Diyanet Vakfi = Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır.
Diyanet Vakfi = O, Allah'ın kendisine okunan âyetlerini işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki hiç onları duymamış gibi (küfründe) direnir. İşte onu acı bir azap ile müjdele!
Diyanet Vakfi = Ötelerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler de, Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiçbir fayda vermez. Büyük azap onlaradır.
Diyanet Vakfi = Allah o (yüce) varlıktır ki, emri gereğince içinde gemilerin yüzmesi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için ve de şükredesiniz diye denizi size hazır hale getirmiştir.
Diyanet Vakfi = O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.
Diyanet Vakfi = İman edenlere söyle: Allah'ın (ceza) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah her toplumu, yaptığına göre cezalandıracaktır.
Diyanet Vakfi = Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık.
Diyanet Vakfi = Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
Diyanet Vakfi = Çünkü onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda vermezler. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır; Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.
Diyanet Vakfi = Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!
Diyanet Vakfi = Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?
Diyanet Vakfi = Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.
Diyanet Vakfi = De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde biraraya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Diyanet Vakfi = O gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır, (onlara şöyle denilir:) «Bu gün, yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız!»
Diyanet Vakfi = «Allah'ın vâdi gerçektir, kıyamet gününde şüphe yoktur» dendiği zaman: Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz onun bir tahminden ibaret olduğunu sanıyoruz; (onun hakkında) kesin bir bilgi elde etmiş değiliz, demiştiniz.
Diyanet Vakfi = Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Siz Allah'ın âyetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün ateşten çıkarılmayacaklardır ve onların (Allah'ı) hoşnut etmeleri de istenmeyecektir.
Diyanet Vakfi = Göklerde ve yerde azamet yalnız O'nundur. O, azîzdir, hakîmdir.
Câsiye
45-CASİYE:
1- Mübtedâ
veya haber, veya yemin ve yahut nidâ (seslenmek, ünlem)dır.
2- "Bu kitabın
indirilmesi"
TENZİL: malum
masdar indirmek veya mechul masdar indirilmek, veya ism-i mef'ûl mânâsına
gelen masdar olup indirilme kitab mânâlarına gelebilir. Yani bu sesleri Allah'tan
kitap indirme, indirilmedir. Veya bu Kitap Allah'tan indirilmiş kitapdır.
Veya bir kimseye kitabın indirilmesi, elçiliğin verilmesi veya bu kitabın
indirilişi O, Aziz, Hakîm Allah'tandır. Kazançla yapılmaz, çalışmakla uydurulmaz.
Çünkü Allah, Aziz, emrinde gâlip ve tedbirinde hükm ve hikmet sahibidir. Bundan
dolayı bu kitap da aziz ve hakîmdir.
3- Şüphesiz
ki göklerde ve yerde müminler için nice âyetler (deliller) vardır. Yani delil
ve bürhana inanmak, tasdik etmek şanından olan kimseler için çok deliller,
hüccetler, alâmetler vardır ki Allah Teâlâ'nın varlığına, izzet ve kudretine,
hikmetine delâlet ederler. Şu halde imanı olanların gökleri ve yeryüzünü gözetleme
ve inceleme ile onlardaki âyetleri yavaş yavaş keşfederek delâlet ettikleri
ilâhî hikmetleri anlayıp meydana çıkararak ona göre güzel güzel hikmetli ameller
yapmaya çalışmaları gerekir. Onun için sonraki müslümanların bu âyetlerden,
bu ilimlerden gafil kalmaları mahvolmalarına sebep olmuş ve fenlerin tabiatçılar
elinde imansızlığa sapmasına meydan vermiştir. (Âl-i İmrân Sûresi'ndeki (3/190)
âyetinin tefsirine bkz.)
4- Sizin yaratılışınızda
da ve üretip durduğu hayvanlarda da yani Allah'ın bir hayvandan birçoklarını
çeşitlendirerek ve çoğaltarak üretip durduğu hayvanlarda da kesin bilgi edinecek
kimseler için âyetler vardır. Hayvanlarda organların oluşmasında, beslenmesinde,
gelişmesinde, doğurma ve üremesinde ve böyle ilkel bir hücreden başlayıp olgunlaşıp,
çeşitlere ayırarak üremesinde ve organların vazifelerinde ve özellikle insan
kısmında ortaya çıkan hayat hadiseleri, her çeşidin ve hatta her kişinin değişmelerinde
gösterdiği olgunlaşma safhaları itibarıyla yalnız fizik ve kimyayı organik
olmayan olaylarından çok daha olgunlaşmış olan ve dolayısıyla yaratan Allah
Teâlâ'nın kudret ve hikmetine delâlet etmede daha kuvvetli ve daha açık olduğu
ve bir de iç ve dış dünyayı birleştirici bulunduğu için bunlar kesin bilgi
âyetleri olarak gösterilmiştir. Demek ki hayvanların güzel bir sınıflandırması
ve insan yaratılışının incelenmesi ile kapsadıkları âyetleri, hikmetleri ortaya
çıkarmaya çalışmak da inandırmak isteyenlerin vazifelerindendir.
