61-SAF:
1-2. "Ey
iman edenler!" Râzî tefsirinde der ki: "Bu âyetlerin nazmında münasebet açısından
makul bir güzellik vardır. Çünkü inatçı şu üç halden uzak değildir.
1- Ya inadına
devam eder.
2- Yahut
inadını terketmesi beklenir.
3- Yahut da
inadı terkedip teslimiyyet gösterir.
İşte Allah
Teâlâ bu âyetlerde hali beyan ederek onlara her bir durumda halin gereğine
göre muamele edilmesini müslümanlara emretmektedir. Bunlar içinde (60/4) âyeti
birinci duruma (60/7) âyeti ikinci duruma, (60/10) âyeti de üçüncü duruma
işarettir. Ayrıca bütün bu âyetlerde güzel ahlâka sevk ve teşvik eden hoş
uyarılar vardır.
Çünkü Allah
Teâlâ bu üç hali karşılamada müminlere en güzel olan karşılıkla ve en layık
olan sözle emretmiştir." Ey iman edenler! Mümine kadınlar size hicret ederek
geldikleri zaman, burada müminât ifadesi, imanın gereği olan kelime-i şehadeti
açıktan söylemiş ve ona zıt bir hal göstermemiş olmaları, yahut imtihan ile
imanlarını ispat etme durumunda bulunmaları itibariyle açıkça belirtmiş olmalarını
gerektirir. Yoksa imtihana tabi tutulmalarının mânâsı olmazdı. Yani dâr-ı
küfürden dâr-ı İslâm'a hicret ederek müminiz diye size geldikleri zaman onları
imtihan edin, kalplerinin de dillerine uygun olduğuna sizi inandırmaları için
onları sınayın. İbnü Cerir ve daha başkalarının İbnü Abbas (r.a)'tan yaptıkları
rivayete göre, Resulullah (s.a.v) bu çeşit kadınları kelime-i şehâdeti üzere
imtihan eder ve şöyle yemin ettirirdi. "Bir kocaya buğzetmekten dolayı çıkmadığına
yemin eder misin? Bir yerden bir yeri arzulayarak çıkmadığına yemin eder misin?
Allah ve Resulüne muhabbetten başka bir maksatla çıkmadığına yemin eder misin?
Buhârî ve
diğer kaynaklarda rivayet edildiği üzere Hz. Aişe (r.a.) demiştir ki: "Resulullah
mümineleri ancak (60/12) âyeti ile imtihan ederdi." Bu imtihanın sebebi, İmanlarını
Allah'ın en iyi bilmesidir. Hakikaten mümin olup olmadıklarını tamamiyle Allah
bilir. Çünkü imanın asıl şartı, kalbin tasdik etmesidir. Kalplerdeki sırları
ise ancak Allah bilir. Siz açıktan denemek suretiyle zahiri bir ilim elde
edebilirsiniz. Bu yüzden imanın hükmünü zayi etmemek için deneyin.
Nisâ Sûresi'nde
geçen "Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek: 'Sen
mümin değilsin!' demeyin..." (Nisâ, 4/94) âyeti gereğince selam verene, müminim
diyene, mümin değilsin diyerek kâfir muamelesi yapmak doğru olmasa da, andlaşmalı
bile olsa dâr-ı harbden yeni hicret ederek gelenlerin sırf müminiz demeleri
ile bir deneme ve tecrübe yapmaksızın derhal hür müminlerin her türlü hak
ve muamelelerine kavuşturulmalarında da müminlere zarar vermesi şeklinde bir
tedbirsizlik vardır. Bunda önce casusluk sonra andlaşmayı bozmak, üçüncü olarak
da nifak ve ahlâksızlık gibi fesadlar düşünülebilir. Kısacası, dâr-ı İslâm'da
asıl olan zimmetin beraatı ise de, dâr-ı harbden iman iddiasıyla geliş, meydana
gelen hadisenin beraatı davası mânâsına geldiği ve imanın asıl şartı olan
tasdikin ise kalbe dair işlerden bulunması cihetiyle, zâhirde başkasının hukuku
açısından dahi muteber olacak surette hükmen sabit olabilmesi için açık bir
alamet olan ikrarın ona delaletini kuvvetlendirecek bir yaptırım lazımdır
ki, o da zikredildiği gibi bir imtihanla olabilir. Onun için hicretlerinin
başka maksatla değil, halis bir iman ile iyi niyete dayalı olduğu hususunun
bir dereceye kadar bilinmek üzere denenmesi gerekmektedir. Nitekim Hucurât
Sûresi'nde geçen "Bedeviler 'inandık' dediler. De ki: 'Siz inanmadınız, fakat
'İslâm olduk' deyin..." (Hucurât, 49/14) âyetinde de bu mânâya bir işaret
vardır. Mamafih söz konusu bu âyet, mutlak mânâda olmayıp kadınlar hakkında
ayrıca bir koruma ve itinâyı ifade edici özellikte zikredilmiştir. Eğer imtihanla
o kadınların mümine olduklarını bilirseniz "Allah, imanlarını daha iyi bilir."
karinesine dayanarak müfessirler buradaki ilmin, zann-ı galib (hakikate en
yakın ilim) mânâsına olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre muâmelatta zann-ı
galib ile amel etmenin vacib olduğunu göstermek için zann-ı galib ilim ile
ifade edilmiştir. Yani bu konuda sizin için kesin bir bilgi mümkün olmasa
da, mümkün olabilen bazı soru ve cevaplarla bir tecrübe, yemin ve diğer hususlar
gibi karine ve delillerden hareket ederek hüküm çıkarmak suretiyle hakikate
en yakın zan kadar bir ilim ve kanaat meydana gelirse artık o kadınları kâfirlere
geri vermeyiniz, çünkü onlar onlara, yani müminler kâfirlere helal değildir
onlar da onlara, yani kâfirler de müminlere helal olmazlar. Aradaki haramlığı
ifade etmek için bu cümlelerin birisi dahi kâfi gelirse de, haramlığın yalnız
bir taraftan olmayıp, iki taraftan da sabit olduğunu beyan etmek için tekrar
edilmiştir. Yahut birincisi ayrılığın meydana geldiğine, ikincisi de yeniden
nikah kıymanın mümkün olmadığını hatırlatmak içindir. Şu halde onları iade
etmek, zorla zinaya sevketmek gibi bir cinayet olur. Böylece denilebilir ki,
bu imtihan âyeti, özellikle kadınları bu tarz bir haramdan korumaktadır. Bununla
beraber yapmış oldukları masrafları o kâfirlere verin, yani o kadınların bırakıp
geldikleri kâfir kocalarının onlara sarf etmiş oldukları mehirleri ne ise,
onu o kâfirlere tazminat olarak ödeyin. Bu emir dış anlamıyla mutlak gibi
görünürse de üzerinde düşünülünce bunun iade konusunda andlaşma yapanlar tarafından
kaçıp gelenlerle ilgili olduğu anlaşılır. Çünkü hiçbir andlaşma yapmayan veya
fiilen harbeden konumunda bulunan taraftarlar kaçıp geldikleri takdirde, umumi
kurallara göre böyle bir tazminat ödemeye sebeb yoktur. Nüzul sebebi hakkında
zikredilen bazı rivayetler de bunun Hudeybiye andlaşması hükümlerine mahsus
olduğuna delalet etmektedir. Zira Hudeybiye andlaşmasının maddelerinden biri
şöyleydi: "Kureyş tarafından velisinin izni olmadan Muhammed'e geleni geri
gönderecekler, ancak Muhammed'den Kureyş'e gelen olursa iade etmeyeceklerdi.
Muhammed'in sözleşmesine dahil olmak isteyenler ona girecek, Kureyş'in sözleşmesine
dahil olmayı arzu edenler de ona girebileceklerdi..." Resulullah andlaşma
süresi içinde Kureyş'ten velisinin izni olmadan kaçıp gelen erkekleri, mükellef
müslaman bile olsalar velilerinin istemeleri halinde iade etmişti. Nitekim
Kureyş'in andlaşma delegesi olan Süheyl'in oğlu Ebu Cendel'i nasıl iade ettiği
ve neticesinin ne olduğu yukarılarda geçmişti. Sonra kadınlardan da hicret
edip gelenler oldu. Halbuki andlaşma müzâkerelerinde erkeklerle ilgili meseleler
üzerinde durulmuş fakat kadınlar hakkında bir şey konuşulmamış ve andlaşma
metninde açıkça zikredilmemişti. lafzının içeriğinde böyle bir ihtimal bulunmakla
beraber "erkek veya kadın." denilmemişti. Binaenaleyh mesele yoruma müsaid
ve şüphe çekici idi. İşte bazı rivayetlere göre bu âyet söz konusu meselenin
çözümü için indirilmiş ve bir imtihan ile imanlarına kanaat hasıl olduğu takdirde
kadınların iade edilmeyip ancak evli olanların kocalarına mehirlerinin ödenmesi
suretiyle şüphenin giderilmesi emredilmişti. İlk gelen ve sözü edilen âyetin
inişine sebeb olan kadın hakkında da nakledilen rivayetler farklıdır. Bir
rivayette, ilk defa Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm gelmiş, arkasından
da kardeşleri Ammâr ile Velid gelerek iadesini taleb etmişlerdi. İşte bu esnada
âyet nazil olmuş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm geri verilmeyip bilahare Zeyd b.
