiniz
gibi zannettiler" derler. âyetine bağlanarak doğrudan doğruya vahy edilen
Allah kelâmı olduğuna göre zamiri cinlere hitabı insanlaradır. Burada âyetlerin,
böyle bir aşağı, bir yukarı bağlanmasında iki tarafa çakan şimşek gibi bir
parıldayış ve bu şekilde bir taraftan anlatılan zan kavramındaki çalkanışa,
bir taraftan da onların üzerine saldırılan alevlerin parıldayışına tam bir
uygunluk eşsizliği vardır. Yani, "Ey o cinlere sığınan insanlar! O cinler
de sizin gibi zannetmişlerdi ki...", yahut, "Ey o Kur'ân'ı dinlemiş olan cinler!
O size aldanan insanlar da sizin gibi zannetmişlerdi ki Allah ebediyen hiç
kimseyi göndermiyecek, yani insanlara hakkı ve doğruyu anlatır, sizlere haddinizi
bildirir, yalanlarınıza, taşkınlıklarınıza karşı başlarınıza ateşler yağdırır
bir Peygamber, bir Resul göndermeyecek zannetmişlerdi. Burada ba'sin, ahirette
ölüleri diriltip herkesin cezasını vermek mânâsı da akla gelirse de maksadın,
dünyada vaki olan Peygamber (s.a.v)'in gönderilişi olduğunu gelen âyetler
anlatmaktadır. Zira cinler o zamanların batıl olduğunu ve Peygamberin gönderilişine
inanmanın sebep ve delilini şu tecrübeleriyle anlatıyorlar.
8. "Doğrusu
biz göğü yokladık da onu şiddetli muhafızlar ve alevlerle dolu bulduk". Esasen
lems; dokunmak, elle yoklamaktır. Göğü yoklamak, ne var ne yok diye araştırmak
istemek, sınamak anlamlarında mecaz olduğu açıklanıyor.
HARES, bekçi
ve muhafız demek olan "hâris" kelimesinin çoğuludur. "Hadem" kelimesinin,
hizmetçi mânâsına gelen "hâdim" kelimesinin çoğulu olduğu gibi.
ŞÜHÜB de "şihâb
ın çoğuludur. Şihâb, esasen ateş alevidir. Nitekim, "Parlak bir ateş koru."
(Neml, 27/7) âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır. Bundan, gökte yıldız kayar
gibi kayan parıltılara da isim olmuştur. Mânânın özeti şu oluyor: Biz iman
ettik ki, "Allah kimseyi peygamber göndermiyecek, göndermez." zannı yanlış
imiş, biz yüce bir şahsın peygamber gönderildiğini anladık. Çünkü biz göğü,
o yüksek âlemi yokladık da onu şiddetli bekçiler, kuvvetli muhafız melekler
ve atılmaya hazırlanmış ateş gibi alevler, korlarla doldurulmuş bulduk.
9. Bilindiği
gibi biz, o gökleri dinlemek, haber almak için bazı mevkilerde otururduk.
Yani bazı yerlerde durup etrafı gözetler, gizli gök haberleri alır, onlarla
halkı şaşırtırdık. Fakat şimdi "her kim dinlemek isterse onu göz altında bulundurup
gözleyen, yakmaya hazır bulunan bir ateş parçası, parlak bir alev bulunuyor.
O Kur'ân'ın ve onu okuyan zatın karşısında cin ve şeytan böyle eriyecek bir
durumda kalıyor. İşte yüce Allah böyle birisini göndermiş ve âlemi böyle değiştirmiştir.
