66-TAHRİM:
Ey Peygamber!
Bu nidâ her şeyden evvel bir ta'zim hitabıdır. Sonra da yapılacak ihtardan
asıl maksadın kendi şahsı itibarıyle değil, nübüvvet vasfı itibariyle ümmete
tebliği istenen hüküm olduğuna işarettir.
Niçin haram
ediyorsun? Muzâri sîgası hal mânâsı ifade etmekle beraber, istikbâle de ihtimali
vardır, binaenaleyh bu sözün mânâsı, "niçin haram kılıyorsun?" demek olabileceği
gibi, "niçin haram kılacaksın?" şeklinde de olabilir. Cümlede yer alan soru
edatı da inkâr anlamındadır. Bundan dolayı nehiy ifade etmektedir. Yani "İyi
değildir, böyle yapma!" demektir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi tahrim,
itikâdî, sözlü veya fiilî olabilecek nitelikte inşâî (dilek kipiyle yapılan)
bir haramlıktır. Allah'ın haram kıldığını, kimsenin helâl kılma selahiyyeti
olmadığı gibi, helâl kıldığını da haram etmesi sözkonusu değildi. Zira "Allah
ve Resulünün haram kıldığını haram saymazlar ve hak dini din edinmezler."
(Tevbe, 9/29); "Allah'ın haram kıldığının sayısını çiğnemek ve onun haram
kıldığını helâl kılmak için.." (Tevbe, 9/37) âyetlerinde de geçtiği gibi Allah'ın
hükmüne karşı haramı helâl veya helâlı haram itikad edecek yahut ettirecek
şekilde bir haramlık meydana getirmeğe kalkışmak, küfür veya sınırlı olarak
nehyedilmiş olduğundan bu husus, Peygamber şöyle dursun, müminler hakkında
bile düşünülemez. Binaenaleyh burada tahrimden maksat, esas itibariyle fiilî,
yahut terkedilmesi helâl olan sözlü veya fiilî bir tahrimdir. Sözlü tahrim,
ya "şu haramdır" gibi ihbâr sigasıyla, veya "bana haram olsun" gibi inşâ şeklinde
bir sözle olur. Sırf ihbar kasdıyla söylendiği zaman "Helâl olan şu şey bana
haramdır." demek bir yalan olur, tahrim olmaz. Fakat aldım, sattım, boşadım
ve haram ettim gibi ihbârlardan inşâ kasdedilebildiği takdirde, yahut "haram
olsun" gibi inşâ sigasıyla söylendiğinde, bu bir yemin olur. Zemahşerî, tefsirinde
sözlü olarak haram kılma hakkındaki görüşleri özetleyerek der ki: "Helalı
haram kılmanın hükmü, Ebu Hanîfe'ye göre, her şeyde yemin demektir. Bir kimsenin
haram kıldığı şeyde maksada itibar edilir. Şayet bir yemeğe tahrim etmişse,
onu yememeye; cariyesini kendisine haram kılmışsa cimâ etmemeye, karısını
haram kılmışsa belli bir niyyeti olmadığı takdirde onun hakkında "îlâ"ya yemin
sayılır. Zıhâra niyyet ederse zıhâr, talaka niyet ederse bâyin bir talak vuku
bulur. İkiye veya üçe niyet ederse, aynı şekilde niyeti tahakkuk eder. Yalan
söyledim derse o Allah ile kendisi arasındadır, yahut niyetine bırakılır.
Fakat kazaya gelince îlânın iptaline gidilmemesi dinin gereği olur. "Her helâl
bana haramdır." derse, bir niyeti olmadığı takdirde yiyecek ve içecek için,
niyeti varsa niyetine göre yemin olur." Şâfiî, tahrimi yemin saymamış, lâkin
yalnız kadınlar hakkında keffârete sebeb saymıştır. Ona göre boşamaya niyet
ederse ric'î talak meydana gelir. Ebu Bekr, Ömer, İbnü Abbâs ve İbnü Mes'ûd
(r.a)'dan nakledildiğine göre "Haram kılmak, yemin demektir." Ömer'den: Boşamaya
niyet ederse ric'idir, Ali'den: Üç talak vuku bulur, Zeyd'den: bâyin bir talaktır,
Osman'dan: Zıhâr meydana gelir şeklinde rivayetler vardır. Ayrıca Mesrûk ve
Şa'bî de böyle bir durumda herhangi bir şeyin vuku bulmayacağı görüşündedirler.
Çünkü onlar
"Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın..." (Mâide,
5/87) ve "Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında "Bu helâldir,
bu da haramdır." demeyin..." (Nahl, 16/116) âyetlerini delil getirerek Allah'ın
haram kılmadığını kimse haram kılamaz, kılarsa onun haram etmesiyle haram
olmaz demişler ve Resulullah'ın tahriminin yeminle gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdir."
Ancak burada şunu söylemek lazım ki "Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren
yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden
dolayı sizi sorumlu tutar..." (Mâide, 5/89) ve "Allah sizi, yeminlerinizdeki
kasıtsız yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz. Lâkin kalplerinizin kazandığı şeyler
ile sorumlu tutar..." (Bakara, 2/225) âyetleri gereğince yemin ile haram kılmak
da, Allah'ın haram kılması cümlesindendir. Yeminler de örfe dayalıdır. İhtilâfın
da kaynağı budur. Fiilî tahrime gelince şöyle tarif edilebilir: Hiçbir şey
söylemeksizin bir helâlden kendisini veya başkasını menetmeye denir. Mesela,
gerektiğinde kendi helâl malını yemekten çekinmek veya birisini su içmekten
zorla menetmek, fiilî bir tahrimdir. Nitekim "Biz daha önce onun süt analarının
sütünü kabulüne müsaade etmedik..." (Kasas, 27/12) âyetindeki tahrim de böyle
menetmek mânâsınadır. İşte Peygamber'in söz konusu edilen tahrimi, sadece
fiilî bir tahrimden ibaret miydi? Yoksa sözlü bir tahrim de var mıydı? Bu
surette de yemin miydi değil miydi? ihtilâf edilen mesele budur. İkinci âyette
(Nahl, 16/116) yeminin zikredilmiş olması karinesiyle (alâmetiyle) tahrim
olayında bir yeminin dahi bulunduğu anlaşılıyor. Rivayetler de bunu gösteriyor.
Fakat bu yemin yalnızca "haram olsun" demekten ve bununla îlâya niyet etmekten
ibaret miydi? İmam-ı A'zâm gibi birçokları birinciyi, bazıları da ikinciyi
kabul etmişlerdir. Yukarıda zikredilen rivayetlerden anlaşıldığına göre Resulullah
(s.a.v), sözle yaptığı tahrim veya yeminin ötesinde fiilen de kendisini birtakım
şeylerden menetmiştir. Mesela, pöstekiyi bile sermeyip de bir hasır üstünde
oturması ve bir izârdan başka bir şey örtünmemesi fiilen bunu kendisi için
gerekli görmesinden ibaret demektir. Yemin ise, kadınlar ve nihayet bir de
balla ilgili bulunmaktadır. "Allah'ın helâl kıldığı şeyler." Soru edatından
istifade edilen nehiy mânâsına göre bu cümle, genel bir mânâ ifade eder. Binaenaleyh,
nikâh, talâk, yeme içme ve diğer helâl ve mübah olan fiilleri ve bu fiillerle
ilgili olanların her birini kapsamaktadır. Yalnız Peygamber'in, nüzul sebebi
olan tahrimine göre bunlar sınırlı ve belli şeylerdir. Hem "hıllin" kaydıdır
hem de tahrimin bağlandığı (yeri) gösterir.
Yani "Allah'ın
senin için helâl kıldığını, kendi üzerine niçin haram ediyorsun?" mânâsını
ifade eder. Helâl olan bir şeyin işlenmesi vacip olmayıp, vücub veya nedbin
taalluk etmediği hususlarda yapılması da terkedilmesi de caiz ve mübah demek
olduğundan, yerine getirilmesi bir vazife değil, bir hak teşkil eder. Bir
kimsenin kendi hakkından fedakârlık ederek nefsini kendi helâlından söz veya
fiil olarak mahrum etmesinde ise esas itibarıyla bir yasaklık yoktur, iki
yönü de helâldır. Hatta, "Yakub'un kendisine haram kıldıkları dışındayiyeceğin
her türlüsü İsrâiloğulları'na helâl idi..." (Al-i İmrân, 3/93) âyetinde olduğu
gibi terkedilmesi bazen mendub da olabilir. Ancak başkasının hakkına veya
Allah'ın haklarından birinin yerine getirilmesine mâni olacak şekilde nefsine
zararlı olduğu durumda sözlü olarak veya fiilen mahrumiyeti gerektirerek helâlı
haram gibi tutmak da caiz değildir. Bu gibi hususlarda yemin dahi edilmiş
olsa keffâret verip o yemini çözmek caiz olur. Peygamber'in kendi kendine
bir baskısı demek olan sözkonusu tahrimin, mutlak olmayıp bir durumla kayıtlı
bulunduğuna işaret etmek ve sebebinin Allah'ın emri olmayıp kadınlarının hoşnutluklarını
gözetmekle ilgili olduğuna tenbih etmek için de buyuruluyor ki:
"Eşlerinin
hoşnutluğunu ararsın." Razî ve Ebu Hayyân bu cümlenin nün fâilinden hal olmasında
ısrar etmişlerdir. Buna göre mânâ, eşlerinin rızalarını arayarak, hoşnutluklarını
gözeterek veya gözetirken" demektir. Ancak, Zemahşerî, Kâdı Beydâvî ve Ebu's-Suud
gibi bazı müfessirler de bunun yü tefsir eden yahut da sebeplerini açıklayan
başlangıç cümlesi olmasını uygun görmüşlerdir ki, bu durumda da mânâ, "niçin
eşlerinin rızasını ararsın da kendini sıkarsın, yahut sen yalnızca eşlerinin
hoşnutluklarını arıyorsun, o sebeple kendini sıkıyor, mahrumiyete katlanıyorsun
da Allah'ın seni serbest bıraktığı haklarından vazgeçiyorsun, halbuki Allah
buna razı değildir." demektir. Buna göre üzerinde vakıf yapmak caizdir. Onun
içindir ki secâvendi konularak bu cümlenin istinâf (başlangıç) cümlesi olduğu
hususu tercih edilmiştir. Tahrimi bilhassa Mâriye veya bal yemini olayına
göre düşünüp de îlâyı, Peygamber'in eşlerinin hepsiyle ilgili göstermeyen
müfessirler bu hususu, "Eşlerinin hoşnutluğunu ararsın." kaydına ters gibi
görmüşe benziyorlar. İlk bakışta eşlerinin hepsini kendisine haram kılması,
onların rıza ve hoşnutluklarını aramak maksadına zıt gibi görünebilir. Lakin
şerbet yemini, hepsinin değil, olsa olsa yalnız bazısının hoşnutluğunu gözetmekten
ibaret olacağı gibi, Mâriye yemini hepsini memnun edebilecek olsa da bunu
rivayet edenler onun, yalnız bir eşi hoşnut etmek ve diğerlerine duyurmamak
üzere yapıldığını söylemişlerdir ki, dolayısıyla bunda da, hepsinin rızası
gözetilmemiş demektir. Gerçi lafzı, cins için kullanılarak bir veya ikisine
de ihtimali olabilirse de doğru olan, eşlerin hepsini ifade etmesidir. Bu
kayıtta ise, tahrimle, eşlerin hoşnut edildikleri söylenmemiş, onların hepsinin
rıza ve hoşnutluklarını arama sebep ve maksadıyla yapılmış olduğu beyan edilmiştir.