Harise (r.a.)'ye nikah edilmişti. Diğer bir rivayette ilk gelen kadın Sübey'a
binti Harise idi ki bu kadın, müşrik olan Sayfiyy b. Rahib'in, başka bir nakle
göre de misafiri Mahzumi'nin karısıydı. Mekkeliler onu geri istemişler, fakat
kocasının sarfettiği mehri verip, Hz. Ömer onu nikahı altına almıştı. Bir
başka rivayete göre de bu âyetin nüzulüne sebeb olan kadın, Ebu Hasan b. Dahdaha'nın
karısı Ümeyme binti Bişr idi ve iadesi taleb edilmekle birlikte geri verilmeyip
Süheyl b. Sayfiyy ile evlendirilmiştir. Bu rivayetler sebebin birden çok olmasıyla
meselenin Hudeybiye andlaşmasıyla ilgili olduğunu gösterir. Fakat Dahhâk'tan
gelen bir nakilde Resulullah ile müşrikler arasında şöyle bir andlaşmanın
bulunduğu ifade edilmektedir. "Bizden sana senin dininden olmayan bir kadın
gelirse onu bize geri vereceksin. Şayet senin dinine girerse, evli olduğu
takdirde sarf etmiş olduğu mehri kocasına vereceksin." Buna göre âyet doğrudan
doğruya bu sözleşmenin hükmüne uygundur. Daha önce Tirmizi'den nakledildiği
üzere sûrenin hepsi Hatib'in mektup hadisesiyle ilgili olduğu takdirde de,
bu tazmin meselesi yine taraflardan birinin hükümleriyle alakalı olması gerekir.
Ve o müminleri
nikahlamanızda da, kendilerine mehirlerini verdiğiniz takdirde size bir günah
yoktur. Çünkü iman edip İslâm'a girmiş olmalarıyla dar-ı harbdeki kâfir kocalarından
ayrılık ve haramlık meydana gelmiştir. Mamafih eski kocalarının verdiği mehri
geri ödeme kâfi gelmeyip kendilerine de evlenme akdi olarak ayrıca mehir vermek
gerekmektedir. Mehirlerini vermede de hemen ödeme şart olmayıp, verilmek üzere
taahhüt etmek dahi yeterlidir. Mehir zikredilmeden nikah fasid olmayıp mehr-i
misil (benzer mehir) lazım gelirse de bu âyette, günahı ortadan kaldırmak
için vermek şart kılındığı cihetle, mehri zikretmemenin mekruh olacağı anlaşılır.
Kâfirlerin ise, ismetlerine yapışmayın. Kevâfir, kâfirenin çoğulu, isam, ise
ismetin çoğuludur. İsmet, dokunulacak tutamak demek olup gerdanlık, bilezik
ve himaye etmek mânâlarına gelmesinden dolayı gerek andlaşma ve gerek sebep
gibi herhangi bir tutamağa denir. Burada kasdedilen nikâhlarının bâtıl sayılmasıdır.
Yani dâr-ı harbden hicret etmeyip kâfire olarak kalan veya Allah korusun mürted
olarak dâr-ı harbe katılan kadınlarla aranızda ne bir ismet ne de bir evlilik
alakası olmasın, onun tutamaklarına da tutunmayın. Daha Türkçesi ellerine
yapışmayın ve ipleriyle kuyuya inmeyin. Hem de sarf ettiğiniz mehri isteyin.
O kâfirler de size hicret eden mümine kadınlara sarf etmiş oldukları mehri
istesinler, yani takas edin, fazla alacaklı çıkarsanız isteyin, borçlu kalırsanız
"harcadıklarını onlara verin." emri gereğince verin bu dinlediğiniz hükümler
Allah'ın hükmüdür. O, aranızda hükmediyor, zikredilen kâfirlerle siz müminler
arasında hüküm veriyor. Ve Allah Alîm, Hakîm'dir. İlmiyle hikmetinin gereğini
yapar. Ve eğer sizin zevcelerinizden bir şey sizden fevt olur, yani kaçıp
dâr-ı harbe geçer ve ödenmezse sonra da siz muakıb olursanız... Müfessirlerin
çoğu burada geçen muâkebenin ukûbetten değil, teâkub gibi nöbet mânâsını ifade
eden "ukbe"den olduğunu ileri sürmüşlerdir ki buna göre mânâ şöyledir: Sonra
da nöbet sizin olur. Yani onların kadınlarından iman ile size hicret edenler
bulunur ve bu suretle tazminat verme sırası size gelirse, yahutta bazılarının
dediği gibi "ukûbet"ten olduğuna göre, siz de çarpışıp ganimet alırsanız zevceleri
gitmiş olanlara yaptıkları masrafın mislini verin, verilecek tazminattan bu
kadarını onlar için hesab edin, yahut alınan ganimetten önce bunların zayiatı
kadarını ayırıp verin ve Allah'tan korkun, alacağınızda ve vereceğinizde O'nun
hükmüne riayet konusunda Allah'tan korkun, azabından korunun. O Allah ki,
sizler O'na iman etmiş müminlersiniz, imanın gereği ise, başkasından çekinmeyip
ancak O'ndan korkmak ve O'nun yardımıyla korunmaktır.
"Ey Peygamber!
Mümin kadınlar sana bey'at etmeye geldikleri zaman..." Bu âyetin fetih günü
nazil olup Resulullah'ın Safa Tepesi üzerinde erkeklerden bi'at aldığı sırada
Hz. Peygamber adına Ömer (r.a)'in de aşağı kısımlarda kadınlardan bi'at aldığını
İbnü Ebi Hatim, Mukatil'den rivayet etmiş ise de, daha önce Hz. Aişe'den gelen
rivayette bunun da imtihan âyetiyle beraber nazil olduğu ve Tirmizî'den yapılan
nakilde de bütün sûrenin Hatib b. Ebi Belte'a'nın mektub hadisesi üzerine
indiği anlaşılıyordu. Ahmed b. Hanbel, Nesaî, İbnü Mace ve Tirmizî sahih diyerek
Ümeyme binti Rükayye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ümeyme demiştir ki: "Ben
Resulullah (s.a.v)'a bi'at edelim diye vardığımda bizden, Kur'ân'daki "Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmamak hususunda..?" (Mümtehıne, 60/12) âyetinin öngördüğü
şekilde bi'at aldı. Nihayet "İyi iş istemekte sana karşı gelmeme hususunda.."
kavline geldiğinde "güç ve takatları yettiği derecede" buyurdu. Biz de, "Allah
ve Resulü bizlere kendimizden daha merhametlidir. Ya Resulallah! Bizimle müsafaha
etmez misin?" dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Ben kadınlarla
müsafaha yapmam. Ancak yüz kadına söylediğim söz, bir kadına söylediğim söz
gibidir." Bazı rivayetlerde Resulullah kadınların bi'atı esnasında mübarek
eline bir bez parçası koyardı, denilirken bazılarında da bir bardağa su koyup,
elini o suyun içerisine soktuğu, sonra da kadınların ellerini bu suya daldırdıkları
anlatılmaktadır. Meşhur ve en güvenilir olan husus, Hz. Peygamber'in kadınlarla
müsafaha yapmadığıdır. Resulullah'ın kadınlardan biat alması bir kere değil,
bir kaç defa vuku bulmuştur. Medine'de olduğu gibi fetihten sonra Mekke'de
de bi'at yapıldığı konusunda rivayetler vardır. Mekke'deki biatta Ebu Süfyan'ın
karısı olan ve Uhud Harbi'nde seyyidu'ş-şühedâ (şehidlerin efendisi) Hz. Hamza'nın
şehadetine ön ayak olması ve naşına karşı gösterdiği kin ve düşmanlığı sebebiyle
yukarıda da naklettiğimiz gibi fetih günü eman verilmeyip öldürülmesi emredilen
Hind'in bi'atı hadisesini gerek tefsirler ve gerek hadis kitapları zikretmektedirler.
Yezid b. Seke'nin kızı Esma, (r.a) rivayetinde şöyle demiştir: "Ben Resulullah'a
biat eden kadınların içinde idim. Utbe'nin kızı Hind de kadınlar arasında
bulunuyordu. Hz. Peygamber âyeti okuyup "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak
üzere." buyurduğunda Hind, "Erkeklerden kabul etmediğini bizden kabul edeceğine
nasıl ihtimal verebiliriz." dedi. Ki bu emrin lüzumu kendini göstermiş oluyordu.
Sonra "Hırsızlık yapmamak hususunda..." buyurduğunda Hind, "Bazen Ebu Süfyan'ın
malından haberi olmaksızın bir şeyler aldığım olurdu. Bu bana helal olur mu?"
dedi ve ardından da şunu ilave etti: "Ebu Süfyan da, "Geçmişte ve gelecekte
benden her ne alırsan, o sana helaldir." dedi. Resulullah (s.a.v) tebessüm
buyurdu ve Hind'i tanıdı da, "Sen Hind binti Utbe'sin öyle mi?" dedi. O da,
"Evet ey Allah'ın nebisi geçmişi affet." dedi. Hz. Peygamber de "Allah seni
affetsin." buyurdu. Sonra da "zina etmemek hususunda..." ifadesini okudu.
