ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.
الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Diyanet Vakfi = Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Diyanet Vakfi = İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Diyanet Vakfi = Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde «Allah'a ve ahiret gününe inandık» derler.
يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.
فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Diyanet Vakfi = Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler.
أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ
Diyanet Vakfi = Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit «Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!» derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ
Diyanet Vakfi = (Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları vakit «(Biz de) iman ettik» derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler.
اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Diyanet Vakfi = Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ
Diyanet Vakfi = İşte onlar o kimselerdir ki, hidâyet karşılığında sapıklığı satın aldılar da ticaretleri kar etmedi, doğru yolu da bulamadılar.
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ
Diyanet Vakfi = Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler.
أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = (O esnada) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz.
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.
وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.
وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır.
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder? derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır).
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar öyle (fâsıklar) ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Diyanet Vakfi = Siz cansız iken size can veren Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O'na döndürüleceksiniz.
هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi gök olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir.
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Diyanet Vakfi = Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler.
قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ
Diyanet Vakfi = (Bunun üzerine:) Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi.
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz!"
فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ
Diyanet Vakfi = Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.
قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
وَالَّذِينَ كَفَرواْ وَكَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُواْ بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ
Diyanet Vakfi = Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâdettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun.
وَآمِنُواْ بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُمْ وَلاَ تَكُونُواْ أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَناً قَلِيلاً وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ
Diyanet Vakfi = Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun.
وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُواْ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.
وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَارْكَعُواْ مَعَ الرَّاكِعِينَ
Diyanet Vakfi = Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.
أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = (Ey bilginler!) Sizler Kitab'ı (Tevrat'ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?
وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ
Diyanet Vakfi = Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.
الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir.
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.
وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Diyanet Vakfi = Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.
وَإِذْ نَجَّيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ
Diyanet Vakfi = Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, (fenalık için) kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size reva görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنجَيْنَاكُمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık, Firavun'un taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.
وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Musa'ya kırk gece (vahyetmek üzere) söz vermiştik. Sonra haksızlık ederek buzağıyı (tanrı) edindiniz.
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.
وَإِذْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = Doğru yolu bulasınız diye Musa'ya Kitab'ı ve hak ile bâtılı ayıran hükümleri verdik.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O'dur.
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar: Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.
ثُمَّ بَعَثْنَاكُم مِّن بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = Ve sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik ve «Verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz» (dedik). Hakikatta onlar bize değil sadece kendilerine kötülük ediyorlardı.
وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُواْ حِطَّةٌ نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ
Diyanet Vakfi = (İsrailoğullarına:) Bu kasabaya girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bol bol yeyin, kapısından eğilerek girin, (girerken) «Hıtta!» (Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım; zira biz, iyi davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğiz, demiştik.
فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ رِجْزاً مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ
Diyanet Vakfi = Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik.
وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
Diyanet Vakfi = Musa (çölde) kavmi için su istemişti de biz ona: Değneğinle taşa vur! demiştik. Derhal (taştan) oniki kaynak fışkırdı. Her bölük, içeceği kaynağı bildi. (Onlara:) Allah'ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin, dedik.
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نَّصْبِرَ عَلَىَ طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنبِتُ الأَرْضُ مِن بَقْلِهَا وَقِثَّآئِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُواْ مِصْراً فَإِنَّ لَكُم مَّا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = Hani siz (verilen nimetlere karşılık): Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın, dediniz. Musa ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var, dedi. İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz iman edenler; yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden de Allah'a ve ahiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُواْ مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağının altında, size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın, umulur ki, korunursunuz (demiştik de);
ثُمَّ تَوَلَّيْتُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلاَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنتُم مِّنَ الْخَاسِرِينَ
Diyanet Vakfi = Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah'ın ihsanı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَواْ مِنكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ
Diyanet Vakfi = İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun! dediklerimizi elbette bilmektesiniz.
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُواْ بَقَرَةً قَالُواْ أَتَتَّخِذُنَا هُزُواً قَالَ أَعُوذُ بِاللّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ
Diyanet Vakfi = Musa, kavmine: Allah bir sığır kesmenizi emrediyor, demişti de: Bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. O da: Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, demişti.