Yukarıda da izah ettiğimiz gibi îlâdan maksat da bu olduğu için, bunu Mâriye
veya bal şerbeti hadisesine tahsis etmek, genel bir anlam ifade eden çoğulunun
dış mânâsına ters düşmektedir. Onun için bunu, Mâriye ve şerbet olayını karıştırmadan
îlâ meselesini anlatan Hz. Ömer'in yukarıda naklettiğimiz açıklaması dairesinde
anlamak gerekir ki o da, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, eşlerinin hepsinden uzlet
ederek onların hoşnutluklarını gözetmek maksadıyla bir ay ayrılık ve meşakkati
seçmiş olmasıdır. Keşşâf hâşiyesinde Ahmet b. Münir der ki: "Hz. Peygamber'e
"Allah'ın helâl kıldığını niçin kendine haram ediyorsun?" buyurulması, hem
tatlılık ve şefkat için, hem de, rütbe ve makamının, hanımlarını hoşnut etmek
maksadıyla meşakkat yolunu seçmesinden yüce olduğuna tenbih içindir." Râzî
de bunun, azarlamak için değil, uyarı için olduğunu söyler. Şu halde Hz. Ömer'in
açıklamasının sonundaki itâb (kınama) tabirinin ifade ettiği serzeniş (başa
kakma) ve azarlama esas itibariyle Peygamber'in kendisine değil, ona karşı
çıkan eşlerine yöneliktir ki bu da üçüncü âyette anlatılacaktır. "Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." Vâv, itirâziyye veya istinâfiyye olup
bu cümle, Peygamber'in üzüntüsünü giderme anlamını ifade etmektedir.
2. "Allah
size farz kıldı." Buradaki farz kelimesi, Razî tefsirinde "Sâhibu'n-Nazm"dan
nakledildiği gibi bazen "Farz kılmak" bazen de Nur Sûresi'nin başındaki gibi
beyan mânâsına gelir. Ancak "Biz müminlere neyi farz kıldığımızı bildirdik..."
(Ahzâb, 33/50) âyetinde olduğu gibi "farz" kelimesi "alâ" ile kullanıldığı
zaman şüphesiz "farz kılmak " mânâsından başka bir anlama ihtimali yoktur.
Lakin buradaki gibi "lâm" ile getirildiğinde yukarıda zikredilen iki mânâya
da ihtimali vardır. Onun için Mukâtil bu âyeti, "Allah açıkladı", diğerleri
de "farz kıldı" diye de tefsir etmişlerse de, her iki mânâ da doğrudur.
Tehille, aslı
tecribe tekmile ve tekrime kelimeleri gibi tahlile şeklinde "tef'il" bâbında
kaide dışı bir mastar olup kâideye uygun olan "tahlîl" veya "mâbihi't-tahlîl"
mânâsına isim olarak kullanılır ki helâl etmek, çözmek, çözülmek, çözümlük
ve helâllık demektir. Yeminin helâllığı, çözümlüğü de; birincisi, yaptığı
yemini doğru bir şekilde yerine getirmek; ikincisi, inşallah kaydıyla istisna
etmek, üçüncüsü de ısrarında bir günah bulunduğu takdirde bozup keffâret vermektir.
Yeminin keffâreti de "Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden
dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi
sorumlu tutar. Bunun da keffâreti..." (Mâide, 5/89) âyetinin tefsirinde açıklanmıştır.
Bakılabilir.)
Burada Peygamber'e
ait olan "sana" hitabından onunla beraber bütün müminlerle ilgili "size" hitabına
geçilmiştir. Bu âyette Peygamber'in yaptığı tahrimin yeminle alâkalı olduğuna
dair bir işaret varsa da, yemini bozduğunu gösteren bir delil mevcut değildir.
Ancak "Yeminlerinizi koruyun." (Mâide, 5/89) emri gereğince yeminleri muhafaza
etmek gerekmekle beraber, "îlâ" ve "tahrim" gibi zararlı ve sakıncalı yeminlerde
ısrar etmenin iyi olmayıp, onu çözerek farz olan keffâreti vermenin daha iyi
olacağına da işaret sözkonusudur. Nitekim bu hadiste de "Her kim yemin eder
de, sonra ondan hayırlısını görürse, yemininden dolayı keffâret versin, sonra
o hayrı yapsın." buyurulmuştur.
Ve Allah sizin
mevlânız, yani sahibiniz, mâlikiniz ve âmirinizdir. Onun için kendi arzularınıza
göre değil, O'nun emirlerine göre hareket ediniz. "O, her şeyi bilen, hüküm
ve hikmet sahibidir." Binaenaleyh size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin
ihtiyaç ve menfaatlarınızı bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Tahrimin
asıl sebebini hatırlatmakla kadınların her hususta hoşnutluklarını aramanın
neden dolayı iyi olmadığını açıklamak ve karı koca arasındaki sırların korunmasının
gereğine işaret etmek, ayrıca kadınların kocalarına karşı çıkmalarının boşamaya
sebebiyet verebilecek ve neticede ateşe sürükleyebilecek sakıncalardan olduğunu
anlatmak ve öyle bir durumda tevbe etmeyip ısrar edecek olanları tehdid etmek
suretiyle Hz. Peygamber'in eşlerine gereken vasıfları ve ahlâkı izah konusunda
buyuruluyor ki:
3. "Hani
peygamber eşlerinin bazısına sır olarak bir söz söylemişti." Vâv ibtidâiyyedir.
"İz" edatı da hazfedilen fiiline bağlı olarak geçmiş zamanı hatırlatmak içindir.
Nedensellik mânâsını da ifade edebilir. Hitap umûmadır. Yani aile hususunun
önemini, tahrim ve boşamaya sebebiyet verebilecek halleri anlamak için daima
o vakti hatırda tutmalı ki Peygamber eşlerinden birine sır olarak bir söz
söylemiş ve bu sözü kimseye söyleme demişti; bu sır ne idi? Evvela buyurulmakla
bunun bir fiil olmayıp karı ile koca arasında kalması gereken sade bir sözden
ibaret olduğu anlatılıyor. Fakat ne o hanımın isminin açıklanmasına, ne de
bu sözün neden ibaret olduğunun beyan edilmesine bir sebep olmadığı için Allah
Teâlâ, âyette ne onun ismini ne de bu sözün ne olduğunu bildirmeyerek aile
arasındaki bu nevi sırları bilenlerin de, onları yaymalarının caiz olmayacağını
hatırlatmıştır. O halde en doğrusu bunların kim ve ne olduğunu Allah bilir
deyip tecessüse (iç yüzünü araştırmaya) kalkışmamaktır. Ancak tefsir ve hadis
kitapları bunu sükut ile geçiştirmemişlerdir. Bunlar, sözkonusu hanımın Hz.