Hind "Hiç hür olan kadın zina eder mi?" dedi. Cahiliyye döneminde zina ekseriya
cariyelerde olur, hür kadınlar zina etmez, denirdi. İşte buna binâen Hind,
cahiliyye de bile ekseriya hür kadınlar zina etmezken İslâm'da öyle şey olur
mu? Demek istiyordu. Resulullah "Çocuklarını öldürmemek hususunda" buyurduğunda,
Hind, "Biz onları küçükken büyüttük, fakat onları sen öldürdün." dedi. O,
bu sözüyle oğlu Hanzale b. Ebi Süfyan'ı kasdediyordu. Çünkü o, Bedir'de katledilmişti.
Hz. Ömer gülmekten katıldı.. Resulullah ise tebebsüm etti, sonra "bir iftira
uydurup getirmeme hususunda..." buyurduğunda da Hind. "Vallahi iftira çok
çirkin bir şeydir. Allah Teâlâ hep doğru yolda gitmeyi ve güzel ahlakı emrediyor."
dedi. Resulullah en sonunda da "iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda..."
buyurdu. Bunun üzerin Hind de, "Vallahi biz bu meclise nefsimizde hiçbir şeyde
sana isyan maksadıyla gelmedik." dedi." Yine rivayet ediliyor ki, burada kadınlardan
ilk önce Hz. Peygamber'e bi'at eden Ümmü Sa'd b. Muaz ve Kebşe binti Râfi
ile beraberlerindeki kadınlardı. Allah hepsinden razı olsun.
"Çocuklarını
öldürmemeleri..." Bu cümleye, Araplar'ın dedikleri "kız çocuklarını öldürmek"
âdetinin nehyi de dahil ise de, nassın dış anlamı erkek ve dişi hepsinden
daha umumi olması itibariyle mutlak katlin yasaklanması, gerek o fiili bizzat
yapmak, gerek sebep olmak suretiyle olsun her türlü öldürme olayını içine
almaktadır. Binaenaleyh burada, gerek ruh üfrülmüş ceninin düşürülmesi, gerek
bakımındaki ihmal yüzünden çocuğun ölümüne sebebiyet verilmesi ve gerek diğer
benzer katillerin hepsi söz konusudur. "Elleri ile ayakları arasında bir iftira
uydurup getirmeyecekler." Elleri ve ayakları arasında iftira edilen... Bühtan,
başka bir kadının doğurmuş olduğu çocuğu alıp veya kendi doğurduğu ile değiştirip
ben doğurdum diyerek kocasına isnad etmesidir. Gerçi bunun, başka bir erkekten
gayr-i meşru olarak yapmış olduğu bir çocuğu kocasına isnad etmesi mânâsına
gelme ihtimali varsa da, bu mânâ önce geçen cümlesine dahil olduğu için burada
böyle bir ihtimale yer vermemek daha doğrudur. Bu âyette yer alan "elleri
ve ayakları arasında" ifadesi, yalnızca avret mahallerinden değil, zattan
kinaye olarak kendi nefislerinden uydurdukları her çeşit iftirayı içine almaktadır.
Zira bu âyetin mânâsına daha uygundur ve böylece fiili cinayetlerin yasaklanmasından
sonra kavli (sözlü) olan cinayetler de yasaklanmış demektir. Binaenaleyh burada,
namuslu bir kadına zina isnad etmek, gıybet, koğuculuk ve diğer hususlarda
yapılması düşünülmüş olan iftiradan, yalan ve sahtekârlıktan nehiy vardır.
Ve sana hiçbir
iyi işte isyan etmeyecekler, yani gerek iyilikle emir ve gerek kötülüklerden
yasaklama gibi hususların hiçbirinde asi olmayıp itaat edecekler. Zira isyan
ya emre karşı ya da yasaklamaya karşı olur. emrin güzel ve meşru olması, iyilikle
emredilmesinde, nehyin iyi ve meşru olması da, şer'an yapılması caiz görülmeyen
hususların yasaklanmasındadır. Bunun için burada yer alan kaydı, emri de nehyi
de kapsamaktadır. "Sen affı tut..." (A'râf, 7/199) âyeti gereğince Resulullah'ın
ancak maruf, yani meşru ve güzel olanı emredeceği ve münkerden yani yapılması
caiz olmayan hususlardan nehyedeceği bilindiği halde kaydının zikredilmesi,
yaratıcıya isyan edilen konularda mahluka itaatın caiz olmayacağını hatırlatarak
"itaat ancak iyiliktedir." ifadesinin mânâsına işaret etmektedir. "Allah,
hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şey ile mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286)
buyurulmasından dolayı bir kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemek
de maruf değil münker olur. Onun için yukarıda zikredildiği gibi Resulullah
(s.a.v) bir tefsir kabilinden olmak üzere "Güçleri, takatları yettiği derecede."
diyerek güç ve takatı beyan buyurmuştur. İşte kadınlar bu şartlar üzerinde
itaat için bi'ate geldikleri vakit sen de onlara bi'at ver. Ve onlar için
Allah'a istiğfar da ediver. Yani bi'attan fazla olarak günahlarının affedilip
sevaba nail olmaları için Allah'tan af dileyiver. Bu suretle günahları bağışlamanın
peygamberin elinde olmayıp Allah'a ait bulunduğu ve bağışlama hususunda Peygamber'in
selahiyyetinin ancak onların affedilmeleri için dua ve şefaat olduğu da anlatılmış
olmaktadır. Çünkü Allah Gafur ve Rahîm'dir. Binaenaleyh bi'atlarına sadık
kalırlarsa geçmiş günahlarını, ne kadar çok olsa da bağışlar ve rahmetiyle
ikram eder.
Bu âyet gereğince
erkeklerden dahi bi'at alındığını Buharî, Müslim ve Beyhakî "Esma ve Sıfat"
ta Ubade b. Samit (r.a.)'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Söz konusu zat demiştir
ki: "Biz Peygamber (s.a.v) Hazretlerinin huzurundaydık. O, şöyle buyurdu:
"Bana şunlar üzerine bi'at edersiniz: "Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamak,
zina etmemek, hırsızlık yapmamak..." Bunun üzerine içinizden her kim sözünü
tutarsa, mükâfatı Allah'a aittir. Ve her kim de sözünü tutmayıp bunlardan
bir şey yapar da o yüzden azap görürse o da keffarettir. Her kim de bunlardan
bir şey yapar Allah'a da o yaptığı şeyi örterse, o da Allah'a aittir. Çünkü
Allah dilerse ona azap eder, dilerse affeder.
Müslim de
"Esma ve Sıfat"da Beyhakî Ebu Zerri Gifarî (r.a.)'den o da, Resulullah (s.a.v)'tan
o da, Cebrail (a.s.)'den o da, Allah Teâlâ'dan şu kudsi hadisi rivayet etmişlerdir:
Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Ey kullarım! Haberiniz olsun ben zulmü kendime
haram kıldım. Size de aranızda haram ettim. Binaenaleyh birbirinize zulmetmeyiniz.
Ey kullarım: Sizler gece ve gündüz hatalar yaparsınız ben ise günahlarınızı
mağfiretimle örterim, onlara ehemmiyet vermem. O halde benden bağışlanmanızı
isteyiniz ki sizi affedeyim. Ey kullarım! Sizler hep açsınızdır, ancak benim
doyurduklarım müstesnadır. Onun için benden isteyiniz ki size yiyecek vereyim.
Ey kullarım! Sizler hep çıplaksınızdır, ancak benim giydirdiklerim hariç.
Onun için benden giyecek isteyin ki sizi giydireyim. Ey kullarım! Sizin evveliniz,
âhiriniz, ins ve cinniniz içinizden en temiz kalpli bir adam gidişinde de
olsa, o benim mülkümde bir şey artırmaz. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz,
ins ve cinniniz içinizden en kötü kalpli bir adam gidişinde de olsa, o benim
mülkümden bir şey eksiltemez. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz, ins
ve cinniniz hepiniz bir yere toplanıp benden isteseniz de ben sizden her isteyene
istediğini versem o benim mülkümden yine bir şey eksiltmez. Denize bir iğneyi
bir kere daldırmakla ne eksilir. Ey kullarım! Yalnız sizin amellerinizi size
karşı korur, saklarım. Onun için hayır bulan hemen Allah'a hamd etsin, ondan
başkasını bulan da kendisini kınasın."
"Ey iman edenler!"
Bey'attan sonra bütün müminlere bir nasihat olan bu âyet, sûrenin mânâsını
özetlemekle beraber sonunu başına döndürmek, ümitsizlikten sakındırmakla ahiret
ve gelecek için arzu ve ümidi takviye etmek ve aynı zamanda Saf Sûresi'ndeki
"kenetlenmiş yapı" mânâsını göstermek üzere bir hazırlıktır. Ey iman edenler
Allah'ın gazab ettiği bir kavmi dost edinmeyin, onların dostluklarına tutunmayın,
taraftarlık etmeyin ve herhangi bir şeylerine heves edip de yönelmeyin. Allah'ın
gadab etmiş olduğu kavim ifadesinin ekseriyetle yahudiler hakkında kullanılmış
olması cihetiyle, burada da yahudilerin kasdedildiği ileri sürülmüştür. Bundan
sonraki sûrede İsrâiloğulları'ndan bahsedilmesi uygun görülmüş ise de bu,
esasen onlarla dostluk içinde bulunan münafıklara yahut sûrenin yukarısı ile
olan münasebetine nazarandır. Bu tabirle müşriklerin özellikle Kureyş müşriklerinin
kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Fakat nekre olarak zikredildiği için belirli
ve bilinen bir topluluğu ifade etmiş olmayıp, belirtilen vasıflarla muttasıf
olan her hangi bir kavmi kapsamış olması gerektir. Zira gadabın veya nehyin
sebebi olmak üzere beyan edilen şu vasıf, onların ayırıcı vasıfları olarak
durumlarını açıklamaktadır. Onlar ahiretten ümidi öyle kesmişlerdir ki, kabir
halkından kâfirlerin ümidlerini kestikleri gibi ümidsizliğe düşmüşlerdir.