5- Gece ve
gündüzün değişmesinde veya birbiri arkasından gelmesinde, ki zamanın gidişini,
ömürlerin geçişini gösterir. Ve Allah'ın gökten indirdiği rızıkta yani rızka
sebep olmak itibariyle hem kudret ve hem rahmet yönünden âyet (delil) olan
yağmur ve karda indirip de onunla yeryüzüne hayat vermesinde, hayatın ilk
alâmeti olan bir haz duyma neşesiyle toprağı deprendirip türlü türlü bitkiler,
ekinler, meyveler yetiştirmesinde hem de o yeryüzünün ölümünden sonra, hayattan
bir iz kalmayıp gelişme kuvveti tükendikten, otlar kuruyup ağaçlar meyvelerini
döktükten sonra ve rüzgarları çevirmesinde akıl edecek bir toplum için ibretler
vardır. Zamanın akışını ve ömrün geçişini, o zaman ve yer üzerinde Allah Teâlâ'nın
doğrudan doğruya tasarruflarını gösteren bu değişimler, her değişimde bir
âhirete doğru gidildiğini ve temsil tarzında yapılan karşılaştırma yoluyla
ölümden sonra tekrar dirilmeyi ifâde ettiğinden dolayı bu âyetlerde bilhassa
aklın, aklı güzel kullanmanın önemi açıkça ifâde edilmiştir ki bunda iki sayfa
sonra bahsedilecek olan dehrîlerin (olayları tabiata isnad eden imansızlar,
tabiatçılar) akıllarındaki noksanlığa da bir işaret vardır.
6- İşte bunlar,
dikkat çekilen yaratmakla ilgili bu âyetler ve onları anlatan bu indirilmiş
âyetler, bu sûre Allah'ın âyetleridir. Allah'ın kudret ve irâdesini, hikmet
ve hükümlerini anlatmak için ortaya koyduğu ve indirdiği delillerdir. Allah
ve âyetlerinden sonra artık hangi söze inanacaklar? yani Allah'a ve âyetlerine
inanmadıktan sonra o imansızlar hangi söze inanırlar, hiç? (Yani hiçbir şeye
inanmazlar.)
7-11- "Her
günahkâr kişinin vay haline! O, Allah'ın âyetlerini işitir de..." Ebu Cehil
ve Nadr b. Hâris gibiler hakkında inmiştir. "Sonra büyüklük taslayarak ısrar
eder..." ısrarın aslı, eşeğin kulaklarını dikip kıçın kıçın dayatmasıdır.
Meâl-i Şerifi
12- Allah
O (yüce) zâttır ki, emriyle içinde gemilerin seyretmesi, sizin de O'nun lütfundan
rızık aramanız ve şükretmeniz için denizi emrinize vermiştir.
13- O, göklerde
ve yerde bulunan herşeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir.
Şüphesiz bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.
14- Ey Muhammed!
İman edenlere söyle: Allah'ın cezalandıracağı günlerin geleceğini ummayanları
şimdilik bağışlasınlar. Çünkü Allah her kavmi kazandıklarıyla cezalandıracaktır.
15- Her kim
iyi bir iş yaparsa onun faydası kendisinedir. Kim de kötülük yaparsa zararı
yine kendinedir. Sonra hep Rabbinize döndürüleceksiniz.
16- Andolsun
ki biz, vaktiyle İsrailoğulları'na kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik.
Onları temiz rızıklarla rızıklandırmıştık. Ve onları âlemlerden üstün kılmıştık.
17- Din hususunda
onlara apaçık deliller verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra
aralarındaki çekememezlik ve düşmanlık yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi. Şüphesiz
Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü aralarında hükmedecektir.
18- Sonra
(Ey Muhammed) seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona
uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma.
19- Çünkü
onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Şüphesiz zâlimler,
birbirlerinin dostlarıdır. Allah ise müttakilerin dostudur.
20- Bu (Kur'an)
insanların kalb gözünü açan bir nur, kesin bilgi edinmek isteyen bir toplum
için de hidâyet ve rahmettir.
21- Yoksa,
kötülük işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerini, iman edip iyi
ameller işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm
veriyorlar!