Hafsa olduğunda ittifak halindedirler. Sır olan söze gelince, bu konuda da
üç sözden bahsedilmektedir. Birisi ve en sahih olarak rivayet edileni, bal
şerbeti yeminidir. İkincisi esasen rivayeti zayıf olmakla beraber daha çok
yaygın olan Mâriye yeminidir. Fakat bunların ikisinin de diğer eşlerden gizlenmesi
gereken büyük bir sır olacağını, bundan dolayı iki kadına karşı çıkıp Peygamber'in
nâil olduğu bütün kudret ve kuvvetin beyanıyla "Şüphesiz ki onun dostu ve
yardımcısı Allah, Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler
de ona yardımcıdır." (Tahrim, 66/4) diye gayet dehşetli bir ihtar ve tehdidin
reva görüleceğini, akıl pek de kabul edebilecek gibi görünmez. Gerçi asıl
mesele söylenen sırrın büyüklüğünde değil, zatında küçük de olsa, sır olması
itibariyledir. Önemsiz gibi görünen birtakım şeyler vardırki, sırası gelince
pek büyük bir öneme sahip olabilirler. Küçük bir sırrı saklayamayanın büyüğünü
hiç saklayamayacağı cihetle kendisine verilen bir emaneti muhafaza edemeyeceğinden
dolayı emniyet ve güveni zayi etmiş, bir töhmet ve hıyanet konumuna düşmüş
olur. Bununla beraber ona yapılacak kınama ve azarlamanın da, sırrın mahiyetiyle
uygunluk arzedeceği, "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar
ve barışı sağlarsa, onun mükafatı Allah'a aittir." (Şûrâ, 43/40) hükmüyle
bilinmektedir. Bu yüzden kanaatimizce burada söylenen sırrın başka bir söz
olması gerekir. Şöyle ki: Üçüncüsü; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden
sonra devlet başkanlığının Ebu Bekr'e ve Ömer'e geçeceğini Hafsa'ya bir müjde
olarak haber vermiş ve gizlenmesini emretmiş olmasıdır. Tefsirlerin birçoğunda
zikredilmiş olan bu haber, gerçi Kütüb-i Sitte'de (altı kitapta) nakledilmemiştir.
Ancak Mâriye olayını rivayet edenler içinde bu haberi de rivayet edenler olduğu
gibi başka güvenilir zatlar da nakletmişlerdir. "el-Bahru'l-Muhît"de Ebu Hayyan
şöyle diyor: "Hadis, Mâriye sebebiyledir; bir de bal içtim denilmiştir. Meymûn
b. Mihrân dedi ki: "Hadis, Peygamber'in Hafsa'ya sır olarak söylediği şu hadistir:
"Ebu Bekr ve Ömer benden sonra hilafet yoluyla benim emrime sahip olacaklardır".
Alûsî de bu rivayetleri daha derli toplu naklederek demiştir ki: "İbnü Merdûye
İbnü Abbas'tan ve İbnü Ebî Hâtim Mücahid'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Peygamber
(s.a.v.) Hafsa'ya Mâriye tahrimini ve kendisinden sonra muhakkak Ebu Bekr
ve Ömer'in insanlara emîr olacaklarını gizlice söylemişti. Hafsa da gizlice
Aişe'ye söyledi. Hakikaten bu işin gizlice söylendiği hakkında daha başka
haberler de vardır." İbnü Ebî Adî ve Ebu Nuaym Hz. Ebu Bekr'in faziletleri
hakkında ve İbnü Merdûye birkaç yolla Hz. Ali ve İbnü Abbas'tan şöyle rivayet
etmişlerdir. Her ikisi de dedi ki: "Ebu Bekr ve Ömer'in emirlikleri Allah'ın
kitabında vardır. "Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti..."
(Tahrim, 66/3) Peygamber Hafsa'ya demişti ki: "Baban ve Aişe'nin babası benden
sonra insanların vâlisidirler. Sakın kimseye söyleme." Ebu Nuaym bir de sahabilerin
faziletleriyle ilgili Dahhâk'tan şöyle bir rivayet nakletmiş ve demiştir ki:
"Peygamber (s.a.v.) Hafsa'ya şunu gizlice söylemiştir. Kendisinden sonra halife,
Ebu Bekr ondan sonra da Ömer olacaktır." İbnü Ebî Hâtim bir de Meymûn b. Mihran'dan
böyle bir rivayet nakletmiştir. Alûsî bunları zikrettikten sonra şöyle der:
"Şia'nın ileri gelenlerinden Tabressi, "Mecmau'l-Beyân"da Zeccâc'dan naklen
demiştir ki: "Resulullah (s.a.v.) Mâriye'yi tahrim ettiği vakit, kendisinden
sonra Ebu Bekr ve Ömer'in mülke sahib olacaklarını haber vermişti. İyâşî'nin
senediyle Abdullah b. Atâî'nin, Mekkî'den ve Ebu Cafer Muhammed Bakır (r.a.)'dan
rivayet ettiği de buna yakındır. Âyetin bu haberlere göre tefsiri, şüphesiz
bal hadisine göre yapılan tefsirinden daha doğrudur. Ancak bal hadisi daha
sahihtir. Bütün haberleri bir araya cemetmek de mümkün gibi görünmüyor. Nihayet
özet olarak şunlar söylenebilir: Anlatılan bu olayların üçü de (Mâriye ve
şerbet olayı ile Ebu Bekr ve Ömer'in hilafetiyle ilgili hadise) vuku bulmuş,
ravilerin bazısı bir kısmını, bazısı da bir kısmını rivayet ederek "Ey peygamber!
Niçin haram ediyorsun?" âyeti nazil oldu." demiştir. Bunlardan hiç birisi
de yalnız kendi rivayetlerinin sahihliğini iddia etmemiş olduklarından, burada
söylenen de doğrudur. Bu doğru olursa, ihtilafın çözümü de kolaylaşmış olur.
Değilse başka çözüm yolu ara. En iyisini Allah bilir."
Bu muhakeme
hayli güzel olmakla beraber biz buna şunu da ilave etmek istiyoruz. Yukarıda
açıkladığımız şekilde sûrenin asıl nüzul sebebi, ne yalnız Mâriye, ne de bal
şerbeti yeminidir. Doğrusu o, eşlerin hepsi için yapılan îlâ yeminidir. Diğerlerini,
nihayet onun sebeb ve mukaddimelerinden saymak lazım gelir. Nitekim Hz. Zeyneb'in
hediyeyi reddi, Hz. Aişe'nin "seni horlamış" demesi, ve nafaka istekleriyle
birbirlerine arka çıkmaları, îlânın sebeb ve mukaddimelerindendir. Bu itibarla
rivayetleri bir araya toplama ihtimali belki daha fazla mümkündür. Ancak Mâriye
tahriminin sebebi hakkında söylenen rivayetlerin bazısı mantıksız bazısı da
akla ters düştüğü gibi, şerbet rivayetinin de Zeyneb ile mi yoksa Hafsa ile
mi ilgili olduğu hususunda ihtilaf vardır. Halbuki imamet haberi hakkındaki
rivayetlerde bir tenakuz söz konusu değildir. Bu haberin Kütüb-i Sitte'de
yer almaması da sahih olmamasını gerektirmez. Özellikle Meymûn b. Mihrân'dan
gelen rivayet onun güvenilirliğini kuvvetlendirmektedir. Çünkü Meymûn b. Mihrân,
"Tehzib" ve diğer biyografik eserlerde anlatıldığına göre Hasan el-Basrî ayarında
bir zat olup tâbiînin büyüklerindendir. Hz. Ömer'den, Zübeyr ve diğer birçok
sahabeden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de pek çok âlim feyz almış ve
Ömer b. Abdulaziz'in son derece güvenine layık olarak kâtibliğini ve kadılığını
yapmıştır. İbnü Mihrân yüz on yedi senesinde yüz yaşında olduğu halde, on
yedi günde on yedi bin rekat namaz kılıp on sekizinci gün vefat etmiş büyük
velilerden biridir. Ömer b. Abdülaziz bu zatı överken şöyle dermiş: "Bu ve
bunun gibi birkaç kişi kaldı, vefat ederlerse dünya muzdarib olur." Eğer sır
hadisi hakkında Ebu Bekr ve Ömer'in hilafeti rivayetleri öyle güvenilir bir
yolla ve Hz. Ali'den dahi çeşitli kanallarla nakledilmiş olmasaydı, Şia'nın
ileri gelen âlimleri bunu dikkate bile almazlardı. Bir de bu sûreyi, Mülk
Sûresi'nin takip etmesi ve baş tarafında ölüm ve hayatın zikredilmesi bize
buradaki sırrın, Hz. Peygamber'in vefatından sonraki mülk ve imamet meselesiyle
ilgili olduğunu imâ etmektedir. Kısacası bu açıklamalardan çıkan netice şudur.
Gerek Mâriye'nin tahrimi olayı ve gerek şerbet yemini rivayetlerindeki izahlar,
kısmen birbirine zıt ve muzdaribtir. Bununla beraber bir bal şerbeti içilmiş
ve Mâriye hakkında dahi bir tahrim yapılmış olduğu da tafsilata bakılmaksızın
rivayetlerin genelinden mutlak surette anlaşılmaz değildir. Fakat imamet hadisinin
rivayetlerinde bir tenakuz bulunmadığı gibi büyük bir sır olmaya yakışan ve
sır olduğu için fitneden korunarak diğerleri kadar yayılmamış olan da budur.
"Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti..." (Tahrim,
66/3) âyetinden de anlaşılacağı üzere burada bahsedilen sırrın birkaç çeşidinden
de söz edilmiş olmasından bunu, yalnız Mâriye veya sahih olan "Bal şerbeti
içtim." rivayetlerinden birine hasretmenin doğru olmayıp imamet haberleriyle
beraber üç rivayetin birleştirilmesiyle meydana gelecek öz üzerinde mütalaa
etmek ve asıl nüzul sebebinin Hz. Ömer'in beyan ettiği şekilde bu nevi birtakım
sebeblerden doğmuş bulunan îlâ tahrimi ile Peygamber'in bir müddet inzivaya
çekilmeyi gerekli görmüş olması hakikatine varmaktır. Bu âyetten anlaşıldığına
göre hadisenin başlangıcı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşlerinden birine karşı
bir fiil yapmış olması değil, sır olarak mühim bir söz söylemiş olmasıdır.
Vakta ki o
hanım bu sır sözü haber verdi, rivayetlere göre Hafsa gizlemeyip arkadaşı
Aişe'ye gizlice duyurmuştu Allah da Peygamberine onu açtı. Demek ki Hz. Aişe
söylememişti, lâkin Allah Teâlâ, vahy ile anlatmış, Cibril de haber vermişti.