Ahiretten ümidlerini kesmiş olanlar ise, İblis gibi fırsat buldukça her fenalığı
yapar ve kendilerine yardaklık edenleri de ye'se düşürerek cehenneme sürüklerler.
İfadesinde
iki anlam vardır. Birinci mânâda beyaniyedir ve kâfirlerin durumlarını açıklamaktadır.
Buna göre âyetin mânâsı, "kabir halkından olan kâfirlerin ümidsizliği gibi"
demektir. Çünkü ölüp kabre girmiş olan kâfirler cehennemdeki ebedi kalacakları
yerlerini görmüşler ve ahiret nimetlerinden mahrum oldukları ortaya çıkmıştır.
Böylece ne gelecekte bir şey kazanmak ne de geride kalan dirilerden bir yardım
alma ihtimali kalmamış olduğundan her şekilde ümidleri kesilmiştir. İkinci
anlamda ibtidaiyye olarak ye's fiiline bağlanır. Buna göre de, mânâ, "kâfirlerin
kabir halkından ümidsiz olmaları, yani ölülerin dirilmesinden, hayatlarından
ümid kesmiş bulunmaları gibi." demek olur. Kısacası, ümidsizlik bir küfürdür,
Allah'ın gadabını davet eder. Nitekim Kur'ân'da "Zira kâfir kavimden başkası
Allah'ın rahmetinden ümid kesmez." (Yusuf, 12/ 87) buyurulmuştur. Bu yüzden
ahiretten ümidi kesmekten sakınılmalıdır Hak Teâlâ, kalblerimizi ümitsizlikten
koruyup iman neşesi ve rıdvan ümidi ile doldursun.
Saff Sûresi
Medine Döneminde İndi
Âyet Sayısı:
14
Saff Sûresi,
Medine'de indirilmiş sûrelerdendir. Bu sûreye ayrıca "Havâriyyûn" ve "İsa
Sûresi" isimleri dahi verilmektedir.
Âyet sayısı
: On dörttür.
Kelime sayısı
: İki yüz yirmidir.
Harf sayısı
: Dokuz yüz yirmi altıdır.
Fâsılası :
harfleridir.
Bu sûrenin
nüzul sebebiyle ilgili üç rivayet vardır. Hakim ve daha başkaları Abdullah
b. Selâm (r.a.)'dan sahih olarak şöyle bir rivayeti nakletmişlerdir. Abdullah
demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)'ın ashabından birkaç kişi oturmuş, "Acaba
amellerin hangisi Allah yanında daha sevimlidir? Bilsek de onu yapsak." diye
konuşuyorduk. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ı tesbih eder. O, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." âyetleriyle
başlayan sûreyi inzâl buyurdu. Resulullah da bize bu sûreyi sonuna kadar okudu."
Âlûsî der ki: "Bu hadis Şeyheyn'in (Buhârî, Müslim) şartı üzere sahih bir
hadistir. Bunu, Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve daha birçokları rivayet etmişlerdir.
Hatta Hafız İbnü Hacer demiştir ki: "Bu hadis, dünyada rivayet edilen müselsel
hadislerin en sahihidir."
İkincisi,
Dahhâk'tan yapılan şu rivayettir. Bazı gençler, savaşta şöyle yaptık, böyle
yaptık diye yapmadıkları şeyleri söylemişlerdi. Bunun üzerine söz konusu sûre
nazil oldu. Üçüncüsü, İbnü Zeyd'in rivayetidir. Buna göre "Münafıklar, müminlere
biz sizdeniz ve sizinle beraberiz." dedikleri halde fiillerinde buna ters
davranışlarının görülmesi sebebiyle bu sûrenin nazil olduğu söylenmiştir.
Âlûsî, bu son rivayetin önceki iki rivayet kadar kuvvetli olmadığını beyan
etmektedir.
Bu sûrenin
kısaca anlamı, doğruluk ve sadakatle Allah yolunda cihada teşvik edip hazırlamak
ve bu suretle önceki sûrenin mânâsı ve imtihan konusu olan nehiylerini te'kid
etmek ve İslâm'ın geleceğini aydınlığa kavuşturmaktır. İmtihan Sûresi'nin
sonunda ümidsizlikten sakındırılmak sûretiyle ahiret ümidi takviye edildiği
gibi, bu sûrede de İslâm dininin bütün âlem önünde ortaya çıkışını ve yüceliğini
ispat etmek için daha büyük imtihan devreleri geçirmek üzere müslümanlar cihad
meydanlarında "Bünyân-ı mersûs" (sağlam bir yapı) gibi yer alacak şekilde
nizam ve intizama davet olunarak, buna uyan müminlere başarı müjdelenecektir.
Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
1- Göklerdekilerin
ve yerdekilerin hepsi Allah'ı tesbih eder. O, üstündür, hikmet sahibidir.
2- Ey iman
edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?
3- Yapmayacağınızı
söylemeniz, Allah yanında şiddetli bir buğza sebeb olur.
4- Allah,
kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.
5- Bir zaman
Musa, kavmine: "Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu
bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?" demişti. Onlar eğrilince, Allah
da kalblerini eğriltti. Allah fasıkları doğru yola iletmez.
6- Meryem
oğlu İsa da: "Ey İsrailoğulları! ben size Allah'ın elçisiyim. benden önce
gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi
müjdeleyici olarak (geldim)." demişti. Fakat onlara apaçık delillerle gelince
"Bu, apaçık bir büyüdür." dediler.
7- İslâm'a
davet olunduğu halde Allah üzerine yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?
Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.
8- Ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoş görmese de Allah
nurunu tamamlayacaktır.
9- O, Resulünü
hidayet ve hak dinle gönderdi ki, müşrikler istemese de onu, bütün dinlerin
üstüne çıkarsın.
"Ey iman edenler!
niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz?" Nüzul sebebi olarak ilk sırada zikredilen
Abdullah b. Selam rivayetine göre bu hitab, gerçek müminlere adaklarını yerine
getirmenin lüzumunu hatırlatmaktadır. Yapmayacağınız bir şeyi adamayın, madem
ki adadınız o halde sözünüzde durup adaklarınızı yerine getiriniz demektir.
İkinci sırada zikrettiğimiz Dahhâk rivayetine göre yapmadığınız şeyi niye
söylüyorsunuz? Müminlere yalan söylemek yakışır mı? tarzında bir kınamadır.
Üçüncü rivayette ise, zâhirde mümin görünen münafıkları azarlama mânâsı vardır.
Fakat bu iki rivayete göre 'de gibi mazi (geçmiş zaman) mânâsı gözetmek lazım
geleceğine bakarak evvelki rivayette de belirtildiği şekilde, geleceğe aid
adak mânâsını anlamak daha doğru görünmektedir. Onun için bu âyet ile adağın
yerine getirilmesinin vacib olduğuna delil getirilmiştir. Yani aslı meşru
olmakla beraber vacib olmayan bir fiil, adamakla vacib olur. O halde yapmayacağınız
bir fiili adamayınız. Adayınca da onu hemen yerine getirin. Adaklarınız konusunda
yalancı durumuna düşmekten son derece sakının.
3. Yapmayacağınız
şeyi söylemeniz Allah'ın buğz ve nefret ettiği şeylerden olması itibariyle
ne büyük bir kabahattir!
Makt, yukarılarda
da geçtiği gibi şiddetli buğz, son derece nefret ve iğrençlik demektir. fiili
bu nevi yerlerde gibi zem veya taaccüb mânâsı ifade eder ki, Kehf Sûresi'nde
yer alan "bu söz ne büyük oldu.."(Kehf, 18/5) âyetinde de aynı anlamdadır.
O halde Allah'ın en sevdiği ameli bilsek de yapsak diyen samimi müminler,
Allah'ın buğzettiği kimselerden olmamak için, büyük söylememeli, yapamayacakları
şeylere nezr etmemeli, nezr ettikleri takdirde de yapmalıdırlar.
4-5. Bundan
dolayı Allah Teâlâ onların yapabilecekleri amellerden sevdiği bir ameli haber
vererek buyuruyor ki haberiniz olsun ki Allah Teâlâ kendi yolunda sağlam bir
bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever, Allah'ın sevgilisi olmak için
müminlerin de böyle yapmaları gerekir. Dikkat edilmesi gereken bir husus da
şudur ki, bu sûrede fâsılası (âyetin son harfi) ile yalnız bu âyete tahsis
edilerek tekvücut olmanın önemine işaret edilmiştir ki, sûreye "Saff Sûresi"
denilmiş olması da bunu göstermektedir . kurşunlu bina, parçaları kurşunla
kenetlenerek yekpare bir cisim haline gelmiş olan sağlam bir bina demektir.