Burada çoğunlukla "şihâb"ın zahiri mânâsında ısrar ediliyorsa da biz bu ısrarda
mânâyı maddeleştirmekten başka bir yarar görmüyoruz. Asıl maksat, peygamberlik
nuru ve Kur'ân âyetleri ile hakikat âleminde parlatılan ve batıl fikirlere
karşı fırlatılan ateşi andırır uyarıları anlatmak olması daha yüksek bir mânâ
olduğu kanaatındayız. Zira hava olaylarından olan o ateşlerin Peygamberimizin
gönderilmesinden önce de olageldiği rivayetlerde de inkâr olunmuyor. Peygamberimizin
gönderildiği sıralarda denildiği gibi fazla birçok ateş yağmurları olmuş ve
bunlardan yıldız falcıları, kahinler, şeytanlar korkup türlü mânâlar çıkarmaya
çalışmış olsunlar. Fakat bu şekilde onlardan gök haberleri kesilmiş değil,
aksine çoğaltılmış ve kulak hırsızlığına daha fazla meydan verilmiş demek
olmaz mı? Oysa İbnü Abbas Hazretlerinin söylediği ve bu âyetinde anlattığı
mânâ, bu alevlerin, onlardan gök haberlerini kesmiş ve göğün kapılarını birer
zabıta memuru olarak tutmuş doldurmuş olmalarıdır. Bu ise onların morallerini
yıkıp yalanlarını, hafifliklerini ve taşkınlıklarını yakan hakikat alevlerini
anlatıyor ki, onlar Muhammed (s.a.v)'in göğünden parıldayan ateşi andırır
âyetler ve mucizelerdir ki, bunun karşısında insan ve cin şeytanlarının ödleri
kopmuş, dilleri tutulmuştur.
10. Bu tecrübeleri
yapmış olan cinler artık eskisi gibi gayptan dem vurmaya, gelecekten haber
vermeye kalkışmayıp yalan söylemiş olmaktan sakınarak ilerisi hakkında imanlarını
şöyle anlatıyorlar: Ve inandık ki, doğrusu biz bilmeyiz, bizim aklımız yetmez,
yeryüzündekilere bir kötülük mü murat edilmiş; yoksa Rableri onlara bir hayır,
bir başarı mı murat etmiştir. Yani daha önce yaptığımız gibi gayptan dem vurmaya
kalkışmayalım, biz gaybı, Allah'ın ne takdir ettiğini bilmeyiz. O, Allah'a
aittir. Dolayısıyle bu defa da o göğün korunmuş olmasından, o alevlerin parlayışından
yerdeki kimseler, insanlar ve cinler korunup da hayır mı görecekler, yoksa
korunmayıp da ateşlere yanarak zarar mı görecekler, orasını Allah bilir. Bu
konuda bize düşen kendimizi düşünmektir.
11. Bizim
bildiğimiz ve anladığımız şudur ki, doğrusu bizler, biz cinler içinde iyiler
de vardır. Onlar, iman edip hayra ermeye uygun ve elverişlidirler. Yine içimizden
öyle olmayan aşağılıklar da vardır. Onların hayra ermesi pek düşünülmez. Biz
bölük bölük, yol yol klik klik, sırımlar gibi dilim dilim, parti parti olmuşuz
yani hepimiz bir yolda birleşmiş değiliz ki, hakkımızda mutlak olarak hayır
veya şer diye bir hüküm verilebilsin.
12. Biz zannettik
burada zan, nefsin kesin kararı ile ilim mânâsınadır. Yani o Kur'ân'ı dinleyen
ve o tecrübeleri görüp bunları söyleyen biz cinler şunu anladık. Ki yüce Allah'ı
yeryüzünde asla aciz bırakamayız. Yeryüzünün neresinde olursak olalım, ne
kadar gizlenirsek gizlenelim, gerek böyle ihtilaf içinde kalalım, gerekse
birleşelim, her ne yapsak Allah'a karşı koyup da ondan kurtulmamıza imkan
ve ihtimal yok. Ve ondan kaçmakla da kurtulamayacağız. Yeryüzünde kalmayıp
da göğe kaçacak olsak yine onu aciz bırakamıyacağız, kendimizi ondan kurtaramıyacağız.
Ona iman ve itaat etmedikçe, nerede bulunsak bizi yakacak. Biz bunu tecrübeyle
anladık
13. ve bize
bunu anlatan o yol göstericiyi, o doğruya erdiren hidayet rehberi Kur'ân'ı
veya Peygamberi dinlediğimiz vakit de ona iman ettik. İman etmekte hiç tereddüt
etmedik bundan böyle her kim Rabbine iman ederse, yani onun birliğini ve büyüklüğünü
tanır, indirdiklerini doğrular, azabından korunur, ona sığınırsa, artık o,
ne hakkının yenilmesinden korkar ne de zillete düşmekten. Yani hakkı yenilmek,
mükâfatından bir şey eksiltilmek suretiyle zulme de uğramaz; gerek insan gerek
cin başka birisi tarafından hüküm altına alınıp zillete de düşmez. Bu korkuların
hiçbiri kalmaz. Zira Allah'ın ortağı yoktur. Onun güç ve kuvvetine karşı gelecek
kimse bulunamaz. Kısacası, insan ve cinne sığınanlar kendilerini kurtaramaz.