O vakit Peygamber, haberi duyuran eşine bazısını bildirdi bazısından da vazgeçti.
O eşinin söylemiş olduğu sözün bir kısmını anlattı ise de bir kısmını yüzüne
vurmadı. Tolerans gösterdi de tamamı kadar utandırmak istemedi. Ebu's-Suud'un
da zikrettiği gibi bunun, Resulullah'ın imamet (devlet başkanlığı) ile ilgili
sözü olduğu söylenmiş ve şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah: "Ben sana bunu
gizle dememiş miydim?" buyurmuş, o da: "Seni hak ile gönderen o yüce zâta
yemin ederim ki, arkadaşımın babasına Allah Teâlâ'nın bahşetmiş olduğu ikrama
sevincimden dolayı kendimi zaptedemedim." demiştir. Bazıları da burada geçen
"bildirdi"den maksadın, "biraz azarladı, kınadı" anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Nitekim bu mânâ, "ben onu sana bildiririm veya tanıtırım" şeklinde dilimizde
de vardır. Kur'an'ın birçok yerinde geçen âyeti de bu anlamdadır. Şüphe yok
ki söylediğinin bir kısmını yüzüne vurmak da bir kınama ve başa kakmadır.
Bununla beraber bir rivayete göre Hz. Peygamber Hafsa'yı ric'i bir talakla
boşamış, bu yüzden Hz. Ömer de kızına, "Hattab ailesinde bir hayır olsaydı
Peygamber seni boşamazdı." demiş, sonra da Hz. Peygamber'e Cebrail gelip,
"Ona dön, çünkü o çok oruç tutan ve çok namaz kılandır ve herhalde senin cennetteki
kadınlarındandır." diye tebliğ etmiştir. Ancak şunu hemen belirtelim ki bu
rivayet desteklenmemiş ve yukarıda zikredilen Hz. Ömer hadisinde de boşamanın
meydana gelmediği sabit olmuştur.
Ona bunu böyle
anlatıverince o hanım söylediği sırrın duyulmuş olmasından üzülmüş olarak
ve inkâra da kalkışmayarak birdenbire heyecanla "Bunu sana kim haber verdi?"
dedi, Aişe'nin haber verip vermediğini öğrenmek istedi. Buna karşı Hz. Peygamber
de "Bana o bilen ve haberdar olan Allah haber verdi." dedi. İşte kendine verilen
bir sırrı saklamayıp da ne kadar gizli bir şekilde ve yakınına söylemiş olsa
bile, Allah Teâlâ onu böyle utandırır ve hele aile arasında özellikle karı
koca ile ilgili bir sırrı söylemek büyük pişmanlıklara sebebiyyet verebilir.
İşte "Sizin hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanınızdır." buyurmuş olan
Peygamber bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını düşündü.
Sonra bu yüzden onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları
karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir
ay müddetle onları kendi hallerine bırakarak bir yeminle yakın alâkadan mahrum
etti. Öyle büyük irfân (bilgi, anlayış, kültür) sahibi olan kadınların daha
fazla ıslah olmaları için de böyle acı bir dersin olması gerekirdi.
4. Onun için
bu İlâhî beyandan sonra Allah tarafından Hz. Peygamber'in eşlerine hitaben
buyuruluyor ki eğer her ikiniz Allah'a tevbe ederseniz ki Hz. Ömer hadisinde
bu iki hanımın Aişe ve Hafsa olduğu zikredilmişti. Çünkü kalpleriniz kaymıştır.
Yani kalplerinizde tevbeyi gerektiren bir kusur bir kayma oldu. Size bir sır
söylenmekle gönlünüzde o tarafa meyledip birbirinize uyarak Resulullah'a karşı
ihlâs vazifesinde kusur ettiniz. Binaenaleyh tevbe ederseniz kalpleriniz yapılan
nasihatı dinlemiş ve hizaya gelmiş olur.
Sagat kelimesinin
aslı (sagavet) olup, bir tarafa meyletmek demek olan mastarından fiil-i mâzi
müfred müennestir. Müzârisi gelir. (En'am, 6/113) âyetinde olduğu gibi söz
dinlemek veya dikkat edip kulak vermek anlamını ifade eden "isğa" da bu kökten
türemiştir. Buhari'de "sağv" ve "isğa"ya, "meyletmek" mânâsı verildiği gibi
Müslim'de de nakledilen mânâ, "ikinizin kalbi meyletti" şeklindedir.
Müfessirler
deki edatından dolayı bu cümleyi doğrudan doğruya şartının cezası yapmayıp,
fâ-i ta'liliyye (sebep fâ'sı) olarak cezanın yerine geçen illet olduğunu söylemişlerdir.
Bilinmektedir ki meyil denilince ilk akla gelen haktan meyildir. Bu ise tevbeyi
gerektirir. Haksızlıktan hakka meyil de tevbenin gereği ve nasihate kulak
vermek demektir. Bu sebeple iki hususa da işaret edilmesi için denilmeyip
şeklinde ifade edilerek illet (sebep), ceza makamına konulmuştur. Üzerinde
durulması gereken bir nokta da "kalpleriniz" izâfetidir. Zira kalp kelimesi
şeklinde tesniye olarak getirilmeyip, çoğulu olan "kulûb", tesniyeye muzaf
kılınmıştır. Halbuki iki kişinin ikiden fazla kalbi olmaz. Müfessirler maksadın
anlaşıldığı yerde iki tesniyenin bir yere getirilmemesi nüktesiyle bu şekilde
ya çoğul ya da tekil sigasıyla kullanıldığını söylemektedirler.
Ancak biz
bunun dışında başka bir nükte de anlamak istiyoruz. Maksad, yalnız şahsen
iki hanımın değil, Peygamber'in eşlerinin iki grup halinde toplandıklarına
işaretle, iki grubun hepsinin de kalplerine tenbihde bulunmaktır. Çünkü Peygamber'in
eşlerinin böyle iki grup halinde birbirine arka çıktıkları; Aişe ile Hafsa'nın
bir taraf, Zeyneb'le diğerlerinin de bir taraf olduğu rivayet edilmiştir.
Ve ihtimal ki, hep birlikte arz ettikleri dileklerinde Aişe ile Hafsa'nın
önde bulunmasından dolayı, diğerlerinin o ikisinin etrafında toplandıklarına
ve Peygamber'in hepsini kendisine haram kılmasının sebebinin bu olduğuna işaret
edilmiştir. Bundan sonra gelen âyette hitabın "eğer sizleri boşarsa" diye
hepsine yöneltilmiş olması da, bize bu fikri telkin etmektedir. Şu halde Hz.
Ömer'in de Aişe ve Hafsa demiş olması, bunların önde bulunmuş olmalarından
dolayı olsa gerektir.
Ve eğer Peygamber'e
karşı ikiniz veya her iki taraf birbirinize arka verecek olursanız fiilinin
aslı, 'dır. Böyle "tâ"nın tekrar ettiği sîgalarda müzârî fiilinin "tâ"sı kâide
ile hazfedilir. Tezahür, birbirine arka verip yardımlaşmaktır. ile kullanıldığı
zaman da bir diğerine karşı dayanışmaya girerek ve yardımlaşarak üstün olmaya
çalışmak mânâsını ifade eder. Burada yardımlaşmak mânâsıyla tefsir edilmiş
olmakla beraber ile getirilmesi Peygamber'e karşı birbiriyle yardımlaşma ve
dayanışma içine girdiklerini göstermektedir "Her ikisi de birbirine arka verecek
olursa." denilmekle, bu dayanışmanın fiilen yapılmış olduğu ifade edilmiş
olmaz. Çünkü farz etmek, gerçekleşmesini gerektirmez. Ancak yüz yüze gelme
karinesi (delili) tevbeyi gerektiren meylin böyle bir dayanışmayı andırdığını
ve bu sebeple büyük bir tehdide müstahak olduklarını işaret eder. Onun için
Peygamber'e karşı öyle birbirlerine arka çıkacak olanların kendilerini büyük
bir tehlikeye atmış olacaklarından dolayı, bundan sakınmalarının gereği anlatılmak
üzere yine cezanın illeti, ceza makamına konarak Peygamber'in hak ve selahiyyeti,
maddî ve manevî her kuvvete sahip olan yüce şanı ve maddiyattan ziyâde maneviyatının
büyüklüğü şöyle izah edilmektedir. Hiç şüphesiz haberiniz olsun ki: Allah
O Allah O Peygamber'in mevlâsı, yardımcısıdır. Yani hak onundur ve her şeyden
önce onun sahibi ve yardımcısı Allah Teâlâ'dır. Hem de Cibrîl -Ruhu'l-Emin
(güvenilir ruh) olan ve Peygamber'e vahiy getiren o manevî ve rûhânî kuvvet-
de onun yardımcısıdır. Ve müminlerin salihi. O iki hanımın babaları Ebu Bekr
ve Ömer'den her biri ve genelde müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.
Burada salih lafzı, bütün salihler cinsini göstermekle beraber tekil getirilmiş,
iki kadının dayanışmasına karşı veya diye kuvveti çoğaltmakla topluluk halinde
karşılaşma reva görülmemiş, iki hanımdan her birine göre izafette (isim tamlamasında)
ahd ile en güvenebilecekleri babalarına, yani Aişe'ye göre Ebu Bekr'e, Hafsa'ya
göre Ömer'e işaret olmak üzere "müminlerin salihi" buyurulmuştu. Yukarıda
Müslim'in rivayet ettiği İkrime hadisinde geçtiği gibi Hz. Ömer'in "ben ve
Ebu Bekr" demiş olması ve bu ikisinin Hz. Peygamber'in veziri durumunda bulunmaları
cihetiyle müminlerin salihleri arasındaki ferdî üstünlüklerine ve Peygamber'e
sevgi ve hizmet hususunda gösterdikleri samimiyet ve sadakatlerine işaret
için Cibril'in peşinden denildiğini, müfessirlerin çoğu beyan etmişlerdir.