12- Allah;
ilâhlık, yalnız kendisinin hakkı olan azamet ve kemâl sahibi o nimet veren,
herşeye gücü yeten bir zatdır ki size veya sizin için denizi emrinize amâde
kılmıştır.
TESHİR: Bir
şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ettirmek ve boyun eğdirmektir. Ve de lâm,
bağlaç veya sebep gösterme lâmı olabilir. Bağlaç olduğuna göre sizin emrinize
verdi, demek olur. Sebep gösterme lâmı oduğuna göre de sizin için, yani sizin
menfaatiniz amacı ve hikmeti için emriyle sizin hizmetinize vermiştir, demek
olur. "Emri ile" kaydı buna bir işaret gibidir. Emriyle onda gemiler hareket
etsin diye. Yani sizin menfaatiniz için ise de sizin emrinizle değil, O'nun
emri ile hareket etmesi için emrinize verdi. Emri, izin ve irâdesi ve ona
delâlet eden işlerle ilgili hükmü demektir ki hem geminin hacmi ile aynı hacimdeki
su arasındaki hafiflik ve ağırlık oranını ve hem onunla harekete getiren güç
arasındaki şiddet ve karşı koymak oranını, hem de çevredeki durum ve şartların
onlarla uygun bir şekilde sevk ve idare etmesi hükümlerini kapsar. Yoksa insanlar
her istedikleri gibi denizde tasarruf edemezler. Allah'ın emrini tatbik etmeden
sırf kendi emirleriyle gemi yürütemezler. Allah'ın emriyle gemi yürüsün ve
Allah'ın lütfundan isteyip arayasınız diye, ticaret, dalgıçlık, avcılık ve
diğer araştırma ve kazanma şekilleriyle kara ve denizde tasarruf edip kazanasınız.
Hem de umulur ki şükredesiniz. Bu nimetlerin yalnız O'nun olduğunu bilip mabud
olarak yalnız O'nu tanıyasınız ve O'nun emirlerini, yasaklarını tanıyarak
O'na ibadet ve kulluk edesiniz, Allah'a ortak koşmaktan ve nankörlükten kaçınasınız.
Şükür yalnız nimeti ve nimetin zevk ve neşesini sezmek değil, nimeti vereni
tanımak ve O'nun nimeti karşılığında O'nu yüceltmektir. Hem O'nun nimeti bu
kadarla kalmıyor.
13- Hem göklerde
ve yerde ne varsa hepsini kendisinden emrinize amâde kıldı. Başka birinin
aracılığıyla değil, yalnız kendisinin yaratma ve itaat ettirmesiyle hepsini
sizin menfaatlerinize ve yararlarınıza hizmet ettirmektedir. Yahut size, sizin
hizmetinize vermiştir. Yüce Allah katından bir lütuf olmak üzere hepsini bir
şekilde çalıştırabilirsiniz. Şüphe yok ki bunda, bu boyun eğdirmede düşünecek
bir toplum için çok ibretler vardır ki Allah Teâlâ'nın insan üzerindeki nimetinin
çokluğuna ve insana olan lütuf ve yardımda bulunmasının önemine ve insanın
Allah'dan başkasına kulluğu caiz olamayacağına delâlet eder. Bu âyet, çok
dikkat çeken bir âyettir. İlk önce tefsir bilginleri, buradaki "hepsini kendinden"
kaydının irabında bir kaç değişik görüş göstermişlerdir. Zemahşeri sözünde
mânâsı nedir ve i'rab açısından yeri ne oluyor? sorusuna karşı der ki: Hal
yerindedir. Yani mânâsı şudur: "O, bütün bu eşyaları kendinden olarak kendi
katından meydana gelmiş olarak size boyun eğdirdi." Yani O, kudret ve hikmeti
ile onları oluşturan ve yaratan, sonra da yarattığı halkın hizmetine verendir.
Hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olması da caizdir. "Onların hepsini kendinden"
demek olur. Bir de yukarıda geçen tekit almak üzere diye başlanması da caizdir.
'nın mübtedâ, 'nün haber olması da caizdir.
Taberî, İbnü
Abbas'tan "yani herşey Allah Teâlâ'dandır" diye nakleder ki bütün tefsir bilginleri
ve hadis bilginleri bunu Zemahşerî'nin dediği gibi Allah Teâlâ tarafından
yaratılmış ve yoktan varedilmiştir diye anlarlar. Rivâyet edilir ki; Hârun-ı
Reşid'in huzurunda hristiyan rahiplerinden birisi Hz. İsâ hakkındaki inancına
Kur'an'dan "Meryeme ulaştırdığı "kün: ol" kelimesi (nin eseri)dir. Ondan bir
ruhtur." (Nisâ Sûresi, 4/171) sözü ile delil getirmek istemiş "bir kısmı"
mânâsını ifâde eder demişti. Ona karşı Hüseyin b. Ali b. Vâkıd da bu âyeti
okumuş ne ise da odur. Her şey Allah'ın bir parçası demek olmayıp Allah tarafından
yaratılmış demek olduğu gibi İsâ da Allah tarafından yaratılmış bir ruh demek
olduğunu anlatmıştır.