Ancak Allah'a iman edip de ona sığınanlar esenliğe erer. Onun için insanlar
cinne sığınmamalı, cinler de kendi beyinsizleri ve alçakları olan şeytanlara
uyup da insanları aldatmaya çalışmamalıdır.
14. Bununla
beraber biz cinlerin içinde müslüman olanlar, açıklandığı üzere Allah'ın birliğine
iman ve itaatle esenlik yolunu tutanlar da var. Kasıtlar, yani iman ve İslâm
yolundan sapıp da zulme gidenler de var. Fakat müslüman olanlar, işte onlar,
hayrı ve doğruyu arayan ve ona layık olanlardır. O halde o göğün korunmasıyla,
o peygamber göndermeyle onlar hakkında hayır murat edilmiş demektir.
15. Amma İslâm
yolundan sapanlar: Kâfirler, zalimler cehenneme odun olmuşlardır. Yanacaklardır,
onlar hakkında da şer murat edilmiş demektir.
16. "Eğer
yolda doğru gitselerdi." Bu âyetin başındaki 'in aslı, olup şeddesi kaldırılmıştır.
Sonunda aslında olup zikredilmeyen, hiçbir ismin yerini tutmayan ve zamir-i
şan denilen bir zamir vardır, demektir ve bu cinlerin sözlerinden değil, sözüne
bağlı olarak doğrudan doğruya vahyedilen Allah kelâmındandır. Yani o insanlar
ve cinler, anlatıldığı üzere hep o iman ve İslâm yolunda bir yön üzere dosdoğru
gitselerdi, elbette biz onların hepsine bol su sunardık, yani bol rızıklar
içinde yaşatırdık
17. ki onları
onun içinde imtihan edelim. Yani öyle hepsi doğru yolu tuttukları halde de
onları başıboş bırakıverecek değildik. Bu dünya imtihan dünyası olduğu için
bunun darlığı da genişliği de bir imtihandır. Sıkıntı içinde bir gayeye yürüyüştür.
Fakat hep rızık darlığı içinde imtihan vermekle, bolluk içinde imtihan vermek
arasında fark vardır. Onun için onlar o istikametle gitselerdi onları darlıklar
içinde değil, bol bol rızıklar içinde imtihan eder, o yüzden yükseltirdik.
Fakat onlar, o insan ve cinler öyle yapmadılar, çokları o öğüdü dinlemediler,
yüz çevirdiler her kim de Rabbinin zikrinden, vahiy ve öğüdünden, ibadetinden
yüz çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.
18. "Muhakkak
mescidler Allah'a aittir." Bu âyetin başındaki de kırâetlerin hepsinde üstünlüdür.
Diye başlıyan âyet gibi yukarıya bağlıdır. "De ki, bana mescitlerin Allah'a
ait olduğu vahyedildi." demektir. Yani mescitler hep Allah'ındır. Onun için
Allah'ın yanında başka birine dua ve ibadet etmeyin, ancak Allah'a ibadet
edin.
MESÂCİD,
bilindiği üzere "mescid"in çoğuludur. "Mesced"in çoğulu da olur. Mescid, secde
ile namaz ve ibadet için özel olarak ayrılmış olan yerlerdir. Ki lugatta,
müslüman olsun veya olmasın her milletin ibadet yerini kapsar. Örfte ise,
sadece müslümanların ibadet yeri için kullanılan bir kelimedir. Ayrıcalığına
dikkat çekmek için mekan bildiren isimlerin kural dışı kalıplarından olmak
üzere esre okunarak kıyastan ayırt edilmiştir. "Mesced" ise secde mânâsına
"mimli mastar" veya "secde etme yeri," "secde uzvu" mânâsına kurala uygun
mekan bildiren bir isim olur. "Yedi uzuv üzerine secde ile emrolundum." hadisinde
açıklandığı üzere bu yedi uzuv, alınla burun, iki el, iki diz, iki ayaktır.
Alın ile burun bir sayılmıştır. "Allah'ın mescitleri içinde Allah'ın isminin
anılmasını menedenden daha zalim kim olabilir.." (Bakara, 2/114) gibi yukarılarda
geçen bütün âyetlerde olduğu üzere burada da açık olan, ilk mânâ ile tapınaklardır.