Bundan başka "salih" kelimesinin tekil olarak zikredilmesinde iki nükte daha
vardır. Birisi, müminlerden vecibelerini yerine getiren her ferdin, Peygamber'e
yardım etme hususunda toplu halde bulunup bulunmadığı gözetilmeksizin Cebrail
gibi tek başına koşacağını ifade eder. Nitekim sahabiler gerek tek ve gerek
toplu olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'in emir ve hizmetine tam bir sadakatle
koşarlardı. İkincisi, terkibinin yazıda olmasa da söyleyişte "Müminlerin salihleri"şeklindeki
çoğulundan farkı olmadığından okuma esnasında hem ferd hem cemaat mânâsı ihtimal
üzere anlaşılır. Bu da, gerekeni hakkıyla yapan ferdlerin bir cemaat mesabesinde
olduğuna ve diğer müminlerin tek olarak değilse de topluluk halinde onların
arkasından gideceklerine delalet eder. Onun içindir ki bunu, alışılmış olsun
olmasın genel anlamda salih ferdler cinsi diye anlamak doğrudur. Bu kadar
da değil, onun arkasından yani Allah'ın, Cebrail'in ve salih müminlerin sevgi
ile yardımlarından sonra bütün melekler de yardımcıdır.
İşte Peygamber
böyle bütün manevî ve maddî kuvvetlerin sevgi ve yardımına kavuşmuştur. O
halde ona karşı çıkmanın nasıl bir felakete yol açacağını düşünmeli de bundan
bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar. Böyle bir kudret
karşısında birkaç kadının birbirlerine arka çıkmalarının ne hükmü olabilir?
5. "Eğer sizi
boşarsa belki de Rabbi." Görülüyor ki burada hitap, tesniye değil, cem'i müennes
zamiriyle hanımların hepsini kapsamaktadır. Ve Hz. Peygamber onları boşamamıştır.
Onların hoşnutluklarını gözettiği için kendini, Allah'ın helâl kıldığı boşama
hakkından da menetmiştir. Böyle yapması da, onları boşarsa hayırlı kadınlar
bulamayacağı gibi bir düşünceden, ötürü değildir. Gerektir ki onun Rabbi,
şayet onları boşarsa sizin yerinize ona sizlerden daha hayırlı eşler verir.
Tefsirler burada şöyle bir sorunun akla gelebileceğini söylerler: Peygamber'in
eşleri, ümmehâtu'l-müminîn "müminlerin anneleri" ünvanına sahiptirler. Yeryüzünde
onların dengi olabilecek onlardan, daha hayırlı kadınlar nasıl düşünülebilir?
Bu soruya şöyle cevap verirler: Onların ayrıcalıkları, Peygamber'in sevgili
ve itaatlı eşleri olmaları sebebiyledir. Eğer eziyet ve isyan ederler de Peygamber
onları boşayacak olursa, o vakit bu özellikleri kalmaz ve onların yerine gelecek
ve Peygamber'e her hususta itaat ederek, onun rıza ve sevgisini elde edecek
olan kadınlar, onlardan hayırlı olmuş olurlar. Nitekim bu sıfatlara işaret
için buyuruluyor ki Kendini Allah'a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe
eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakireler. Bu vasıflar, nin sıfatı olup
eşlerde bulunması istenen ahlâk ve davranışları gösterirler. den hal olarak
düşünüldüğünde de doğrudan doğruya Peygamber'in eşlerinin durumlarını ifade
ederler. Bu nükteden dolayıdır ki sökonusu sıfatlar, den sonra getirilmiştir.
İlk vasfı
İslâm, şirkten ve şirk ahlâkından berî olarak Allah'ın birliğini ve Resulullah'ın
hakikatini kabul edip, Allah'ın emrine ve Peygamber'in sözüne boyun eğmek
ve teslim olmak. İkincisi iman, diliyle söylediği gibi kalbiyle de tasdik
ederek içi dışı müslüman olmak. Üçüncüsü, kanitât: Kunut, can ve gönülden
itaate devam etmek. Dördüncüsü, tâibât, tevbe etmek, en küçük bile olsa kusur
ve günahtan daima tevbe edip sakınmak. Beşincisi âbidât, gerek farz ve gerek
nafile ibadetlere devam etmek. Altıncısı sâihât, dünya hayatını bir yolculuk
bilip geçim konusunda bir yolcu gibi olduğuna kanaat ederek oruç ve perhizi
ahlâk edinip daima ilerisini, akibetini, Allah'ın mükafat ve cezasını düşünmek.
Seyahattan türeyen bu kelime hakkında üç görüş vardır. Bazıları, "seyahat
hicret etmek demektir" sözünden hareketle "muhâcirât" "hicret eden kadınlar"
anlamına geldiğini söylemişler, bir kısmı da itaatla ilgili her işe koşar,
Peygamber'in git dediği yere gider, hacca, cihada, sefere gidelim dese de
hemen gidenler mânâsını vermişlerdir. Müfessirlerin çoğu da, Resulullah'dan
yapılan rivayetlerde de görüldüğü gibi bu çeşit yerlerde seyahatın "oruçtan
kinaye" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre oruçlunun durumu, azığı yanında
olmayan ve bulduğu yerde yemek yiyebilen yolcunun haline benzemektedir. Bizim
izah ettiğimiz mânâ da böyledir. (Konuyla ilgili olarak (Tevbe, 9/112) âyetine
bkz.) Yedincisi, seyyibât ve ebkâr, bu iki vasıf diğerleri gibi olmayıp birbirlerinin
karşıtı bulunduğundan öncekiler atıfsız (bağlantısız) getirilmiş olduğu halde
bu ikisi bir "vâv" ile ayrılmıştır. Bazı âlimler de bu vâv'a vâv-ı semâniyye
demişlerdir ki, yedi ile sekiz arasına gelir. Resulullah'ın, eşleri arasında
da bekar olarak aldığı yalnız Hz. Aişe olup diğerleriyle dul oldukları halde
evlendiği de bilinmektedir.
Peygamber
(s.a.v)'in eşlerine bu şekilde nasihat edildikten sonra bütün müminlere hitaben
buyuruluyorki:
6. Ey iman
edenler! Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyun, cehennem ateşine sürüklenmelerine
sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah'ın emirlerine, itaate götürün.
Çünkü aile sahibi kendinden sorumlu olduğu gibi ailesinden de sorumludur.
Zira konuyla ilgili "Hepiniz çobansınız ve hepiniz teb'anızdan sorumlusunuz."
ve "Sizin hayırlı olanınız, ehline karşı hayırlı olanınızdır." hadisleri bilinmektedir.
Ebu Hayyan'ın kaydettiğine göre, "Hz. Ömer, "Ya Resulallah! Nefislerimizi
koruruz, fakat ehlimizi nasıl koruyabiliriz?" demişti. Bunun üzerine Allah'ın
Resulü de şöyle buyurdu: "Allah'ın sizi nehyettiği şeylerden onları nehyedersiniz
ve Allah'ın size emrettiği şeyleri onlara emredersiniz. İşte bu, onları korumak
demektir." Zemahşeri de şu hadisleri nakletmiştir: "Allah o kimseye rahmet
etsin ki, "Ey ehlim, ailem! Namazınıza, orucunuza, zekâtınıza, miskinlerinize,
yetim ve komşularınıza dikkat edin." der. Ola ki Allah Teâlâ onları onunla
beraber cennette toplar." Çocuklar da ehle dahildir. Bazıları enfüse (nefislere)
dahil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre çocuklar, babadan bir parça
sayılırlar.
O cehennem
ateşi öyle bir ateştir ki yakıtı, o insanlar ve o taşlardır. (Bilgi için "Bunu
yapamazsanız ki, elbette yapamayacaksınız, yakıtı insan ve taş olan ateşten
sakının..." (Bakara, 2/24) âyetinin tefsirine bkz.) O ateşin üzerinde görevli
galiz (kaba), çetin (sert tabiatlı) melekler vardır ki bunlara zebâni denilir.
Bunların kabalık ve sertlikleri cehennem ehline karşıdır. Çünkü Allah onlara
öyle emretmiştir. Bütün meleklerin vasfı da şöyledir. Onlar, Allah'ın kendilerine
buyurduğuna karşı gelmez ve emredildikleri şeyleri yaparlar. Bu uyarıdan sonra
kâfirlere hitaben de şöyle buyuruluyor:
7. Ey kâfirler!
Bugün özür dilemeye kalkışmayın, yani ahirette cehennem ateşine atılacakları
gün kâfirlere böyle söylenecektir. Çünkü o gün özür beyan etmenin hiçbir faydası
yoktur. Onun için dünyada iken küfürden ve özür dileme mecburiyetinde kalınacak
kötülüklerden sakınmak gerekir. O gün ancak dünyada yaptıklarınızın cezasını
çekeceksiniz. Bu âyet, tahrim olayı hakkında kâfirler tarafından her zaman
olduğu gibi Peygamber'i ve müminleri incitecek bazı lakırdılar edildiğine
veya bazı hareketlerde bulunulduğuna işaret etmektedir.
Herkes yaptığı
şeylere göre karşılık göreceği için bundan sonra da müminleri samimi bir tevbe
ile temizlemek, olgunluğa teşvik etmek ve Peygamber'i kâfirlere ve münafıklara
karşı yönlendirmek konusunda buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
8- Ey iman
edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi
örter, Peygamber'i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde
Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları,
önlerinde ve yanlarında koşar da, "Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla,
çünkü sen her şeye kâdirsin." derler.