Vahdet-i vücudçu
sofilerin ise burada başka bir neşesi vardır. Alûsî'nin açıkladığına göre
sofilerden şeyh İbrâhim Gûrânî demiştir ki: Yaratılmışlar, vücud-ı müfâzın
meydana çıkmasıdır. Vücûd-ı müfâz kendisine amâ denilen Rahmânî nefesin şeklidir.
Şöyle ki; amâ işin hakikatında yokluk işlerinden ibaret olan seçkin gerçekler
üzere yayılmıştır, yayılma sonradan olan bir şeydir. Ve amâ asıl ile beraber
olmasından dolayı, Allah Teâlâ'nın zatından ayrı bir şeydir. Çünkü Yüce Allah'ın
zatı, eşyanın aslına bağlı bulunmayan tek varlıktır. Dolayısıyla varlıklar,
amâ'de sonradan meydana gelen ve bununla ayakta duran şekillerdir. Allah Teâlâ
da onların idarecisidir. Çünkü yüce Allah, o şekillere devamlılıkla imdad
eden gizli kuvvetin ilkidir. Bundan olayların, Hakk'ın zatı ile meydana gelmesi
gerekmez. Ve Hak Teâlâ'nın onda olması da gerekmez. Çünkü yüce Allah'ın varlığı,
esaslardan soyuttur, onlarla beraber bulunmaz. Onlara göre belli olan ancak
amâ'dır ki onun varlığı müfâzdır (taşıp yayılmıştır.) Bu ifâde, Halk-ı işrâk
teorisine bir tatbik oluyor. Yaratma ve icad deyimi yerine, varlığı bol bol
bereketlendirmek deyimini koymak daha güzel bir ifâde değildir. Bunun için
yukarıda açıklandığı gibi tefsir ve hadis bilginlerinin ifâdeleri daha açık
ve daha fazla tercihe layıktır. Bizim zevkimize kalırsa mânâsı ile 'den mefûl-i
mutlak olması minnet yerinde kullanmaya daha uygundur. Yani bu itâat ettirmek
ne insanlardan ne de eşyadan bir sebep ve gerekçe ile değil yalnız Allah'ın
insanlara bir lütuf ve yardımından meydana gelmiştir. Ve onun için yalnız
O'na kulluk etmek ile şükretmelidir. Bu anlaşıldıktan sonra gelelim diğer
bir probleme; burada gerek "sizin emrinize verdi" demek olsun, gerekse "sizin
için boyun eğdirdi" demek olsun ikisinde de insanların bütün eşyadan daha
önemli olduğunu ifade eder. Çünkü bütün gökler ve yerdeki eşyanın insana boyun
eğmesi, insanın hepsine hâkimiyetini ve üstünlüğünü ifâde edeceği gibi insan
için boyun eğdirilmiş olması da insanın yaratılışın hedefi olmasını ifâde
eder. Her iki durumda ise insan diğer eşyadan daha gelişmiş bir şekilde yaratılmış
demek olacağından "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmakdan
daha da büyüktür.." (Gâfir Sûresi, 40/57) âyeti ile bu âyet arasında bir çelişki
olmaz mı? diye bir soru akla gelir. Tefsir bilginlerinden buna aykırı bir
görüş ileri sürene rastlamadığımdan âyetin gerektirdiği tefekkür ile bunu
şöyle anlayabileceğimizi arzederim: İnsanın iki yönü vardır. Birisi fizikî,
birisi de rûhî yönüdür. Fizikî yönüyle açıkça biliniyor ki insanın yaratılışı
gökler ve yerin yanında bir zerre denemeyecek kadar küçüktür. Fakat ruhî yönüne
gelince
"Ve içine
ruhumdan üflediğim vakit.." izâfeti ile şereflendirilmiş ve "De ki; Ruh, Rabbimin
emrindendir.." (İsrâ, 17/85) açıklamasıyla yüceltilmiş olan insan ruhu, âlemlerin
diğer canlı ve cansız cisimlerin sahip olmadığı yüksek bir kapsamlılığa sahiptir.