İşte müminlerin sosyal durumları gerek Saffât Sûresi'nin başında ve gerek
Fetih Sûresi'nde yer alan "Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek
kalınlaşmış ve gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların
da hoşuna gider..." (Fetih, 48/29) âyetinde ifade edilen benzetme ve tasvir
üzere sağlam bir irtibât ile bir diğerine bağlanmış kuvvetli bir yapı teşkil
etmeli ve İslâm mücahidleri böyle birbirlerine kenetlenmiş tek bir saf halinde
çarpışmalıdır. Şüphesiz bu benzetmede, ferdlerin cismen tekdüzen bir şekil
ve nizam ile terbiye ve asayişleri konu edildiği gibi, kalben niyet ve imanlarının
da bir kelime etrafında toplanacak ve birbirlerini sevip sayacak bir surette
samimiyet ve kararlılıkta olması mevzu bahistir. Bazı müfessirlerin beyanına
göre de bu âyette ordunun en önemli teşkilatının piyade olduğuna da işaret
vardır. Çünkü süvari, donanma ve diğer birimlerde de her ne kadar cereyan
ederse de en fazla saf harbi piyadede meşhurdur. Binaenaleyh askeri terbiyede
hem fizikî düzene hem de din terbiyesi ile kalbî ve manevi birliğe itina gösterilmesi
ve müminler arasında bu birlik ve sevgiyi bozacak ahlâksızlıklardan son derece
kaçınılması gerekmektedir. Bunun yapılabilmesi için de gaye, güzel tayin edilmeli
ve alçak maksatlar terkedilip Allah yolunda en yüksek ve en yüce gayeye yapışılmalıdır.
Bundan dolayı harb meselesiyle ilgili olan sebepler, amiller, hedef ve gayeler
izah edilerek İslâm dininin ortaya çıkış hikmeti anlatılmak üzere semavî dinlere
şöyle bir geçit resmi yaptırılarak buyuruluyor ki düşünün o zamanı ki Musa
kavmine, yani İsrâil oğullarına demişti. Bana niçin eziyet ediyorsunuz? Halbuki
benim size Allah'ın elçisi olduğumu biliyorsunuz. Bu âyetle yahudilerin Peygamberlere
küfür ve isyan etmelerinin öteden beri sürüp gelen âdetleri olduğu ve hep
o âdetin günahını çektikleri anlatılmış olmaktadır. Hz. Musa'ya yaptıkları
eziyetlerin tafsilatı Bakara Sûresi'nde geçmiş. Özellikle zorbalara karşı
savaşmada "Şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın: biz burada oturacağız." (Maide,
5/24) dedikleri ve neticede şaşkınlığa düştükleri Mâide Sûresi'nde zikredilmektedir.
Vakta ki böyle zeyğ ettiler, haktan meyl etmek suretiyle yamukluk edip eğri
gittiler. Allah da kalplerini yamulttu. Yani eğriltti, eğriliği kalplerine
tabiat yaptı. Bundan dolayı hep eğrilik düşünürler, eğri giderler, hak söz
kendilerine tesir etmez ve doğru yola yanaşmazlar. Allah da dinden çıkmış
fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez, muvaffak kılmaz, muradlarına erdirmez.
İşte müslümanların savaş için hazırlanmalarının sebeplerinden birisi böyle
hak dinlemez, bozulmuş fasıklar topluluğunun ruh halleridir.
6. Nitekim
kalplerinin eğriliklerinden dolayı İsa'yı da kabul etmediler, kabul ettik
diyenler de sözlerini tutmadılar. O vakti düşünün ki: Meryem oğlu İsa şöyle
demişti: Ey İsrailoğulları, Musa (a.s) baba tarafından İsrail oğullarından
olduğu için onlara, ey kavmim diye hitab etmişti. İsa (a.s.)'nın ise babası
olmadığı için ey İsrail oğulları dedi. Haberiniz olsun ki ben size Allah'ın
elçisiyim önümdeki Tevrat'ı tasdikçi ve benden sonra gelecek bir Resul'ün
müjdecisi olarak gönderildim ki o Resul'ün ismi, Ahmed'dir. Burada Ahmed isminin
özel bir isim olması da, mânâsı da kasdedilmiş olabilir. Yani adı son derece
övgüye layık ve pek güzel demek de olabilir. Zira Hz. İsa'nın müjdelemekle
emredildiği Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir ismi de Ahmed'dir. Onun Muhammed
ismi de Ahmed ismi gibi, aynı hamd maddesinden olarak en güzel ve övülecek
ismidir. Mamafih burada Ahmed isminin bizzat kendisinin kasdedilmiş olması
daha doğrudur. Nitekim İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Darimî, Tirmizî ve Nesaî
Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir. Resulullah (s.a.v)
buyurdu ki: "Benim çeşitli isimlerim vardır. Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im,
ben toplayıcıyım, insanlar benim ayaklarım üzere toplanacaklardır. Ben mahvediciyim
ki, Allah benimle küfrü mahvedecektir. Ve ben sonuncuyum."(1)
Âkıb, kendisinden
sonra Peygamber gelmeyen "son Peygamber" demektir. Hz. Hassan'ın şu beyti
de Ahmed isminin Resulullah'ın bir ismi olduğunu ifade etmektedir.
Yani "Allah
Teâlâ, O'nun arşını kuşatmış olan melekler ve bütün temizler mübarek Ahmed'e
salât getirmişlerdir." Ahmed lafzının, aslında hamd ederim mânâsına fiili
muzâri nefs-i mütekellim vahdeh sigasından nakledilmiş olması da düşünülebilirse
de, daha doğru olan ism-i tafdil olmasıdır. İsm-i tafdillerde asıl olan fâil
mânâsı ise de, "daha meşhur" anlamına gelen "eşher" gibi ism-i mef'ûl mânâsını
da ifade edebilir. "Tekrar güzeldir." tabirinde olduğu gibi, Ahmed lafzının
övülmekte üstünlük mânâsına kullanıldığı da bilinmektedir. Şayet hamidiyyetten
olursa bu durumda "en fazla hamd eden" mahmudiyyetten olursa o zaman da mânâsı,
"en ziyade hamd ve medhedilen" demektir. İsim olması durumunda da bu anlamların
birinden nakledilerek o isimle çağırılan zât kasdedilmekdedir. Bu âyette Hz.
İsa'nın peygamberliğinin hikmeti olarak şu iki şeyi söylediği beyan edilmiştir:
Birisi, kendisinden önce gelen Tevrat'ı tasdik etmesi, diğeri de kendisinden
sonra gelecek olan Ahmed'i müjdelemesidir. Tevrat'ı tasdik etmesi, hükümleri
yönüyle düşünülebilse de ihbar (haber verme) itibariyle olması daha doğrudur.
Zira Tevrat'ta hem Mesih'e hem de Son peygamber Hz. Muhammed'e dair haberler
vardı. Bu yüzden Hz. İsa'nın gelişi, hem Mesih'e ait haberlerin doğruluğunu
ispat etmiş hem de son Peygamber'i müjdelemek suretiyle o konudaki haberleri
tasdik etmiştir. Ancak yahudiler, Hz. İsa'yı inkar ettikleri gibi hıristiyanlar
da bu müjdeyi kısmen inkar ve kısmen değişik şekilde te'vil ederek haksızlığa
sapmışlar ve eldeki mevcut İncillerin böyle bir şeyden bahsetmediğini iddia
edecek kadar ileri gitmişlerdir. Şayet Hz. İsa'ya verilmiş olan İncil de Kur'ân
gibi aynen korunmuş olsaydı, bu müjdenin İncil'de zikredilip edilmediğini
anlamak mümkün olurdu. Mamafih Bakara Sûresi'nde de geniş bilgi verildiği
gibi elde mevcut olan Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid kitablarında buna dair deliller
hiç de az değildir. Mesela Ahd-i Cedid'de Resullerin işlerinin üçüncü bâbında:
Musa ecdâdımıza, "Rabbiniz Allah size birâderlerinizden benim gibi bir Peygamber
ortaya çıkaracaktır. Onu, size söyleyeceği bütün işlerde dinleyiniz. Ve kavmim
arasından her kim o Peygamberi dinlemezse mahvolacaktır." dedi. İsmail ile
ondan sonra gelen peygamberlerin hepsi dahi bu günleri müjdelemişlerdir diye
de zikredilmiştir. Musa gibi olan bu gelecek peygamber, İsmail'den de söz
edilmesi karinesiyle belli ki, peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.)
idi. İsa (a.s) onu tasdik etmiş ve geleceğini müjdelemişti. Hıristiyanlar
bunu İsa (a.s.)'nın kendisine hamletmek istemişlerse de İsa (a.s.) Musa gibi
harbetmekle emredilmiş bir peygamber değildi. Alûsî söz konusu âyetin tefsiri
esnasında İncillerden bahsederken şunları söyler: "Hıristiyanların yanında
dört İncil vardır.
Birincisi,
Mata İncili'dir ki, on iki havariden biri olan Matta, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından
sekiz sene sonra Filistin'de Süryani lisanı ile cemetmiştir. Altmış sekiz
bölümdür.
İkincisi,
Markos İncili'dir ki yetmişlerden olan Markos, İsa'nın ref'inden on iki sene
sonra Roma'da Efrenci (yani Latin) lügatı ile toplamıştır. Kırk sekiz bölümdür.
Üçüncüsü,
Luka İncili'dir. Luka da yetmişlerden olup İskenderiye'de Yunanca olarak cem
etmiştir. Seksen üç bölümdür.