9- Ey Peygamber!
Kâfirler ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı
yer cehennemdir. O gidilecek yer, ne de kötüdür!
10- Allah,
inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan
iki salih kulun (nikahı) altında idiler, onlara hıyanet ettiler. (Kocaları,)
Allah'tan hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): "Haydi girenlerle birlikte
siz de ateşe girin!" denildi.
11- Allah,
inananlara da Firavun'un karısını örnek gösterdi. O şöyle demişti: "Rabbim!
Bana yanında cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden
kurtar. Ve beni şu zalim toplumdan kurtar!"
12- Irzını
korumuş olan, İmrân kızı Meryem'i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona ruhumuzdan
üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat
edenlerdendi.
8. Tevbe-i
nasûh: Nasûh bir tevbe. Tevbe, imana dair makamların ilki, hak yolculuğunun
başlangıcı, (sevgiliye) ulaşma kapısının anahtarıdır. Yukarılarda geçtiği
gibi lugatte dönmek demek olan tevbe, ıstılahta ise kabahatten, kabahat olduğu
için pişmanlık duyarak vazgeçmektir. Vicdanında meydana gelen çirkinliğinden
dolayı değil de bedenine, malına veya şerefine zarar verme gibi herhangi bir
korku yahut ümit sebebiyle vazgeçmek, tevbe değildir. Asıl tevbe, yaptığı
kabahatin bir menfaatini görse de esasen onun çirkinliğini duyup tiksinerek
vazgeçmektir. Burada tevbenin sıfatı olan "nasûh" ise, "gafûr" vezninde mübalağa
sıgası olup nush, nasahat ve nasîhat maddesindendir. Bu madde, kamus sahibinin
de "Besâir"de beyan ettiği şekilde esasen iki anlama gelir. Birisi hâlislik
ve saflık mânâsınadır. Nitekim mumu alınmış hâlis bala denir. Bu mânâda nasûh
çok hâlis ve temiz demektir. Diğeri de söküğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle
onarıp düzeltmek anlamındadır. Nitekim elbisenin dikişine "nesahatü's-sevb"
denilir. Bu mânâya göre de nasûh, çok ıslah edici, hiçbir gedik bırakmayacak
şekilde eksiklikleri düzeltip iyi onarıcı demektir. Her iki mânâ da dikkate
alındığı zamanda nush, iyi niyet ve temiz kalb ile herkesin iyiliğini isteyerek
eksiklikleri düzeltip ıslah etmek, öğüt vermek, vaaz ve nasihat etmek mânâsına
gelir ki nasihat, o verilen öğüdün ismidir. Bu anlamda nasûh, çok iyi nasihat
edici demektir. Önceki iki anlamda nasûh, tevbenin doğrudan doğruya sıfatı
olarak hâlis, ciddi, temiz bir tevbe veya insanın dinini ve ahlâkını çok iyi
ıslah edecek te'sirli bir tevbe anlamındadır. Üçüncü mânâda ise nasûh, hakikatte
tevbe eden kimsenin vasfı olup tevbeye aklî mecaz suretiyle isnad edilmiş
olur. Yani bir tevbe ki, onunla tevbe eden kimse önce kendi nefsine, sonra
da diğerlerine çok iyi nasihat edip düzeltmiş olacağından nefsin hakkıyla
düzelmesine sebeb olan o tevbesine, isim tamlaması olarak "çok iyi nasihatçının
tevbesi" anlamında nasûh tevbesi demek doğru olur. Bununla beraber sıfat tamlaması
olarak "çok iyi nasihat edici tevbe" mânâsına nasûh tevbe demek daha doğrudur.
Böyle bir tevbe nasıl olur? Kabahatlerden başka bir sebeple değil, sırf çirkinlikleri
yani Allah'ın rızasına ters düşen bir kabahat oldukları için vicdanında pişmanlık
duyarak ve işlemekten dolayı şiddetli üzüntü hissederek ve bir daha çirkinlik
yapmamaya azmedip vazgeçmek, nefsini buna alıştırıp hiçbir sebep ve engel
karşısında dönmemeye karar vermekle olur. İbnü Merdûye'nin rivayet ettiği
bir hadisde şöyle denilmiştir: "Mu'âz b. Cebel (r.a) Hz. Peygamber (s.a.v)'e,
"Ey Allah'ın Resulü! Nasûh tevbe nedir?" Diye sordu. Hz. Peygamber de buyurdu
ki: "Kulun yapmış olduğu günaha pişmanlık duyup ve Allah'a özrünü arzedip
sonra da sütün memeye geri dönmediği gibi o (günaha) dönmemesidir." Hz. Ali
(r.a)'den şöyle rivayet edilmiştir: "O, bir çöl arabının "Ey Allah'ım senden
beni bağışlamanı diliyor ve sana (günahlarımdan dolayı) tevbe ediyorum." dediğini
işitmişti de ona, "Ey adam! Tevbede dil çabukluğu yalancıların tevbesidir."
demişti. Adam, "O halde tevbe nedir?" deyince de, Hz. Ali (r.a) ona şöyle
cevap vermişti: "O tevbenin altı özelliği vardır. Geçmiş günahlara pişmanlık
duymak, farzları iade etmek, mazlumun hakkını vermek, düşmanlarla helâllaşmak,
bir daha ona dönmemeye azmetmek ve nefsi günah içerisinde büyüttüğün gibi
Allah'a itaatte eritmek ve ona günahların tadını tattırdığın gibi, itaatın
da acısını tattırmaktır." (Tevbenin kabul edilmesi konusunda Nisâ Sûresi'nde
geçen "Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra
tez elden tevbe edenlerin tevbesidir..." (Nisâ, 4/17) ve "Yoksa kötülükleri
yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim'
diyen ve kâfir olarak ölenler için tevbe yoktur." (Nisâ, 4/18) âyetlerine
bakınız.) Gereği gibi yapılan tevbenin kabul edileceğinin vaad edilmiş olduğuna
dair bir hayli âyet ve hadis vardır ki, şu âyet de bu cümledendir. Umulur
ki Rabbiniz sizden kabahatlerinizi örter. Zira Kur'ân'da tehdit ve tamaa düşürmek
mânâsını ifade eder. Mamafih burada dikkat edilecek birkaç nokta vardır.
Birincisi,
bunun esasında Allah Teâlâ üzerine aklen vacib olmayıp İlâhî bir vaadin gereği
olmasıdır. Tevbe-i nasûh hakkında böyle olunca, onun dışında olan tevbeler
hakkında da bundan daha ileri bir vaadin olmayacağı da aşikârdır.
Şu halde 'daki
dan anlaşılacak olan vücubun da nihayet düşünmeden yapılan tevbe-i nasûh mânâsında
bir tehdit ve taahhüdün gereğinden başka bir vücub ifade etmemesidir.
İkincisi,
bağış ve sevab ile güzel bir şekilde kabul edilme ümidini besleyerek tevbe
etmek, tevbenin hâlis ve nasûh olmasına mâni değil bilakis şiddetli bir arzu
ve istek verir. Kabahati ve kötülükleri kötü ve çirkin oldukları için pişmanlık
duyup terketmek, yalnız kendi nazarında değil, esasen Hak Teâlâ'nın katında
çirkin olduğu için vazgeçmek, O'nun rızasına uygun hareketle, geçmişte olan
kötülüklerin yapılmamış gibi örtülmelerini ve tam bir günahsız gibi rızaya
ermesini istemekten başka bir şey değildir.
Üçüncüsü,
az çok ihtimal mânâsı ifade etmekten de uzak olmayan ayrıca burada şu anlama
da gelmektedir. Tevbe ile günahın örtülmesi, hiç işlenmemiş gibi Allah'ın
ilminden silinmesi demek değildir. Onun içindir ki tevbeden, her hususta tam
bir masuma eşit olması lazım gelecek derecede örtülmesi mânâsına, genel bir
tehdit ve taahhüd anlaşılmasın. Kabahat madem ki yapılmıştır, o halde yazılı
kalmalıdır. Allah'ın ilminden silinmesine imkân ve ihtimal yoktur. Ancak nasûh
bir tevbe iyilikler ve keffâretle örtülür, bağışlanır ve cezası affolunur.
Geçmişi hesab defterinden silinir, hatta ondan sonra hâle göre tam bir günahsız
gibi muamele edilir. Fakat esasen masum olmadığından o dereceye yükseltilmesi
hususunda teminat verilmez. Bununla beraber ümid de kestirilmez, çünkü Allah
her şeye kâdirdir. "Onların nuru önlerinde ve sağlarında koşar." (Hadid Sûresi'nde
geçen "Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından nurları
koşarken gördüğün günde..." (Hadid, 57/12 âyetine bkz.) "Onlar: Ey Rabbimiz!
Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla, derler." Bu âyetle münafıkların halinden
sakınmakla imanda devam ve ilerleme istenmektedir. Rivayet edildiğine göre
bu sözü, münafıkların nuru sönüverdiği zaman müminler, sakınarak söyleyeceklerdir.
9. "Ey peygamber!
Kâfirlerle ve münafıklarla savaş ve onlara sert davran." Bu âyette, daha önce
beyan edildiği üzere tahrim olayı esnasında Peygamber hanımlarını boşamış,
Gassâniler Medine'ye hücûm için hazırlanıyorlarmış gibi şayialar çıkararak
ve yalan sözler yayarak zihinleri tırmalayıp fesat çıkarmaya çalışan kâfirlerin
ve münafıkların halleri anlatılmaktadır. Bu âyet, mânâ itibarıyla "Andolsun
ki, iki yüzlüler, kalblerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar,
(bu hallerinden) vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz..." (Ahzâb, 33/60)
âyetinin benzeridir. Bu âyetin bir benzeri de Tevbe Sûresi'nde (9/73) geçmiştir.