İşte bu âyette açıkça ifâde edilen "itaat ettirme" de bu yönüyledir. İnsanın
bir bakışla yer ve gökten ne kadar geniş bir sahayı görebildiği gözönünde
bulundurulursa bu "itaat ettirmenin" bir anı düşünülmüş olur. Bu âyetin, bilhassa
tefekkür âyeti olmak üzere seçilmiş olması da gösterir ki buradaki genel itaat
ettirmeden maksat, ruhî yönden itaat ettirmedir. Fiilen itaat ettirme ise
onun bir neticesi olarak meydana gelir. Bu şekliyle bu âyet daha çok tefekkürlerle
ilerlemeye elverişli ise de bu kadarını işaret etmek yeter. Yalnız şunu bir
daha hatırlatalım ki bu tefekkürün ilk neticesi insana bu teshiri (itaat ettirmeyi)
lütuf buyurmuş olan en üstün ve en yüce zatın birliğini bilerek nimetlerine
şükretmek önermesi olacağını unutmayalım.
14-15- İmân
edenlere söyle: Allah'ın (kâfirleri cezalandırıp müminlere zafer vereceği)
günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Araplar, savaş gibi büyük
tarihi olaylara "eyyâm" derler. Meselâ Araplar'ın büyük tarihi olaylarına
"eyyâm-ı Arab" denilirdi ki meşhur bir mecâzdır. Bu şekliyle "eyyâmullâh"
da Allah'ın düşmanlarının başına getirdiği belâlar, yahut Allah'ın müminlere
yardımı, sevap ve mükâfâtı ve vaadi; kâfirlere kahır ve azâbı ve tehdidi için
belirlediği vakitler demek olur ki şununla açıklanmıştır da denebilir. Bir
kavmi kazandıkları ile cezalandırmak için olan günler yahut cezalandıracağı
için bağışlasınlar. Bu cümle, emrin yahut cevabı olan "Bağışlasınlar." ifadesinin
esas sebebidir. Yahut da "eyyâmullâhın (Allah günlerinin) açıklaması yerinde
kaydı olup dolayısıyla emrin hikmetini de ifade eder. Kavim de müminler veya
kâfirler, yahut her ikisi olabilir. Ceza da ona göre cezalandırmayı ve mükâfatlandırmayı
kapsar. Birisi Hz. Ömer'e sövmüş, o da onu yakalamak istemiş, affetmesi için
bu âyet inmiştir deniliyor. Âyette kastedilen, gerektiğinde savaşmayı yasaklamak
değil, kişisel olarak bayağı kavgaları yasaklamaktır. Bundan dolayı savaşı
emreden ayetlerle bu âyetin nesh edilmesi (hükümsüz kılınması) gerekmez. Hattâ
"eyyâmullâh" ile ona işaret vardır
16- "Andolsun
ki, biz İsrailoğulları'na vermiştik.." "Her kim de kötülük yaparsa o da kendi
aleyhinedir." hükmünün yalnız kişide değil, toplumda da meydana geldiğine
misaldir. Nitekim İsrâ Sûresi'nde "Eğer güzel işler görürseniz, kendiniz içindir.
Yok eğer kötülük yaparsanız o da kendinizedir." (İsrâ, 17/7) buyurulmuştu.
(O âyetin tefsirine bkz.) Kitab, Tevrat veya Zebur ve İncil'i de kapsayacak
şekilde, kitap cinsi; hüküm, hükümet ve peygamberlik. Çünkü İsrailoğulları'nda
çok peygamber gelmiştir.
17- Ve onlara
bu emirden apaçık deliller verdik. Bu din hususunda açık deliller veya mucizeler
verdik. İbnü Abbas hazretleri demiştir ki; bu emirden maksat Peygamber (s.a.v.)
ile ilgili hususlardır. Yani peygamberlerin en sonuncusunun geleceğini ve
Tihâme'den Medine'ye hicret edeceğini açıklamıştı. (Bakara Sûresi'ne bkz.)
Kıyamet günü, Allah günlerinden bir gündür ki o günkü hüküm, hakkı ile sorumlu
tutmak ve yapılan işin karşılığını vermektir.
18- Sonra
biz seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Bahir de der ki: Arapça'da
şeriat, insanların ırmaklardan ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları yerdir.
Din şeriatı da bu mânâdandır. Çünkü insanlar ondan Allah'ın emirlerine ve
rahmetine ve yakınına ererler. Râğıb da demiştir ki; şerı' aslında masdardır.
Sonra açık ve geniş yola isim yapılmış şeri, şir'a ve şeriat denilmiştir.