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لّنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ فَارِضٌ وَلاَ بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُواْ مَا تُؤْمَرونَ
Diyanet Vakfi = «Bizim adımıza Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın» dediler. Musa: Allah diyor ki: «O, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arasında bir inek.» Size emredileni hemen yapın, dedi.
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ
Diyanet Vakfi = Bu defa: Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın, dediler. «O diyor ki: Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini açan bir inektir» dedi.
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا هِيَ إِنَّ البَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّآ إِن شَاء اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = «(Ey Musa!) Bizim için, Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşaallah emredileni yapma yolunu buluruz» dediler.
قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ ذَلُولٌ تُثِيرُ الأَرْضَ وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لاَّ شِيَةَ فِيهَا قَالُواْ الآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُواْ يَفْعَلُونَ
Diyanet Vakfi = (Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. «İşte şimdi gerçeği anlattın» dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.
وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللّهُ مُخْرِجٌ مَّا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ
Diyanet Vakfi = Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.
فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = «Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun» dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (Peygamberine verdiği mucizelerini) gösterir.
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = (Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.
أَفَتَطْمَعُونَ أَن يُؤْمِنُواْ لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِن بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Şimdi (ey müminler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلاَ بَعْضُهُمْ إِلَىَ بَعْضٍ قَالُواْ أَتُحَدِّثُونَهُم بِمَا فَتَحَ اللّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَآجُّوكُم بِهِ عِندَ رَبِّكُمْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = (Münafıklar) inananlarla karşılaştıklarında «İman ettik» derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıkları vakit ise: Allah'ın size açtıklarını (Tevrat'taki bilgileri), Rabbiniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz; bunları düşünemiyor musunuz? derler.
أَوَلاَ يَعْلَمُونَ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açıkça yaptıklarını da Allah bilmektedir.
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ
Diyanet Vakfi = İçlerinde bir takım ümmîler vardır ki, Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.
فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ
Diyanet Vakfi = Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allah katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!
وَقَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّاماً مَّعْدُودَةً قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِندَ اللّهِ عَهْدًا فَلَن يُخْلِفَ اللّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
بَلَى مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لاَ تَعْبُدُونَ إِلاَّ اللّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُواْ لِلنَّاسِ حُسْناً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنكُمْ وَأَنتُم مِّعْرِضُونَ
Diyanet Vakfi = Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah'a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve «İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin» diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ لاَ تَسْفِكُونَ دِمَاءكُمْ وَلاَ تُخْرِجُونَ أَنفُسَكُم مِّن دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ
Diyanet Vakfi = (Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالآَخِرَةِ فَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Diyanet Vakfi = İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِن بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءكُمْ رَسُولٌ بِمَا لاَ تَهْوَى أَنفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقاً كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقاً تَقْتُلُونَ
Diyanet Vakfi = Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da deliller verdik. Ve onu, Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Ama ne zaman size bir peygamber nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse büyüklük taslayarak kimini yalanladığınız kimini de öldürdüğünüz doğru değil mi!
وَقَالُواْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلاً مَّا يُؤْمِنُونَ
Diyanet Vakfi = (Yahudiler peygamberlerle alay ederek) «Kalplerimiz perdelidir» dediler. Hayır; küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.
وَلَمَّا جَاءهُمْ كِتَابٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ وَكَانُواْ مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُواْ فَلَمَّا جَاءهُم مَّا عَرَفُواْ كَفَرُواْ بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّه عَلَى الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki (Tevrat'ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat'tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler. İşte Allah'ın lâneti böyle inkârcılaradır.
بِئْسَمَا اشْتَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ أَن يَكْفُرُواْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ بَغْياً أَن يُنَزِّلُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُواْ بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini (Kur'an'ı) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ نُؤْمِنُ بِمَآ أُنزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرونَ بِمَا وَرَاءهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَهُمْ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنبِيَاء اللّهِ مِن قَبْلُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur'an, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey Muhammed!) Onlara: Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz? deyiver.
وَلَقَدْ جَاءكُم مُّوسَى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Andolsun Musa size apaçık mucizeler getirmişti. Sonra onun ardından, zalimler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Hatırlayın ki, Tûr dağının altında sizden söz almış: Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenenleri anlayın, demiştik. Onlar: İşittik ve isyan ettik, dediler. İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!