Kâfirlere karşı cihad ve sertlik, "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet
ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..." (Enfâl, 8/60) âyetine
göre hazırlıkla münafıklara karşı cihadı hatırlatmak, delil getirmek suretiyle
tebliğde bulunmak, cezalar koymak, yerine göre sırlarını ifşa etmek ve her
ikisinde de teyakkuz durumunda olmak sezgi ve dayanıklılıkla olur.
10. "Allah,
inkâr edenlere misal verdi." Bu gibi yerlerde zikredilen atasözleri, garip
bir durumu misal olarak göstermek suretiyle gariplikte ona benzeyen diğer
halleri tanıtmaktadır. Yani Allah, O'na küfredenlerin durumlarına dikkate
değer acayip ve garip bir misal olarak şunların hal ve durumlarını örnek gösterdi.
Ki Nuh'un karısı ve Lut'un karısı, birinin adının Vâile, diğerininkinin Vâhile
veya Vâlihe olduğu söylenmiştir. Bunlar ne oldu bilir misiniz? Kullarımızdan
iki salih kişinin nikahında idiler. Her biri Allah'ın hâlis kulları arasından
seçilmiş birer şanlı Peygamber'in, biri Nuh (a.s)'un biri de Lut (a.s)'un
nikahlı hanımları idiler, bu sayede dünya ve ahiret hayır ve mutluluğunu kazanabilecek
bir mevkide bulunuyorlardı. Öyle iken onlara hıyanet ettiler. Nankörlükle
küfredip onlara inanmadılar. Nuh'un karısı ona deli demiş, ara bozuculuk yapmış
ve Nuh'un sır olarak telakki ettiği vahiy haberlerini müşriklere duyurmuştu.
Lut'un karısı da münafıklık ediyor, evinde duyduğunu kavmine ulaştırıyordu.
Lut'un gizli gelen misafirlerini de haber vermişti. Bu konudaki rivayetlerin
özeti budur. Said b. Cübeyr, "Nuh'un karısının ne yaptığını bilmiyorum, fakat
Lut'un karısı misafirlerini haber veriyordu." demiştir. Rağıb der ki: "Hıyanet
ile nifak birdir. Ancak hıyanet, söz ve emanet itibarıyla, nifak da din itibarıyla
söylenir. Sonra da bunlar birbirinin yerine kullanılırlar. Şu halde hıyanet
gizlice ahdi bozarak hakka muhalefet etmektir ki, bunun tersi emanettir."
Bu âyetteki hıyanet de bu anlamdadır. Her hıyaneti yaptılar demek değil, münafıklık
ederek bir emanete hıyanet ettiler demektir. Buradaki hıyanetten maksadın,
döşeklerine hıyanet, yani ahlâksızlık ve zina olmayacağı bütün tefsirlerde
beyan edilmiştir. Zira "Hiçbir peygamberin karısı zina etmemiştir." hadisi
de buna işaret etmektedir. "Zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik
olan erkek evlenebilir..." (Nur, 24/3) âyetinde de ilk akla gelen mânâ budur.
Hem zina, yalnız iyiler nazarında değil, bütün insanların nazarında leke ve
tabii olarak nefret edilen bir fiildir. Peygamberler ise, nefret edilen hallerden
uzaktırlar. Fakat bir peygambere karşı en küçük bir hıyanet bile küfürdür,
hakkı inkârdır. Velev bir söz olsun, emanete hıyanetin her türlüsü de hıyanettir.
Gerek Nuh (a.s) ve gerek Lut (a.s)'un nikâhı altındaki eşleri de iffetsizlik
etmiş değil, ancak eş olma şerefinin gerektirdiği iman ve itaate, iyilik ve
doğruluğa sahip olamamış, elde ettikleri nimetin kıymetini takdir etmeyerek
küfür ve nankörlüğe meyletmiş, hayra ve iyiliğe çalışan eşlerinin başarılarını
kolaylaştırmaya çalışacak yerde onlara eziyette bulunmuşlardır. Bununla da
yetinmeyerek Allah düşmanlarının fesadlarına yardım edecek gizli haberler
vererek fitneyi tahrik etmek suretiyle emanete hıyanet etmişler ve böylece
Allah'ın gadabına uğramışlardır. Onun için Allah'ın salih kulu olan o iki
peygamber onları, o hanımlarını Allah'ın azabından kurtaramadılar. O kadınlara,
kocalarının iyi kimseler olması, peygamberliği ve kurtarmak için gösterdikleri
gayretler zerre kadar fayda vermedi. Nuh hanımını gemisine alamadı da "Aleyhinde
söz geçmiş olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye yükle..." (Hûd,
11/40) buyuruldu, Lut (a.s) da kendi şehrinden dışarı çıkaramadı, bu yüzden
de "Karından başka sizden hiçbiri geri kalmasın..." (Hûd, 11/81) denildi.
Ve o iki kadına şöyle seslenildi: "Girin ateşe girenlerle beraber!" İkisi
de helak olan kâfirlerle beraber cehenneme gittiler. Demek ki yalnız kocalarının
iyiliği, Allah katındaki büyük derecesi ve peygamberliği bile, inkâr eden
hanımlarını Allah'ın azabından, o şiddetli meleklerin vazifeli oldukları cehennem
ateşinden kurtaramaz. İşte bu, bütün kâfirler için darb-ı mesel olmuş bir
nümûnedir. Peygamberler her ne kadar küfredenleri ıslah etmek, kurtarmak isteseler
de imana gelmeyen, küfür ve hıyanete tevbe etmeyenleri eşleri bile olsa Allah'ın
azabından kurtaramazlar. Herkes kendi ameline göre karşılık görür. Onun için
peygamberlerin ve gerek diğer iyi insanların eşleri, bütün kadınlar, kocalarının
ve yakınlarının derecelerine, Allah katındaki makamlarına aldanmayıp Allah'tan
korkmalı ve kendileri iyiliğe çalışmalıdırlar.
11. Allah
iman edenler için de şu iki kadını misal gösterdi. Birisi Firavun'un karısı,
ki o, Müzâhim'in kızı Âsiye'dir. Bazıları da bu hanımın, Hz. Musa'nın halası
olduğunu söylemişlerdir. Hz. Musa Firavun'a karşı âsasını salıverdiği zaman
iman etmiş, Firavun da iman etmesinden dolayı ona şiddetle azab etmişti. Ebu
Hureyre'den nakledildiğine göre güneşe karşı dört çivi ile çiviletip üzerine
kocaman bir kaya koydurtmuştu. O vakit o hatun demişti ki Ya Rab! Benim için
katında, cennette bir ev yap! Ruhunun, Allah yolunda iman ile şehid olarak
alınıp, bu sebeple Allah'ın yanında rahmete erişmesini ve Arş'a en yakın olan
Sidre-i Müntehâ'nın yanında, Cennetü'l-Me'vâ'da kendisine ebedi bir dinlenme
yeri inşâ edilmesini istemiş. demişti ki: Bu suretle beni hem Firavun'dan
ve onun işinden koru. Hem onun pis nefsinden ve hem kötü işinden; şirk ve
zulümle icra ettiği hüküm ve sataşmasından kurtar. Hem de beni o zalimler
kavminden koru; zulümde Firavun'a uyup Firavun ailesi ünvanını almış olan
Kıptîler'den kurtarıp ebedi olarak kurtuluşa çıkar! Böyle söyleyince rivayet
edildiğine göre ona derhal cennetteki makamı keşf yoluyla gösterilmiş ve hiçbir
azab duymaksızın ruhu alınmış, üstüne konulan kaya ruhsuz kalan cesedinin
üstüne düşmüştür. Bu da, sahib (Habîb b. Musa en-Neccâr) gibi doğrudan doğruya
cennetlik olarak Allah'ın rahmetine ve rızasına kavuşmuştur. Evet öbürleri
de dünyadan gitmiş, bu da gitmiştir. Fakat arada ne büyük fark vardır! Onlar,
kavimlerini cennete götürmek isteyen iki peygamberin elinde, hayır ve iyilik
içinde cennete götürülecek halde iken, küfürleri yüzünden cehenneme, ateşe
gittiler. Bu hanım ise, kavimlerini ateşe sürükleyenlerin başı, şirk ve zulmün
en büyük timsali olan Firavun'un elinde ateşe sürüklenmek istenirken imanı
ve ihlası sebebiyle cennetin en yüksek makamına, Rahmân'ın yanına uçmuştur.
Herkes kendi yaptığından sorumlu olduğu için kötü kocaların eline düşmüş saliha
(iyi) kadınlar her tehlikeye rağmen fenalıktan sakınarak Allah'a karşı iman
ve samimiyetlerini korudukları müddetçe kocalarının kötülüklerinden sorumlu
olmazlar. Allah, onları sonunda kurtarır. Hem yalnız evli olanlar değil
12. bir de
İmrân'ın kızı Meryem'i dahi Allah iman edenler için bir örnek vermiştir. O
kız ki, ırzını sağlam korumuştu, iffetini iyi muhafaza etmiş, yakasını ve
eteğini kale gibi sağlam tutup kimseye açmamıştı. Hatta Meryem Sûresi'nde
geçtiği gibi Cebrail kendisine göründüğü vakit bile "Senden, çok esirgeyen
Allah'a sığınırım..." (Meryem, 19/18) diye korunmuştu. "Ey Meryem! Hakikaten
sen çok garip bir iş yapmışsın." "Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü
bir adam değildi; annen de iffetsiz değildi." (Meryem, 19/ 27,28) diye iftira
etmek isteyenlerin zannettikleri gibi töhmetli değil, eteği sağlam, temiz
bir kızdı. Fakat biz ona ruhumuzdan üfürmüştük. Bir cesedden değil, doğrudan
doğruya ruhtan, yani "kün" emriyle yaratılmış yüksek ve temiz bir hayat başlangıcı
ve kuvvet olması hasebiyle Allah'a isnadından dolayı şereflendirilen ve ilâhî
bir emir olan mukaddes ruhtan, Cibril'den bir kelime üfürülür gibi ona İsa
(a.s), Allah tarafından üfürülmüştü. Bu âyetin muhtevası bize şu fikri vermektedir.