Çoğunluğun görüşü de budur. Yahudi ve hıristiyanlar havra ve kiliselerinde
Allah'tan başkasına da dua ettiklerinden dolayı müslümanlara ihlaslı olmaları
emredilmiştir. Ancak bu sûre indiği zaman, müslümanlara ait mescidler yapılmış
olmadığı için bu âyette geçen "mesacid" kelimesini daha genel anlamıyla yorumlamak
üzere bir kaç izah şekli daha zikredilmiştir ki, bunlar şunlardır: "Arz bana
mescid ve temizleyici (veya temiz) kılındı." hadis-i şerifini göz önünde bulundurarak
bu âyetin tefsirinde Hasan Basri şöyle demiştir: Burada mesacid, arzın bütün
parçalarına işarettir. Arzın hepsi Allah tarafından yaratıldığı için, onların
üzerinde, yaratıcısından başkasına secde etmeyin demektir. Yahut "mesced"in
çoğulu olarak mimli mastar olmak üzere, secdeler yani namazlar Allah'a mahsustur.
Başkasına secde etmeyin demektir. Said b. Cübeyr de şöyle der: Secde azaları
olan mescedler Allah'ındır, yani Allah'ın yaratmasıdır. Dolayısıyla onlarla
Allah'tan başkasına secde etmeyin. Akıllı olan Allah'tan başkasına secde etmez
demektir. Atâ, İbnü Abbas'tan, "burada mesacidden maksat, Mescid-i Haram'dır"
diye de bir rivayet nakletmiştir. Bunun sebebi, Mescid-i Haram'ın birçok mescidi
kapsamış olmasıdır. Bu surette diğer mescitlerin hükmü bu âyetin metninden
değil, gösterdiği mânâdan anlaşılmış olur. Bunların her birinin bir dayanağı
ve yorumu bulunmakla beraber, en açık olan, âlimlerin çoğunluğunun dediği
gibi, genel olarak bütün tapınaklar demek olmasıdır.
19. "Allah'ın
kulu kalkıp ona yalvarınca" Burada lâfzı, Nâfi ve Asım'dan Ebubekir kırâetlerinde
şeklinde; Hafs'ta ve diğer kırâetlerin hepsinde şeklinde okunur. şeklinde
okunması, başındaki vav ile cinnin sözlerine bağlanmasından deniliyor. Bu
surette fiilindeki "onlar" mânâsına gelen zamir cinlerin yerini tutmaz. Lakin
buradan bir tek âyet arada cinlerin sözlerine bağlanınca yukarıki hoşluk ve
incelik görünmez. Onun için şeklinde okuyuşta baştaki vav atıf (bağlaç) olmayıp
Allah tarafından yeni bir cümle başlangıcı olması daha uygundur, şeklinde
okunması ise, "bana vahyedildi" diye başlıyan cümlelere bağlanmasındandır.
Bu şekillerde fiilindeki "onlar" mânâsına gelen zamir "cinlerin" veya "cinlerin
ve insanların" yerini tutar.
"Abdullah,"
Allah'ın kulu. Bu, vahiy kendisine indirilmiş olan Hz. Peygamberin kendisidir.
Allah'a kulluğunu yerine getirmede kendine özgü niteliği ile beraber alçak
gönüllülüğünü de göstermek için bu ünvan ile nitelenmiştir. Yani, bana şu
da vahyedildi ki: "O Allah'ın kulu, Muhammed, kalkmış ona dua ederken" ibadet
ederken o kulun üzerine keçeleneceklerdi, yani o dinleyen cinler aceleciliklerinden
çoğalıp kalabalıklaşarak etrafına öyle toplandılar ki, az daha keçe gibi birbirlerine
geçeceklerdi. Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir
dua dinliyorlardı. Cinlerin sözlerinden olmasına göre ise mânâ şu olur: "Cinler
kavimlerine şunu da söylediler: O Allah'ın kulu kalkmış Allah'a dua ederken
müşrik insanlar ona düşmanlıkla aleyhine öyle toplanmışlardı ki, az daha birbirlerine
geçip keçeleneceklerdi."