Dördüncüsü,
Yuhanna İncili'dir ki Hz. İsa'dan otuz sene sonra Rum beldelerinden olan Efsus
şehrinde, Yuhanna tarafından cem edilmiştir. Bölümleri, Kıbti nüshasında otuz
üçtür. Bu İnciller çeşitlidir. Bunların muhtevalarında bazı yerler vardır
ki, vicdan bunların ne Allah sözü ne de İsa (a.s.)'nın sözü olduğuna şahitlik
etmez. Mesela kendi kanaatlarınca İsa (a.s)'nın çarmıha gerilmesi ve kabrine
defnedildikten sonra göğe çıkarılması kıssası gibi ki, bunlar bazı büyükler
ve salih kimseler hakkında telif edilen hal tercemesi kitabları gibi İsa (a.s)'nın
doğumu, göğe yükseltilmesi ve bazı halleriyle, bir kısım sözlerini şerh yollu
yazılmış tarih ve biyografik eserlere benzerler. Binaenaleyh İsa (a.s)'nın
Kur'ân'da haber verilen beşikte konuşması ve Hz. Muhammed'i müjdelemesi gibi
diğer bazı hal ve sözlerini bu İncillerin ihmal etmiş olmaları Kur'ân'ın beyanına
karşı hiç bir zarar vermez. Bununla beraber insaf ile hareket eden ve taassubu
bırakıp doğru yolda gidecek olan kimseler için bu İncillerde dahi o müjdeye
dair sözler vardır. Yuhanna İncili'nin on beşinci bölümünde Yesu' Mesih demiştir
ki: "Pederin göndereceği Hak ruhu Faraklit size her şeyi öğretecektir." Yine
Mesih demiştir ki: "Beni seven sözlerimi ezberler, Pederim de onu sever ve
ona varır, katında yer tutar. Ben bunu size söyledim. Çünkü ben sizin yanınızda
ikâmet etmiyorum. Pederin göndereceği Ruhu'l-Kudüs Faraklit, size her şeyi
öğretecek ve benim söylediğim sözleri hatırlatacaktır. Size selamımı emanet
bırakıyorum, kalbleriniz ızdırap içinde olmasın. Telaş etmeyin.
Ben gideceğim
ve size döneceğim. Beni seviyor olsanız benim Pedere gitmemle sevinirdiniz."
Ve demiştir ki: "Benim Pedere gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmesem
Faraklit size gelmez, amma gittiğimde onu size gönderirim. O geldiği vakit
de âlemi, günahtan dolayı kınayacaktır. Size söylemek istediğim daha çok söz
vardır lakin siz onlara tahammül edemeyeceksiniz. Fakat o Hakk'ın Ruhu geldiği
zaman sizi Hakk'a irşad edecektir. Çünkü o, kendiliğinden söylemez, ne işitirse
onu söyler> ve bütün geleceği haber verir ve Pedere ait olanın hepsini size
tarif eder." Bir de (ondördüncü babda) demiştir ki: "Eğer siz beni seviyorsanız
benim tavsiyelerimi ezberleyiniz ve ben Pederden, ebediyyen beraberinizde
sabit kalacak diğer bir Faraklit vermesini dileyeyim. O Hak Ruhunu ki, âlem
onu kabul etmeye güç yetirmedi. Çünkü onu tanımadılar. Ben sizi yetim bırakmam.
En yakın zamanda size geleceğim." Alûsî bunları naklettikten sonra da der
ki: "Faraklit
kelimesi, hamdi gösteren bir kelimedir. Gözlerini taassub perdeleri bürümemiş
olanların nazarında İsa (a.s)'nın bu sözünden Ahmed (s.a.v)'in kasdedildiği
anlaşılır. Hıristiyanların bazısı bunu "Hammâd", bazısı da "Hamid" diye tefsir
etmişlerdir. Bunun delaletinden de aleyhisselatü vesselamın Ahmed (yahut Muhammed)
ismine işaret var demektir. Diğer bazı hıristiyanlar da onu, muhallıs (kurtarıcı)
diye tefsir etmişler ve buna İsa (a.s.)'nın başka bir sözünde "Allah size
diğer bir halaskâr gönderecektir." demiş olmasıyla delil getirmişlerdir. Bu
cümlede de Peygamber'in risaletine hamd ismiyle değilse de kurtarmak ve yardım
etmek ünvanıyla işaret edilmiştir. Hıristiyanlardan bir kısmı da Faraklit
Hz. İsa'nın öğrencilerine gökten inmiş olan ateşli gönüller olup bir takım
alâmetler ve acaib işler yapmışlardır diye zannedilmiştir. Lakin "diğer bir
Faraklit" diye başka bir vasıfla tavsif edilmiş olması bu anlayışa müsait
görünmez. Zira İsa (a.s.)'dan sonra onlardan önce diğer birisi geçmiş değildir."
Faraklit kelimesi
hangi dildendir? Müfred midir, mürekkeb midir? İbranice midir, değil midir?
Bu konulardaki ihtilaflar ve mânâlarına ait bazı bilgiler Bakara Sûresi'nde
geçmişti. Eski İncil tercemelerinde bu kelime Faraklit (veya Paraklit) diye
aynen muhafaza edilerek ifade edilirken yakın zamanlarda basılmış olan İncil
tercemelerinde "teselli edici" diye zikredilmiştir. Mesela bin dokuz yüz yirmi
(1920) tarihiyle İstanbul'da Matyosyan Agop Matbaası'nda basılan nüshasında
yukarıdaki sözler hep "teselli edici, yani hakikat ruhu" diye terceme edilmiştir.
Ve bazı kayıtlarda da tuhaf şekilde değiştirilerek ifade edilmiştir. Mesela,
Yuhanna'nın ondördüncü babında şöyle denilmiştir: "Ve ben Pederden dilerim,
O dahi sonsuza kadar sizinle beraber olmak üzere size diğer bir teselli edici,
yani hakikat ruhunu verecektir. Bunu dahi dünya görmediği ve tanımadığı için
kabul edemez. Amma siz onu tanırsınız. Zira yanınızda bulunup gönlünüzde olacaktır."
On beşinci babında da "Amma şeriatlerinde bana sebepsiz buğzettiler diye yazılı
olan sözün tamamlanması için böyle oldu. Fakat Peder tarafından benim göndereceğim
teselli edici, yani Pederden çıkan hakikat ruhu geldiği zaman benim hakkımda
o şehadet edecektir. Ve siz dahi şehadet edersiniz. Zira başlangıçtan beri
benimle berabersiniz." denilmiştir. Bu yeni tercemeciler "paraklid" kelimesinin
Yunanca "teselli edici" mânâsına olduğunu söylüyorlar ve ruhu'l-hak tâbiri
yerine de hakikat ruhu diyorlar. Bu suretle tercemeden tercemeye değiştirilerek
aslı kaybolmuş bu İncillerle, Kur'ân'ın açık beyanına karşı çıkılmak istenilmesi
hak ve adalet fikriyle uyuşmayacağı gibi, insaf sahibi kişilerin Kur'ân'ın
haber verdiği bu müjdenin, te'vil edilmiş bir şekilde bile olsa itiraf edildiğini
görürler. Fatih Kütüphanesi'nde bu mesele ile ilgili bir risale görmüştüm
ki, bir papaz İncillerdeki faraklit müjdelerinin, Kur'ân'ın bu âyetinde haber
verilen "Benden sonra gelecek olan Ahmed isimli bir peygamberi müjdeleyici
olarak." müjdesi olduğuna kanaat getirerek müslüman olmuş ve bu hususa dair
bir risale yazmış olduğunu söylüyordu. Fikir sahibi bazı kişiler de bu mesele
hakkında İncil (Avangel) kelimesinin asıl mânâsını araştırmak istemişler ve
bu kelimenin esasen müjde anlamına geldiğini ve hakikatte Hz. İsa'nın davetiyle
bütün İncillerin özet olarak beyanının, gelecek bir Resul ile İlâhî Saltanatı
müjdelemekten ibaret bulunduğu görüşünde birleştiklerini ifade etmişlerdir.
İşte Hz. İsa
böyle söylemiş olduğu halde İsrail oğullarının çoğu, yani yahudiler onu dinlemedikleri
gibi hıristiyanların çoğu da bunu gizlemiş ya da te'vil ve tahrif (değiştirmek)
ile inkar etmiş olduklarından dolayı bu hakikat hatırlatılarak buyuruluyorki:
Sonra o Resul, yani İsa (a.s)'nın müjdelemiş olduğu ismi Ahmed olan Resul,
onlara delillerle: açık açık âyetler ve mucizelerle geldiği zaman da bu apaçık
bir sihir dediler. Bu Ahmed, o müjdelenen Resul değil, bu açık sihirlerle
bizi aldatmak istiyor diye küfre, haksızlığa saptılar ve bu haksızlıkla bir
takım değişiklikler yapmak suretiyle İsa, Allah'ın oğludur gibi aslı olmayan
yalanlar yazarak onları Allah kelâmı diye Allah'a isnad ettiler.
7-9. Bundan
dolayı da şöyle buyuruluyor: Halbuki İslâm'a davet edilirken Allah'a yalan
iftirada bulunan, yani Allah'a yalan isnad eden veya Allah hakkında yalan
söyleyen yahut uydurduğu yalanı Allah indirdi diye iftira eden kimselerden
daha zalim kim olabilir? Allah ise zalimleri hidayete erdirmez, haksızları
doğru yola iletmez, isteklerinde başarılı kılmaz. Onun için böyleleri hak
sözle yola gelmez, İslâm'ı kabul etmezler. Sonuçta yaptıkları zulümlerin cezasını
çekmeleri gerekir. İşte böyle iftiracı zalimlerin haksızlıkları, zulümkarlıkları
da, müminlerin Allah yolunda savaşa hazırlanmalarını ve o yolda harb etmenin
Allah katında sevimli bir amel olmasını gerektiren sebeblerdendir.