قُلْ إِن كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الآَخِرَةُ عِندَ اللّهِ خَالِصَةً مِّن دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُاْ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = (Ey Muhammed, onlara:) Şayet (iddia ettiğiniz gibi) ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddianızda doğru iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım), de.
وَلَن يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمينَ
Diyanet Vakfi = Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler (günah ve isyanları) sebebiyle hiç bir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.
وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَن يُعَمَّرَ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa yaşatılması onu azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.
قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.
وَلَقَدْ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلاَّ الْفَاسِقُونَ
Diyanet Vakfi = Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fasıklar inkâr eder.
أَوَكُلَّمَا عَاهَدُواْ عَهْداً نَّبَذَهُ فَرِيقٌ مِّنْهُم بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Diyanet Vakfi = Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.
وَلَمَّا جَاءهُمْ رَسُولٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ كِتَابَ اللّهِ وَرَاء ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitaptan bir gurup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler.
وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!
وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُواْ واتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِّنْ عِندِ اللَّه خَيْرٌ لَّوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer iman edip kendilerini kötülükten korusalardı, şüphesiz, Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunları anlasalardı!
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقُولُواْ رَاعِنَا وَقُولُواْ انظُرْنَا وَاسْمَعُوا ْوَلِلكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! «Râinâ» demeyin, «unzurnâ» deyin. (Söylenenleri) dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap vardır.
مَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلاَ الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَاللّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Diyanet Vakfi = (Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.
مَا نَنسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِّنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
Diyanet Vakfi = (Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
أَمْ تُرِيدُونَ أَن تَسْأَلُواْ رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسَى مِن قَبْلُ وَمَن يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالإِيمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ
Diyanet Vakfi = Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.
وَدَّ كَثِيرٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُم مِّن بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّاراً حَسَدًا مِّنْ عِندِ أَنفُسِهِم مِّن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُواْ وَاصْفَحُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَمَا تُقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللّهِ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.
وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = (Ehl-i kitap:) Yahudiler yahut hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin, de.
بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِندَ رَبِّهِ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Bilâkis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَىَ شَيْءٍ وَقَالَتِ النَّصَارَى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Diyanet Vakfi = Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde Yahudiler: Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir, dediler. Hıristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler. (Kitabı) bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hükmünü verecektir.
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.
وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir.
وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
Diyanet Vakfi = «Allah çocuk edindi» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Diyanet Vakfi = (O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir.
وَقَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ لَوْلاَ يُكَلِّمُنَا اللّهُ أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم مِّثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
Diyanet Vakfi = Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلاَ تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ
Diyanet Vakfi = Doğrusu biz seni Hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
Diyanet Vakfi = Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلاَوَتِهِ أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمن يَكْفُرْ بِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Diyanet Vakfi = Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Ama her kim onu inkâr ederse, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın.
وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Diyanet Vakfi = Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler.
وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِن ذُرِّيَّتِي قَالَ لاَ يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. «Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!) » dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.
وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِّلنَّاسِ وَأَمْناً وَاتَّخِذُواْ مِن مَّقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَن طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
Diyanet Vakfi = Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, diye emretmiştik.
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هََذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُم بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ قَالَ وَمَن كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلاً ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Diyanet Vakfi = İbrahim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!
وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ إِنَّكَ أَنتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ
Diyanet Vakfi = Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.
وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Diyanet Vakfi = İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o ahirette de iyilerdendir.
إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine boyun eğdim, demişti.
وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَا بَنِيَّ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَى لَكُمُ الدِّينَ فَلاَ تَمُوتُنَّ إَلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da, «Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz» (dediler).
أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاء إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِن بَعْدِي قَالُواْ نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler.
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
وَقَالُواْ كُونُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى تَهْتَدُواْ قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Diyanet Vakfi = (Yahudiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) Yahudi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.
قُولُواْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = «Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk» deyin.
فَإِنْ آمَنُواْ بِمِثْلِ مَا آمَنتُم بِهِ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Diyanet Vakfi = Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.
صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ
Diyanet Vakfi = Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).