Katâde'den
rivayet edilen üçüncü bir mânâ daha vardır. Şöyle ki: İnsanların ve cinlerin
kâfirleri onun işini, üstlendiği görev ve daveti boşa çıkarmak için aleyhine
öyle toplanmışlardı ki, az daha birbirlerine keçeleneceklerdi. Fakat Allah
onu her halde korur, düşmanlarına karşı ona zafer nasip eder. Bu mânâ, iki
kırâete göre de uygun ve "Her kim Rabbine iman ederse, artık ne hakkı yenmek,
ne de zillete düşmek korkusu kalır."(Cinn, 72/13) âyetinin mânâsına da uygundur.
Her iki takdirde de, Peygamber (s.a.v)'e gıyabında meydana gelen maddî ve
manevî durumları ve hisleri haber vermek mânâsını taşır.
Bundan sonraki
emirler, âyetlerin akışıyla da gayet uygun düşer. Zira buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
20- De ki:
"Ben ancak Rabbime dua eder ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmam"
21- De ki,
"Haberiniz olsun, ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilirim, ne de bir
yol gösterebilirim."
22- De ki,
"Allah'tan beni kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığınacak bulamam."
23- "Benim
yapabileceğim, sadece Allah'tan size duyuru yapmak ve O'nun elçilik görevlerini
yerine getirmektir." Artık kim Allah'a ve onun elçisine baş kaldırırsa, ona
içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.
24- Kendilerine
vaad edilen şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısının en zayıf ve en az olduğunu
bileceklerdir.
25- De ki:
"Ben bilmem, o size vaad edilen şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun
bir süre mi koyar.."
26- O bütün
gaybı bilir. Fakat gaybını hiç kimseye açmaz.
27- Ancak
seçtiği elçiye açar. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar.
28- Bilsin
diye ki, onlar Rablerinin elçiliklerini yerine getirmişlerdir. Allah onlarda
bulunan her şeyi kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır.
20. De ki,
ben ancak Rabbime dua ediyorum ve ederim. Yani, niçin öyle üzerime veya aleyhime
keçeleniyorsunuz? Sizin bana şaşmanıza veya düşmanlık etmenize sebep yok.
Çünkü ben, yaratan Rabbime ibadetten başka bir şey yapmıyorum ve siz her ne
yapsanız ben ancak ona dua ederim ve Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam, başkasından
ne bir şey beklerim, ne de korkarım.
21. De ki,
ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilirim, ne de yol gösterebilirim.
Burada "zarar" karşılığında "fayda" nın zikredilmesi gerekirken, "sapıklık"
karşılığı olan "rüşd" ün zikredilmesinde bir tür "ihtibak sanatı" vardır.
Yani "ne bir zarar verebilirim ne de bir yarar. Sapıklığa düşürmem söz konusu
olmaz ya olsa olsa yol göstermem söz konusu olur. Fakat ben kendiliğimden
onu da yapamam. Eğer siz benim bir zarar vermemden korkarak veya bir fayda
ve yol göstericilik bekleyerek üzerime toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki
ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam, onu Rabbim yapar. Ben ancak
ona dua ederim. Onun için ondan korkun ve ne umacaksanız ondan umun, ey insanlar
ve cinler!" de. Bu emir, başkalarının durumu hakkında; şu emir de kendi durumu
hakkındadır:
22. De ki,
beni Allah'tan kimse kurtaramaz, yani Allah "Allah'tan başka hiç kimseye dua
etme!" buyururken, ondan başkasına dua ve ibadet edecek, emrine uymayacak
olursam Allah azap eder ve Allah'tan beni ne insan ne cin ne melek ne başka
birisi, hiç kimse kurtaramaz. Bu nedenle başkasına dua ve ibadet etmekte hiçbir
fayda yok, büyük zarar vardır. Fakat Allah isterse hiç birine zarar verdirtmez,
hepsinin düşmanlığından korur. Onun için sadece ona dua ederim. Ve ondan başka
bir sığınacak bulamam, gerek kendi azametinden ve gerek başkalarının düşmanlık
ve zararından sığınacak yer ve sığınılacak ancak O'dur. Her şey onun istediğini
yapmak zorundadır. Dua ve ibadet ancak ona olur. O halde ben böyle olduğum
gibi, siz de öylesiniz. Sizler de ne benden, ne başkasından korkmayın ve bir
fayda ve yol bulma ümidiyle bana sığınmayın, ancak Rabbimdan korkun ve ona
sığının.