Bu da dinde Allah'ın yolu anlamına istiâre yoluyla kullanılmıştır. Bazıları
şeriata, şeriat denilmesi, su içmek için kullanılan yola şu yönüyle benzetildiğini
söylemişlerdir: Çünkü hakikat ve doğruluk üzere onda yürüyen hem kanar, hem
temizlenir. Kanmaktan maksat, bazı bilginlerin dediği şu sözdür: İçerdim kanmazdım,
Allah'ı tanıdığımda içmeden kandım. Temizlenmekten maksat da; "Ey ehl-i beyt!
Allah ancak sizden şan ve şerefi kirletebilecek günahları uzaklaştırmak ve
sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33/33) âyetinin mânâsıdır. Burada de
tenvin yüceltme içindir. Emir, din işi veya Allah'ın emri demektir. Yani bu
Kur'anda açıklandığı üzere Allah'ın sana vahyettiği emir ve yasaktan bir büyük
ve geniş yol, koskoca bir şeriat üzere seni görevlendirdik.Onun
için o şeriata uy, kendini ona uydur da bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine
uyma. Allah'ın hükümlerine ilmi olmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler
yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar. Hevâ ve hevesler ise
kişiye göre değişir. İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür, Allah'ın gazabına
götürür. Şeriat ise toplar, tevhid (Allah'ın birliğine inanmakla) rızasına
götürür. Şeriata uy da cahillerin nefsani arzularına uyma.
19- Çünkü
onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Onlara uyduğun
takdirde Allah'tan gelecek olan azab ve cezadan seni hiçbir şekilde kurtaramazlar.
Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdırlar. Onun için onlara, yalnız
zâlim olanlar uyar, dost olur. Allah ise müttakilerin dostudur. Zulümden,
haksızlıktan korunanları sever, onlara yardım eder. Onun için sen o bilgisizlere,
zâlimlere uyma da, takvâya (Allah'tan korkmaya) devam et, korun.
20- Bu Kur'an,
veya özellikle bu öğüt veya şeriata uymakla Allah'tan korkma hususu insanlar
için kalb gözlerini aşan bir nurdur. Arzulara, şehvetlere uymak, insanların
kalblerini körlettiği, hakkı anlamalarına engel olduğu gibi Allah'ın sözünü
ve emirlerini tutarak şeriatına uymak da insanların hakka doğru kalb gözlerini
açan basiret (öngörü) nurlarıdır. Ve kesin olarak inanan kimseler için hak
ve mükâfatı gösteren bir hidâyet ve mutluluğa erdirecek bir rahmettir.
21- Yoksa
kötülükleri işleyip duranlar, günahları işlemekle bulaşık ve yaralı olan kimseler
sandılar mı ki kendilerini o imân edip de iyi ameller yapan kimseler gibi
yapacağız, hayatlarını ve ölümlerini eşit kılacağız? Öyle mi sandılar? Yani
dünya hayatında kendileri hakkında "Allah'ın ceza günlerinin geleceğini ummayanları
bağışlasınlar ki, Allah her bir kavmi kazandığı ile cezalandırsın." (Casiye,
45/14) şeklinde af ve müsamaha ile emrettik diye ahirette de öyle olacaklar,
müminler gibi mağfirete erecekler mi zannettiler. Ne kötü hüküm veriyorlar!
Halbuki:
Meâl-i Şerifi
22- Halbuki
Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hem de herkese yaptığının karşılığı
verilmek üzere, onlara asla haksızlık edilmez.
23- (Ey Muhammed!)
Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun?
Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?
24- Hem müşrikler
dediler ki: "Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız.
Bizi ancak geçen zaman yokluğa sürükler. Halbuki onların bu hususta hiçbir
bilgileri yoktur. Onlar, sadece böyle zannederler.
25- Kendilerine
âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman; "Eğer sözünüzde doğru iseniz atalarımızı
diriltip getirin." demekten başka söylenecek hiçbir delil yoktur.
26- (Ey Muhammed!)
De ki: "Allah sizi diriltir. Sonra sizi o öldürür, sonra da geleceğinde şüphe
olmayan kıyamet gününde (diriltip) bir araya toplar. Fakat insanların çoğu
bilmezler.
22- Halbuki
Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. Zulum ile değil, hak ve hakkaniyet
(adâlet) üzere her birinin özelliğinde gerek birbirine ve gerek yaratıcılarına
göre vacib olan adalet ve hikmeti gözeterek yarattı.
Bu âyet önceki
hükme bir delil mahiyetindedir. Çünkü hak ile yaratış zalimden mazlumun (zulme
uğrayan kimsenin) hakkını hemen almak ve iyi ile kötüyü eşit tutmayıp iyiye,
iyiliğinin, kötüye de kötülüğünün cezasını vermek demek olan adâleti gerektirir.