10. "Ticaret."
Bu kelimedeki tenvin ta'zim içindir. Yani büyük, şanlı bir ticaret demektir
ki, şu şekilde tefsir edilmiştir: sizi acı bir azabdan kurtaracak, beyan edileceği
üzere sizi o azabdan kurtarıp, hürriyete kavuşturacak ve büyük murada erdirecektir.
11-12. O ticaret
nedir? diye sorulursa şöyle beyan edilir: Allah ve Resulüne iman edersiniz,
emirlerini tutar, verdiği haberlerin ve müjdelerin doğruluğuna inanırsınız
mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Yani iman ile cihadı
bütünleştirirsiniz. Bir hadiste zikredildiği üzere cihad, İslâm'ın örgücü
yani kubbesidir. İslâm binasının temeli iman, zirvesi ve en yüksek kubbesi,
cihaddır. Bu, yani böyle bir iman ve cihad sizin için hayırlıdır. Gerçi "Hoşunuza
gitmediği halde savaş size yazıldı. (farz kılındı)." (Bakara, 2/216) âyetince
cihad sizin zorunuza gider, sevimli görünmezse de hakkınızda hayırlıdır. Çünkü
âyetin devamında "Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir
ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir..." (Bakara, 2/216)
buyurulmuştur. Herhalde fâsıkların, zalimlerin ve müşriklerin hükmü altında
esaretle ezilmekten ise, Allah yolunda ve hak uğrunda mallarınız ve canlarınızla
savaşarak ya şehid ya gazi olmak elbette hayırlıdır. Eğer bilirseniz. İlim
sahibi olur ve iman ile cihad etmesini bilirseniz cihadın hayırlı olduğunu
anlarsınız. Demek ki cihad için de körükörüne hareket edilmemeli, bilgi sahibi
olunmalıdır. Çünkü iman ve ümitle itaat etmek, ümitsizlik ve küfürden; cihad
ve şehadet ise esaret ve zilletten her halde hayırlıdır.
13. Diğer
biri de yani cihadda bu nimet veya bu ticaretten başka, diğer bir nimet yahut
ticaret daha vardır. Ki siz onu seversiniz, cihadı hepiniz sevmeseniz ve neticesi
olan o büyük kurtuluşu hepiniz takdir edemeseniz bile, diğer neticesi olan
şu nimeti hepiniz seversiniz ki o da şudur. Allah'tan bir zafer, düşmanlara
karşı bir galibiyet ve yakın bir fetih, işte cihadın bir meyvesi de budur
ki, bundan herkes hoşlanır. Böyle söyle hem kendin müjdelen hem de müminleri
müjdele ya Muhammed! Çünkü onlar için bu iki ticaret muhakkaktır.
14. Onun için
Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olunuz, yani bu müjdelere ermek için
iradelerinizi Allah için, O'nun rızasına kavuşmak için yardımcı olunuz. Meryem
oğlu İsa'nın Havarilere dediği gibi: Benim Allah'a doğru, yardımcılarım kimdir?
Yani ben Allah'a doğru giderken başarıya kavuşmak için bana yardım edecek,
benimle beraber ona kavuşmak isteyecek yardımcılarım kimlerdir? Buna cevaben
Havariler "O Allah yardımcıları biziz" dediler. İşte siz de ey müminler! İsa'nın
Havarileri gibi Allah'ın yardımcıları olunuz. Peygamber'in davetini kabul
ederek Allah'a tam bir iman ile yardım ediniz.
Havâriyyun,
Hz. İsa'nın, ilk iman eden seçkin öğrencilerinden on iki kişiye denir ki,
bunlar dini yaymak için etrafa dağılmış olduklarından "Rusul-i İsa" (İsa'nın
elçileri) ismi dahi verilmiştir. Eldeki İncillerde bunlara on ikiler de denilmektedir.
Havâriyyun kelimesi, esasen "Havârî" ism-i mensubunun çoğuludur. Kâmus şarihinin
beyanına göre bazı âlimler demişlerdir ki, "Bu kelime, çoğuldan cinse nakledilerek
hem müfred hem çoğul için kullanılır. "Havar ve haver lügatte, beyaz ve beyazlık
mânâsına isimdir. Bu münasebetle şehir kadınlarına beyazlıklarından dolayı
"Havariyyât" denilir. Bezleri yıkayıp çırparak ağırtan kassara, eski Türkçe
karşılığıyla çırpıcıya da havarî denildiği gibi saf ve temiz dost ve yardımcıya,
özellikle büyük peygamberlerin davet ve emirlerini yerine getirme uğrunda
yardımcı olanlara da samimi niyyet ve temizliklerinden dolayı havarî denilir.
Mamafih zikredildiği gibi bu isim en fazla İsa (a.s)'nın seçkin yardımcıları
olan zatlar hakkında kullanılmıştır. Müfessirler bunlara söz konusu ismin
verilmesinde çeşitli görüşler nakletmişlerdir ki, Kâmus sahibi Fîrûzâbâdî
"Besâir"de bu görüşleri şöyle özetlemiştir: "Bazı âlimler, onların bir kısmının
kassâr (çırpıcı) bir kısmının da avcı olmaları sebebiyle bu ismi aldıklarını
söylerken, bazıları da beyaz elbise giydikleri için yahut daima ilim ve din
eğitimiyle insanları temizlemiş olduklarından dolayı onlara bu ismin verildiğini
ileri sürmüş ve demişlerdir ki: "Kassârlık isnad edenlerin maksatları da budur.
Avcılık isnad edenler ise onların, din ve ahiret konularında şaşkınlığa düşen
kimseleri avlayıp din yoluna çektikleri için bu adı aldıklarını savunmuşlardır."
Diğer bazıları da, işaret ettiğimiz gibi inançlarındaki saflık, ilgi ve niyyetlerindeki
temizlik sebebiyle onlara havarî dendiğini ifade etmişlerdir ki en münasib
olan görüş de budur. Frenkler havarîlere "aptres" ismini vermişlerdir ki bu
kelimenin Yunanca'dan alınarak uzağa gönderilmiş elçiler anlamını ifade ettiği
söylenmektedir. Buna göre aptre, Havariyyûn kelimesinin tercemesi olmayıp
Yâsin Sûresi'nin "...onlara elçilerin geldiği ..." (Yâsin, 36/13) âyetinde
geçtiği üzere İsa'nın eçileri mânâsına diğer bir isim olmuştur. Yalnız avcıya,
"dağıtılmış" mânâsı düşünüldüğü takdirde Havariyyûn'a avcı mânâsı verenlerin
kavline de itibar edilebilir.
Alûsî
der ki: "Bahr'in beyanına göre Hz. İsa bunları çeşitli beldelere dağıtmış
kimini Rûmiyye'ye, kimini Babil'e, kimini Afrika'ya, kimini Efsus'a, kimini
Beyt-i Makdis'e, kimini Hicaz'a, kimini de Arz-ı Berber ve havalisine göndermişti.
Mamafih her beldeye gönderilenin tayini ve isimlerinin zabtedilmesi hususlarının
sıhhatine güvenilemez. Suyûtî de bunları "İtkân"da zikretmiş ise de, esasen
bulunulabilecek yerlerde araştırılmalıdır."
Endülüs'lü
müfessir Ebu Hayyan "el-Bahru'l-Muhit" adlı tefsirinde der ki: "Havarîler,
on iki kişidir ve bunlar, Hz. İsa'ya ilk iman edenlerdir. İsa bunları çeşitli
beldelere göndermişti. Batris ve Pavlis Roma'ya, Andiravs ve Matta, halkı
insan yiyen arza, Bukas Babil'e, Filibs Kartaca'ya yani Afrika'ya, Yuhann,
Ashab-ı Kehf'in kenti olan Efsus'a, iki Ya'kub Beyt-i Makdis'e, İbnü Büleymin
Hicaz'a, Testemir Berber ülkesine ve havalisine gönderilmişti. Mamafih bu
isimlerin bazılarında zabt cihetiyle zorluk vardır. Onun için esas bulunması
gereken yerlerden araştırılsın." Hakikatte Senpol dahi denilen Pavlis, Havarîler'den
değildir. Sonradan onlara katılmış, mektubları ve risaleleri Ahd-i Cedîd'in
"a'mâl-i Rusül" (elçilerin işleri) kısmına sokulmuştur. Bu zat hrıistiyanlıkta
sünnet olmayı kaldırmış ve bir takım değişiklikler yapmıştır. Sonra İbnü Büleymin
ile Testemir isimleri özellikle araştırılmalıdır. Matta İncili'nin onuncu
bâbında şöyle denilmiştir: "Ve on iki şakirdini (öğrencisini) yanına çağırıp
temiz olmayan ruhlar üzerine onları göndermeğe ve her marazı her hastalığı
def etmeye onlara kudret verdi. O gönderilen on ikilerin isimleri şunlardır:
Batris adı verilen Şem'un ile kardeşi Endravs, zibidi oğlu Ya'kub ile kardeşi
Yuhanna, Filbs ve Bertolmavs Toma ve Gümrükcü Matta, Halfi oğlu Ya'kub ve
Tedavs lakablı Lebaüs, Fanvi Şem'un ve onu ele veren İsharyoti Yehuda. İsa
bu on ikileri gönderip onlara tenbih ederek dedi ki: "Tâifelerin yoluna gitmeyiniz
ve Samiriler'in bir şehrine girmeyiniz. Bundan ise, beyt-i İsrail'in zâyi
olmuş koyunlarına varınız ve gittiğinizde "Melekûtu's-Semâvat (göklerin saltanatı)
yaklaşmıştır." diye va'z ediniz. Hastalara şifa veriniz. Cüzzamlıları temizleyiniz.