Burada, biraz
sonra gelecek olan istisna hesaba katılmadan hüküm verilecek olursa, bu emirlerin
dış görünüşü Peygamber'den hiçbir ümit ve istekte bulunmanın caiz olmayacağını
zannettirir. Nitekim Vehhâbiler duada peygamberi vesile ve vasıta yapmayı,
"şefâat ya Resulallah!" demeyi Allah'a ortak koşma saymaya kadar gitmişlerdi.
Oysa istisna yapılıp cümle tamamlanmadan hüküm vermek doğru olmaz. Buna karşı
önce insan ve cinden şöyle bir sual gelir: "Pekiyi, senden bir zarar gelmesin,
fakat senden bir fayda ve yol bulma da ümit edilmeyecek ise, bu emir ve davet
ne oluyor? Sen Rabbine dua edeceksen et, başkalarını niye çağırıyor, niye
korkutuyorsun?" İşte böyle bir suale meydan bırakmamak için buyruluyor ki:
23. "Ben
ancak Allah'tan duyuru ve O'nun elçilik görevini yapabilirim." Buradaki istisna
yukarıki "Ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilir, ne de yol gösterebilirim."
cümlesinden istisnadır. kelimesi de ya mecrur olarak yakını olan Allah lafzına,
yahut kesre ile mansup olarak kelimesine bağlıdır. Size ne zarar verebilirim,
ne de doğru yolda gitmenizi sağlayabilirim. Bunların hiçbirini yapamam. Ancak
Allah'tan duyuru ve elçilik görevi hariç. Yahut Allah'tan ve onun elçilik
görevlerinden bir duyuru yapma işi hariç. Bunu yapabilirim. Ben Allah'ın elçisiyim.
Onun emrini duyurmak görevimdir, onu yaparım. Gerek zararına, gerek yararınıza
ait olsun, Allah emredince onu size duyururum. Bu emirleri yürütme işi ise
ona aittir. "Peygamberin vazifesi ancak duyurudur". (Mâide, 5/99) İşte Peygamber'den
beklenecek olan budur. Elbette Allah'tan kullarına resul ve elçi olan kişi,
"Bir de haklarında dua ediver. Zira senin duan onların kalplerini yatıştırır."(Tevbe,
9/103) emri gereğince kulları tarafından Allah'a elçi olmakla dua ve yalvarışa
dahi vesile ve vasıta olur. Hatta her mümin, mümin için dua eder ve etmekle
yükümlüdür. Müminlerin birbirlerinden dua istemeleri yasaklanmadığı gibi,
peygamberlerden, elçi olması nedeniyle dua istemeleri de yasak değildir. Onun
yapacağı dua, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına neden olur.
Kuşkusuz bu istisna, Peygamber'e çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
O Allah'ın
kulu böyle bir elçidir. O gerçi kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen
Rabbi her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabbine düşmanlık etmiş;
onu seven ve itaat eden de yine Rabb'ını sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan
dolayı elçiye isyan etmek Allah'a isyan etmek demek olduğu açıkça anlatılmak
ve isyan edenlere uyarı ateşleri fırlatılmak üzere şöyle duyuru yapılıyor
ki "Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse ona cehennem ateşi var. Onun içinde
ebedi kalacaklardır." Burada "ebedi olarak" kaydı, bu isyanın Allah'a ortak
koşarak ve onu inkâr ederek isyan demek olduğunu anlatır.
24. "Kendilerine
vaad edilen şeyi (azab ve kıyamet saati) duydukları zaman" hâlin gösterdiği
fakat ibarede zikredilmeyen bir fiille ilgilidir ki, mânâ şöyledir: "Seni
ve yardımcını zayıf ve adedini az sayan o isyankârlar o fikir ve isyanlarında
vaad edildikleri o azabı, o sonsuz cehennem ateşini görecekleri vakte kadar
ısrar edebilirler." Fakat onu gördükleri vakit kesinlikle bileceklerdir ki
yardımcısı en zayıf ve sayıca daha az olan kimmiş? Çünkü o zaman Allah'ın
o sonsuz azabından kendilerini hiç kimse kurtaramıyacak, kendilerini kuvvetli
ve çok zanneden bütün o insan ve cin asileri, ne kadar zayıf ve hiç olduklarını
anlayacaklardır.