Şu halde bu husus, bugün şu dünyada olmuyorsa yarın âhirette olması lazım
gelir. Onun için bu mânâ açıkça ifade edilerek buyuruluyor ki; Hem herkes
hakları yenmeksizin kazandığı ile cezalandırılmak, yani iyiye iyi, kötüye
kötü karşılığı verilmesi için yaratılmıştır. Bundan dolayı kötülük yapanların
geleceği iyilik yapanların geleceği ile eşit olamaz. Birisi ceza görürken
diğer mükafat görecektir.
23-Böyle olunca
hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Hakkı düşünmeyip keyfi
ne isterse onu ilah edinmiş kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Allah da bir
ilim üzerine onu şaşırtmış "Fakat kendilerine ancak ilim geldikten sonra,
birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi." (Câsiye, 45/17)
ifadesindeki gibi olmuş, ve kulağını ve kalbini üstünden mühürlemiş ve gözüne
bir perde çekmiştir. Çünkü hevâ ve şehvet gözü kör, kulağı sağır, kalbi duygusuz
eder. O kimse bilgin de olsa ilmine rağmen hakkı duymaz olur. Nitekim filozofların
ve dünya hayatına düşkün din bilginlerinin bir çoğu böyle olmuştur. Artık
onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirilebilir? Yani Allah şaşırttıktan sonra
kimin haddine ki onu hidâyet etsin. Halâ düşünmeyecek misiniz? Bu uyarılar
karşısında hevâ ve hevesleri bırakarak ilmin gereğine göre bir düşünüp hak
ve sonucu anlamayacak mısınız?
24-26-Bunların
sapıklıklarını ve kulak ve kalblerinin mühürlenme hükümlerini açıklamakla
buyuruluyor ki: Ve dediler, yani ilme karşı hevâ ve heveslerini ilâh edinenler
sapkınlıklarından dediler ki: Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Hayat
denilen şey ondan ibârettir. Ölürüz ve yaşarız, öleceğimizi bilmekle beraber
dünya hayatını yaşarız, ondan ötesi yoktur. Bizi başka bir şey değil dehir
helâk eder.
DEHİR: Aslında
âlemin kalma (devam etme) müddeti demektir. "Yani onu yendi." fiilinden masdar
da olur. Râğıb der ki; dehir, kainatın var oluşunun başlangıcından sonuna
kadar olan müddetin ismidir.(1) "Gerçekten insan üzerine dehirden bir müddet
geldi ki:" (Dehr (insan), 76/1). Sonra çok bir müddete de denilir. Zaman,
az bir müddete, denilmesi itibarıyla bundan farklıdır. Falancanın dehri, onun
hayat müddeti demek olur. Bir de dahir masdar olur. denilir. "Falana bir felâket
bir sarış sardı." demektir. Şu halde dehir ya masdar veya isim olur. Masdar
olduğuna göre kahretmek, yenmek ve istilâ etmek mânâsına gelir. İsim olduğu
vakit de esas mânâsı bütün zaman yani bütün kâinatın baştan sonuna kadar akıp
geçmesi süresidir ki bu özellikle ile 'dir. Bundan başka bir de uzun bir zaman,
çok fazla bir müddet mânâsına gelir ki lâmsız (belirsiz) olarak denildiği
zaman bu mânâ birden bire akla gelir. İmâm-ı Azam Ebû Hanife hazretleri nekire
(belirsiz) olan bu dehrin mânâsında, yani ne kadar bir zamana denildiği hususunda
görüş belirtmemiştir. Zaman kelimesi ise dehrin az veya çok bütün parçalarında
da kullanıldığından dolayı daha umumî ve genel olmuş oluyor. Zaman geçmiş,
şimdiki zaman ve gelecek kısımlarına ayrılır ise kâinatın baştan sona kadar
bir uzamasının ifâdesi demek olduğundan zaman, dehrin makamlarından olarak
düşünülür. Burada üç mânâdan her birine göre yorumlanabilir ise de en fazla
zamanın geçmesi ve uzun zaman diye tefsir edilmiştir. Çünkü sözkonusu olan
yok etme, kâinatın sonu olan herşeyin yok edilmesi değil, bazı şeylerin yok
edilmesidir.
Meâl-i Şerifi
27- Göklerin
ve yerin mülkü sadece Allah'ındır. Kıyâmetin kapacağı gün varya, işte o gün
batıla sapanlar hep hüsrana düşecekler.
28- O gün
her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır, onlara:
"Bugün yaptığınız amellerin cezası verilecektir.
29- İşte kitabınız,
yüzünüze karşı hakkı söylüyor, çünkü biz sizin yaptıklarnızı hep kaydediyorduk."
(denir).
30- İman edip
iyi işler yapanlara gelince; Rableri onları rahmeti içine koyacaktır. İşte
apaçık kurtuluş budur.