Demek ki bir erkeğin sulbünde (belinde) meni hücresi, bir kadının rahminde
yumurtalık hücresi nasıl yaratılıyorsa, bakire Meryem'in rahminde ikisi de
öyle bir Rabbâni emirle yaratılıvermişti. Buna göre Meryem o üfürülme anında
hem dişi hem erkek özelliğini toplayan fevkalade bir seçimle, "Seni tertemiz
yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti." (Al-i İmrân, 3/42) buyurulduğu
gibi âlemin kadınlarında görülmemiş bir üstünlükle seçilerek, dıştan bir aşılamaya
muhtaç olmaksızın kendine görünen ruhun (Cebrail'in) üfürmesinden gebe kalmıştı.
Bu âyette Meryem'in hem kadın hem erkek vasfıyla tasvir edilmesi bize bu mânâyı
anlatan bir delil gibi görünmüştür. Bu âyetin Enbiya Sûresi'nde geçen benzeri
"Irzını iffetle korumuş olanı an! Biz, ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu,
bütün âlem için bir ibret kıldık." (Enbiya, 21/91) buyurulmuştu. Oradaki zamirlerin
hepsi müennes olduğundan zamirinin de semâî (işitmeye bağlı) müennes olan
"ferc" kelimesine gönderilme ihtimali olmakla beraber diğer zamirlerden ayrılmaması
için Meryem'in kendisine gönderilmişti. Halbuki burada müzekker zamiriyle
buyurulmuş ve bu suretle diğer zamirlerden ayrılmış olmakla, dönüş yeri itibarıyla
elbette dikkati çekmektedir. Doğrusu, sözkonusu zâmirin ferce gönderilerek
Enbiya Sûresi, 21/91. âyette bulunan 'yı tefsir etmiş olmasıdır. Daha önce
de sözü edildiği gibi maddesi, esasen lugatte açmak ve ayırmak mânâsına konulmuş
olmakla (ferc) kelimesi mastar olduğu zaman gam ve kederi açmak mânâsına geldiği
gibi isim olduğu zaman da şakk ve fürce gibi iki şey arasındaki açıklık mânâsına
olarak herhangi bir yarığa, yırtığa, çatlağa ve aralığa denilir. Ve açıklık
anlamıyla bilhassa insanın bacakları arası demek olan apış arası mânâsında
hakikattır. Sonra bununla gerek erkek ve gerek dişinin avret mahalli olan
uzvundan kinaye yapılır. Ve bu kinaye dişininkinde asıl anlamıyla beraber
bulunduğundan dolayı daha fazla yaygın olarak kullanılmıştır. İnsanın çift
olan organlarının isimleri Arapça'da semaî müennes olduğundan bu kelimenin
de uzuv mânâsına gelmesi durumunda göz, kulak, el ve ayak gibi müennes olması
gerekip dişi zamiri gönderilir. Diğerlerinde ise, iki şey arasındaki açıklık
mânâsı düşüncesiyle müennesliği de müzekkerliği de caizdir. Kur'ân'ın edebî
üstünlüğü bu bilgi lafızlarını hep kinaye olarak zikreder. İşte Enbiyâ Sûresi'nin
91. âyetinde burada eklinde bir müennes bir de müzekker olarak ifade edilmesi,
her iki zamirin merciinin ferc olduğunu gösterdiği gibi bundan maksadın bilinen
uzuv değil, kinaye veya başka bir mânânın olduğu da anlatılmış demektir. Onun
için bu hususta İbnü Abbas'tan nakledilen tefsirde, "Cebrail gömleğin yakası
içine üfledi." denilmekle bu üfürmenin aşağıdan değil, yukarıdan olduğu ifade
edilmiştir. Üfürme tabir edilmesi de ruhun yayılmasıyla gebeliğin kabarmasından
kinayedir. Kısacası hem Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti.
Kitaplar, peygamberlere indirilmiş bütün kitaplardır. Kelimeler de, onlarda
ifade edilen ve Allah'ın her şeye kadir olduğunu "O'nun işi bir şey yaratmak
istediği vakit, sadece "ol" demektir ve o şey derhal oluverir." (Yâsin, 36/82)
âyetinde de belirtildiği gibi, dilediğini yaratıcı olduğunu anlatan olağanüstü
olaylar ve mucizelerle ilgili vahiy haberleridir ki, Meryem onlara inanmış
olduğu gibi bu şekilde İsa'ya gebe kalarak kendisi de onlardan bir kısmına
fiilen muhatab olup o haberleri doğru çıkarmıştı. Ve kânitinden, yani itaate,
namaz ve ibadete devam eden itaatkârlardandı. "Kânitin" cem'i müzekker sîgası
olmakla, Meryem "kânet"in altında "hiye" zâmiri ile müennes (dişi) olarak
ifade edilirken, erkek olan "kânit"lerden sayılarak, aynı zamanda hem dişi
hem erkek vasfını biraraya toplayıcı bir halde gösterilmiştir. Nitekim Al-i
İmrân'da "Rabbine ibadet et: Secdeye kapan, eğilenlerle beraber sen de eğil."
(Al-i İmrân, 3/43) âyetinde de bu mânâ vardır. Müfessirler bunu iki şekilde
yorumlamışlardır. Birisi, mescidde namaz ve itaat hizmetine devam eden erkekler
arasında ve o gruptan sayılmış olmasıdır. Diğeri de öyle kendilerini ibadete
verenler sülâlesinden gelmiş bulunmasıdır. Mamafih her iki yorum da kendisinde
iki şerefin toplanmasını ifadeden uzak olmadığı cihetle biz, burada arzettiğimiz
mânâya bir işaret bulunduğunu da görüyoruz. En iyisini Allah bilir.
İşte Allah
Teâlâ iki şanlı Peygamber olan Nuh ile Lut (a.s)'un hanımlarını küfürle hıyanetlerinden
dolayı adlarını kötüye çıkarıp, cehenneme atılmaya mahkum olan en fena kimselerle
beraber o kötü akibete uğratarak kâfirlere, küfrün korkunç bir sonuca götürdüğünü
göstermek için birer nümune yapmış olduğu gibi, kaderinde Firavun'un eline
düşüp onun hatunu olması takdir edilen Müzâhim kızı Âsiye'yi iman ve şehadetle
Allah'a yaklaşma yolundaki o güzel dileklerine ulaştırmak sûretiyle Firavun'un
ve adamlarının şerrinden ebediyyen kurtuluşa çıkarıp, yükselterek aynı şekilde
İmrân'ın kızı Meryem'i de öyle akılları hayran bırakacak temiz ve rûhânî bir
üstünlüğe erdirerek, ikisini de iman edenlere, imanın güzel akıbetini anlatmak
için birer darb-ı mesel yapmıştır. Gerçi bunlar Allah Teâlâ'nın akıl üstü,
garip, harikulâde keramet ve mucizeler kabilinden takdir ve ihsan ettiği görüntülerden
iseler de, küfür ve hıyânet, iman ve ihlâs ile ciddi dilek, ihsan ve iffet,
tasdik ve ibadet gibi insanların ihtiyarî fiilleri ile de alâkası gösterilmiş
iman konularından oldukları cihetle, tasdik edilmesi ve uyulması akıl ve şuur,
kalp ve vicdan sahibi her insan için ibret dersi olacak ilâhî kelimeler olduğu
da anlatılmıştır. Muhakkak ki Peygamber'in ailesi; müminlerin anneleri olan
eşleri ve kızları ile ehl-i beyti, Ahzâb Sûresi'nin (33/33) âyetinde "Allah
sizden, sadece şek ve şüpheyi gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." buyurulduğu
üzere en güzel örnek ve ibret alanların önündedirler. Hz. Hatice, Hz. Aişe
ve diğer Peygamber eşleriyle Hz. Fatıma'nın fazilet ve menkıbeleri hakkında
hadis ve tefsir kitaplarında nice sözler zikredilmiş ve nice müstakil eserler
yazılmıştır. Binaenaleyh, bütün müminler ve aileleri bunları hiçbir zaman
dikkat nazarlarından uzak tutmayarak kendilerini ve ailelerini o dehşetli
ateşten koruyup Allah'ın nurundan tam istifade etmek için gayret sarfetmelidirler.
Bu suretle Tahrim Sûresi'nde aile hukuku ve terbiyesi konusunda, Talâk Sûresi'nin
bir tamamlayıcısı olarak Teğâbun Sûresi'nin sonundaki "Ey iman edenler! Eşlerinizden
ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder,
kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah
çok bağışlayan, çok esirgeyendir." "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin
için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah'ın yanındadır." âyetlerini açıklayarak
sözkonusu sûrenin tamamlayıcısı olarak son bulmuş olduğundan şimdi burada
Teğâbun Sûresi'nin başındaki "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih
eder. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. Her şeye gücü yeten O'dur." (64/1) âyetine
ve orada tâ Hadîd Sûresi'nin evveliyle Vâkıa Sûresi'nin sonundaki "Öyleyse
Rabbini o büyük adıyla tesbih et.." (56/96) emrine kadar bütün bu beyanatın
aslına uygun ve ürününün elde edilmesiyle ilgili bir safhaya geçiş hususunda
Mülk Sûresi başlayacaktır.