25. "O ne
zaman?" diye sorulursa. Burada olumsuzluk edatıdır. demektir. Yani, de ki:
"Rabbimden bir duyuru olmayınca ben kendi aklımla bilemem. O size vaad edilen
şey, yakın mı? Yoksa Rabbim ona uzak bir gaye, uzun bir süre mi verir?. Kesinlikle
olacağı bildirildi, fakat yakınlığı uzaklığı bildirilmedi. İşin bu yönü bilinmemektedir,
bu yön gayptır.
26. O Rabbim
bütün gaybı bilir. Gaybın bağıntılı olanını da bilir, mutlak olanını da bilir.
GAYB, duygu
ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir. Birçok şey hadd-i zatında,
varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde birbirlerine göre gaip
olur. Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine göre hazır olduğu halde başkasına
göre gayp olur ve o kalp onun, başkasına göre gaybıdır. Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara,
2/3) bir mânâca "kalbe inanırlar" diye tefsir edilmiştir. Fakat onun ğaybı,
mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır. Yani mutlak mânâda gayb değil, başkasına
göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan doğruya veya işaret
ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah, henüz varlık âlemine gelmeyen, işaret
ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp olan şeyleri bildiği gibi,
henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona göre gayp yoktur. Fakat o kendi
gaybını, -yani bütün varlıklara göre mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri
bilen) isminin ortaya çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz. Açık ve
kesin şekilde gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye açmaz. Onun için
ne insan, ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez.
Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler edinilebilmesine
aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle mutlak
gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de aykırı değildir. Bununla beraber
bunların hiçbiri zan ve kuruntudan arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma
mânâsına kesin bir ilim olamaz. Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan
eden bilimsel araştırma ve buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler
çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan öte geçemez. Matematiksel bir
kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka; meydanda,
açık olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybını
kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.
27. Ancak
elçileri içinde seçip dilediği bir elçi hariç. Dilerse ona gaybından bazı
şeyleri açar. Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar
onun ya elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri,
hükümleri ve yaptırımları gibi elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili bilgiler
olur. Bu durumda da yine o elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine haber verilmiş,
bildirilmiş olanı bilir. Onun için o kıyametin kesinlikle olacağı bildirilmemiş,
"De ki, onun ilmi ancak Allah katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur. Fakat
o elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve
hayaller olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir? Bunu
açıklamak için buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden
ve arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler dizer.
Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şey karıştırılmaması;
cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale
ve karışma olmaması için gözetir, sokulmak isteyenleri yukarda açıklandığı
üzere ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah kelâmı, gizli
bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu
nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o gözetleyicilerin
dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden bir şey çalmak
ve bununla kahinlik yapmak için sokulmaya çalışırlar. Lakin yanaşıverenler,
onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile
taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine
mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir.
28. Yüce Allah'ın
böyle gözetleyiciler dizmesine ne gerek var, cinne şeytana sezdirmeden doğrudan
doğruya Peygamber'e açıklayıverse olmaz mı? denilmesin. Zira yüce Allah o
gözetleyicileri şunun için dizer ki, o elçi şunu bilsin bütün tanıklarıyla
apaçık yakinen şunu bilsin ki onu Allah'ın gaybından ona getiren elçiler,
gerçekten Rableri olan yüce Allah'ın kelâmını, gönderdiği emanetlerini olduğu
gibi, hakkıyla bildirmişlerdir. Ve o kelâmı açıklayıp gönderen yüce Allah,
gerek o gözetleyicilerin ve gerek o elçinin katında olan bitenin hepsini ilmiyle
kuşatmış, ve her şeyi sayısıyla, bütün ayrıntılarıyla zabıt altına alıp saymıştır.
İşte Allah, o elçi bütün bunları yakinen bilsin de ona göre görevini yerine
getirsin diye o gözetleyicileri kendisi dizer.
Hâkka Sûresi'nde
yemin edilen "Gördükleriniz ve görmedikleriniz"(Hâkka, 69/38-39) hakkında
üç sûre ile açıklama yapıldıktan ve Nûn Sûresi'nde "Elbette sen büyük bir
ahlâk üzerinesin." (Kalem, 68/4) diye nitelenen Peygamber'in kıymeti ve hakikati
ve vahyin cereyan ediş şekli anlatıldıktan sonra "gördükleriniz"e ait olmak
üzere görevine başlanması emrine geçilmek üzere bu sûreyi Müzzemmil Sûresi
takip edecektir.