31- Ama kâfirlere
gelince; onlara da denilir ki; "Size âyetlerim okunmadı mı? Siz büyüklük tasladınız
ve günah işleyen bir kavim oldunuz değil mi?
32- Allah'ın
vaadi gerçektir. "O kıyâmetin geleceğinde şüphe yoktur." denildiğinde "Kıyamet
nedir bilmiyoruz." Yalnız bir zandan ibârettir sanıyoruz. Fakat bu hususta
kesin bir bilgimiz yok." derdiniz.
33- Derken
yaptıkları amellerin kötülüğü gözlerinin önüne serildi, alay edip durdukları
şey onları kuşatıverdi.
34- O gün
kâfirlere şöyle denilir; "Siz, dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız,
biz de bugün sizi öylece unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan
bir kimse de yoktur."
35- Bunun
sebebi şudur; Siz Allah'ın âyetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı.
Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmayacaklar ve kendilerinden özür dilemeleri
de kabul edilmeyecektir.
36- Hamd,
göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
37- Göklerde
ve yerde büyüklük ve hâkimiyet O'nundur. O, Aziz'dir (herşeye galiptir); Hakîm'dir
(hüküm ve hikmet sahibidir).
27-37- "Kıyametin
kopacağı gün..." Saat, aslında Râgıb'ın açıkladığına göre zamanın parçalarından
bir parçadır. Buna benzetilerek kıyâmete de saat denilir. "Kıyamet yaklaştı.."
(Kamer, 54/1), "Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi ona aittir." (Zuhruf,
43/85), "Ey muhammed! Sana kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar." (Nâziât,
79/42) gibi. Bunun iki ayrı yorumu vardır. Birisi: "Ve o hesaba çekenlerin
en süratli olanıdır." (En'âm, 6/62) buyurulduğu üzere sürâtle hesap görmektir.
Birisi de şöyle açıklanan mânâdır. "Onlar kıyameti gördükleri gün, dünyada
ancak bir akşam ve bir kuşluk vakti kadar kaldıklarını sanırlar." (Nâziât
Sûresi, 79/46), "Dünyada sanki gündüzün bir anı kadar kalmış olduklarını sanacaklar."
(Yunus, 10/45), "Ve kıyâmet koptuğu gün." (Câsiye, 45/27) Birincisi kıyâmet,
ikincisi zamanın az bir parçasıdır. Bir de denilmiştir ki kıyâmet mânâsına
saat üç tanedir:
1- Büyük saat
ki insanların hesaplaşma için diriltilmesidir. Nitekim "Fuhuş ve ahlaksızlık
açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya
kadar kıyâmet kopmaz." hadisinde peygamber (s.a.v.) buna işaret etmiştir.
2- Orta saat
(kıyâmet), bir asır halkının ölümüdür. Nitekim rivâyet olunduğu üzere Peygamber
(s.a.v.) Abdullah b. Üneys'i görmüş, "Bu çocuğun ömrü uzarsa kıyamet kopuncaya
kadar ölmez buyurmuştu ki sözkonusu zat, sahabenin en son vefat edenidir deniliyor.
3- Küçük saat
(kıyamet); insanın ölümüdür ki her insanın kıyameti kendi ölümüdür. "Allah'ın
huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet günü
(ölümleri) ansızın gelince onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak...
(Enâm Sûresi, 6/31) gibi bazı âyetlerde de saat bu mânâyadır. "Kim ölürse,
onun kıyameti kopmuştur." Bununla birlikte bizim anladığımıza göre hangi mânâya
olursa olsun kıyâmete saat denilmesi, Allah katında belirlenmiş bir sürenin
bir vaktin saatinin gelmesi itibarıyladır. Nitekim dilimizde de "vakti ve
saati gelmiş" deyimi herkesçe bilinmektedir. Burada da saat kıyâmet mânâsınadır.
Ve her ümmeti
(Câsiye) diz çökmüş olarak görürsün. Câsiye, iki mânâ ile tefsir edilmiştir.
Birisi diz çökmüş mânâsınadır ki gereği kasdedilmiştir. Çünkü diz çökmek derli
toplu, en itinalı ve hürmetli vaziyettir (pozisyondur). Birisi de toplanmış
cemaat mânâsınadır ki den alınmıştır. Bir araya gelmiş taş yığınına denir.
Maksat, Yâsin Sûresi'nde "Onların hepsi mutlaka huzurumuzda toplanıp hesap
için hazır bulundurulacaklardır." (Yâsin, 36/32) buyurulduğu üzere Allah'ın
huzurunda hesap için toplanmaktır.