Cinleri çıkarınız. Bedava aldığınızı bedava veriniz. Kemerlerinizde ne altın
ne gümüş, ne bakır ve yol için ne dağarcık, ne entari, ne ayakkabı ve ne de
asâ tedârik etmeyiniz. Zira işçi kendi yiyeceğine layıktır. Ve hangi şehre
veya köye giderseniz orada kimin layık olduğunu sorup ayrılıncaya kadar orada
kalınız. Ve hâneye girdiğinizde ona selam veriniz. Ve eğer o hâne buna layık
ise selamınız onun üzerine gelsin ve eğer layık değilse selamınız size geri
dönsün. Ve sizi her kim kabul etmeyip sözlerinizi dinlemezse o haneden yahut
o şehirden çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten size derim
ki, ceza gününde Sedum ve Gamure diyarının hali o şehrin halinden ehven olur.
İşte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum. İmdi yılanlar gibi
akıllı ve güvercinler gibi sade-dil olunuz. Lakin insanlardan sakınınız. Zira
sizi millet meclislerine teslim edip sinagoglarda dövecekler, hem de benim
için onlara ve tâifelere şehadet olmak üzere hakimler ve krallar huzuruna
götürüleceksiniz. İmdi sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne söyleyeyim
diye endişe etmeyiniz. Çünkü ne söyleyeceğiniz size o saatte verilecektir.
Zira söyleyenler siz değilsiniz, sizde söyleyen Pederinizin ruhudur. Ve kardeş
kardeşi ve baba evladı ölüme teslim edecek ve evlad ana babanın aleyhine kalkışıp
onları öldürecekler ve ismim için herkes tarafından buğzedileceksiniz. Lakin
kim sonuna kadar tahammül ederse o kurtulacaktır. Ve size bir şehirde düşmanlık
ettikleri zaman diğerine kaçınız. Zira hakikaten size derim ki, insanoğlu
gelinceye kadar İsrail şehirlerinin devrini tamamlamayacaksınız. Öğrenci öğretmenine
ve kul efendisine üstün değildir. Öğrenciye öğretmeni gibi, kula efendisi
gibi olmak kifayet eder. Hane sahibine balezbul dedikleri halde onun hanesi
halkına ne kadar ziyade diyecekler. İmdi onlardan korkmayınız. Zira keşfedilmeyecek
ve bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta dediğimi aydınlıkta
söyleyiniz. Ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde ilân ediniz ve canı öldürmeye
kâdir olmayıp cesedi öldürenlerden korkmayınız. Lâkin hem canı hem cesedi
cehennemde helak etmeye kâdir olandan korkunuz."
Bunu takib
eden on birinci bâb:
"Ve İsa on
iki öğrencisine emir vermeyi tamam ettiğinde şehirlerinden va'z ve öğretimde
bulunmak üzere oradan hareket etti. Ve Yahya zindanda Mesih'in işlerini haber
alınca, o gelecek kimse sen misin? Yoksa diğer bir kimseyi mi bekleyelim demek
için kendi öğrencilerinden ikisini onun yanına gönderdi."
Denildiğine
göre on ikilerin bu suretle etrafa gönderilmesi Hz. Yahya'nın hapiste bulunduğu
sırada olmuştur. Halbuki yine aynı İncil'in yirmi altıncı bâbında ise, mekir
yani su-i kasd anlaşılırken: "Akşam olduğunda on ikilerle beraber sofraya
oturdu ve onlar yemek yerken, "Hakikaten size derim ki, sizden biriniz beni
ele verecektir." dediğine göre bundan onların, göğe çıkarılma sırasında Hz.
İsa'nın yanında toplanmış bulundukları ve sonradan etrafa yayıldıkları anlaşılmaktadır.
Al-i İmrân Sûresi'nde geçen "İsa onlardan inkârı sezince: 'Allah'a gitmek
için kimler bana yardımcı olacak?' dedi. Havariler: 'Biz, Allah (yolunun)
yardımcılarıyız;..." (Al-i İmrân, 3/52) âyetinde Hz. İsa'nın "Allah'a gitmek
için kimler bana yardımcı olacak?" demesi ve Havarilerin "Biz Allah (yolunun)
yardımcılarıyız." cevabını vermeleri de, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından
önce gerçekleşmiş demektir. İbnü Cerir'in Sa'id b. Cübeyr tarikiyle İbnü Abbas'tan
yaptığı rivayete göre: "Allah Teâlâ Hz. İsa'yı göğe çıkarmayı murad ettiği
zaman İsa ashabının yanına vardı, onlar on iki kişi bir evde idiler. O evin
bir (su) kaynağından onların yanına çıktı, başından su damlıyordu. Onlara,
"İçinizden birisi bana yakında on iki kere küfredecek." dedi. Sonra da "Benim
benzerim onun üzerine atılıp da benim yerime öldürülecek ve benimle beraber
benim derecemde bulunacak hanginiz?" dedi. İçlerinde yaş itibariyle en genç
birisi "Ben" dedi. İsa ona "Otur" dedi ve sonra yine tekrar etti. Yine o genç
kalktı ve "Ben" dedi. Hz. İsa da, "Evet sen osun." dedi. Bunun üzerine ona
İsa'nın benzeri bırakıldı ve İsa evdeki bir pencereden göğe yükseltildi. Derken
Onu arayan yahudiler geldi ve benzerini tutup öldürdüler. Bazısı ona iman
etmiş iken on iki kere inkar etti. İlh ..." En iyisini Allah bilir. (Bu konuda
bilgi için Al-i İmrân, 3/52; Nisâ, 4/157 âyetine bkz.) Mamafih Kur'ân burada
da bu tafsilata taarruz etmeyerek buyuruyor ki: "Ey inananlar! Allah'ın yardımcıları
olun. Nitekim Meryem oğlu İsa da havarilere: "Allah'a (giden yolda) benim
yardımcılarım kimdir?" demişti. Havarîler: "Allah (yolunun) yardımcıları biziz."
dediler.." Bunun üzerine İsrailoğullarından bir taife iman etti, Havarîlerin
mesaisi üzerine İsa'ya ve müjdesine inandı ve dine yardım etti bir taife de
küfretti. Neticede biz de iman edenleri düşmanlarına karşı güçlendirdik. Binaenaleyh
onlar galib geldiler. İman edenler düşmanları olan kâfirlere karşı galib gelip
yüze çıktılar. İşte siz de Allah'ın vaidlerine ve emirlerine, Resulullah'ın
yukarıda zikredilen davetlerine iman edip Havarîlerin çalıştığı gibi Allah
yolunda Hak dinine yardım için cihad ederek çalışın. Allah'ın yardımcıları
olursanız bütün düşmanlara galib gelir, (Saff, 61/9) vaadiyle zikredilen müjdelere
ulaşırsınız. Hakikaten Muhammed'in ashabı öyle çalıştılar, çok geçmeden müşrikleri
ve hıristiyanları yendiler. Hak dinini galib kıldılar ve öyle üstün duruma
getirdiler ki, İslâm'ın o göz kamaştırıcı galibiyyeti ve bir Hz. Ömer hilafetinin
hakkaniyyet ve adalet zevkini hâlâ bütün dünya sonsuz bir hayret ve hasretle
erişilmez bir umut gibi yad etmektedir. Mamafih bu emir ve taahhüd yalnız
onlara değil "Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun!" hitabının genel
mânâsından anlaşılacağı gibi her zaman için o tarzda amel edecek bütün müminleri
kapsayan bir vaad ve müjdedir. O halde Allah'ın yardımcıları olmayanlar, O'nun
yardımından mahrum kalıp geriye sürükleniyorlarsa, bunun sebebini Hak dinde
değil, kendi günahlarında aramalıdırlar. Kısacası, "Eğer siz Allah'a (dinine)
yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder.." (Muhammed, 47/7), "Sana gelen
her kötülük de kendindendir.." (Nisâ, 4/79) âyetleri de bu hususu net bir
şekilde ifade etmektedirler. Ashab-ı Kiram içinde Aşere-i Mübeşşere (cennetle
müjdelenen on kişi) Resulullah'ın havarîleri makamındadır. Bir hadiste "Her
peygamberin bir havarîsi vardır, benim havarîm de Zübeyr'dir." buyurularak
Hz. Zübeyr bu vasıfla yad edilmiştir. Ancak Katade'den gelen bir rivayette
de Zübeyr'den başkalarına da Havarî denildiği zikredilmektedir. Resulullah'ın
havarîlerinin: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer, Ebu Ubeyde İbni'l-Cerrah,
Osman b. Maz'un, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah
ve Zübeyr b. Avvam olduğu nakledilmiştir.
Üstünlük
ve galibiyyetin neticesinde cemaatın kıvamının, Allah Teâlâ'yı tesbih etmek
ve kulluk görevlerini yerine getirmeye bağlı olduğuna işaret etmek için, Saff
Sûresi'ni Cuma Sûresi takip edecektir.