قُلْ أَتُحَآجُّونَنَا فِي اللّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ
Diyanet Vakfi = De ki: Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlananlarız.
أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطَ كَانُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن كَتَمَ شَهَادَةً عِندَهُ مِنَ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâtın yahudi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
سَيَقُولُ السُّفَهَاء مِنَ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَن قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُواْ عَلَيْهَا قُل لِّلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوِهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = (Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.
وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَّا تَبِعُواْ قِبْلَتَكَ وَمَا أَنتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُم بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم مِّن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذَاً لَّمِنَ الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Yemin olsun ki (habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti (mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler.
الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
Diyanet Vakfi = Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma!
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُواْ الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُواْ يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِن رَّبِّكَ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنْهُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = (Evet Resûlüm!) Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, aralarından haksızlık edenler (kuru inatçılar) müstesna, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız.
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
Diyanet Vakfi = Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
Diyanet Vakfi = Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ
Diyanet Vakfi = O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz, derler.
أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِن شَعَآئِرِ اللّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ أَن يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
Diyanet Vakfi = İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.
إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ وَأَصْلَحُواْ وَبَيَّنُواْ فَأُوْلَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
Diyanet Vakfi = (Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir.
خَالِدِينَ فِيهَا لاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنظَرُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar ebediyen lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.
وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = İlâhınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.
إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُواْ مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ وَرَأَوُاْ الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الأَسْبَابُ
Diyanet Vakfi = İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.
وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُواْ مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمُ اللّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُم بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ
Diyanet Vakfi = (Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Diyanet Vakfi = Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.
إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاء وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, «Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız» dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?
وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُواْ كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لاَ يَسْمَعُ إِلاَّ دُعَاء وَنِدَاء صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = (Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُواْ لِلّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin.
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman Peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَآ أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ
Diyanet Vakfi = Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!
ذَلِكَ بِأَنَّ اللّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِي الْكِتَابِ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
Diyanet Vakfi = O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.
لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالأُنثَى بِالأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاء إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاْ أُولِيْ الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.
كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِن تَرَكَ خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالأقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
فَمَن بَدَّلَهُ بَعْدَمَا سَمِعَهُ فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.
فَمَنْ خَافَ مِن مُّوصٍ جَنَفًا أَوْ إِثْمًا فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Her kim, vasiyet edenin haksızlığa yahut günaha meyletmesinden endişe eder de (alâkalıların) aralarını bulursa kendisine günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan hem de esirgeyendir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.
أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakiri doyuracak fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Diyanet Vakfi = Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.
أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَآئِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَّكُمْ وَأَنتُمْ لِبَاسٌ لَّهُنَّ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتانُونَ أَنفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنكُمْ فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُواْ مَا كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّواْ الصِّيَامَ إِلَى الَّليْلِ وَلاَ تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.
وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُواْ بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُواْ فَرِيقًا مِّنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإِثْمِ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأهِلَّةِ قُلْ هِيَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوْاْ الْبُيُوتَ مِن ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Diyanet Vakfi = Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir. İyi davranış, asla evlere arkalarından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan (ve ölçülü giden) kimsenin davranışıdır. Evlere kapılarından girin, Allah'tan korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ
Diyanet Vakfi = Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِن قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.
فَإِنِ انتَهَوْاْ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah gafûr ve rahîmdir.
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلّهِ فَإِنِ انتَهَواْ فَلاَ عُدْوَانَ إِلاَّ عَلَى الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.
الشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُواْ عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Hürmetli ay, hürmetli aya mukabildir, hürmetler karşılıklıdır; o halde, size tecavüz edene (saldırana), size saldırdıkları gibi saldırın. Allah'tan sakının ve Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin.
وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.
وَأَتِمُّواْ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّهِ فَإِنْ أُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ وَلاَ تَحْلِقُواْ رُؤُوسَكُمْ حَتَّى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضاً أَوْ بِهِ أَذًى مِّن رَّأْسِهِ فَفِدْيَةٌ مِّن صِيَامٍ أَوْ صَدَقَةٍ أَوْ نُسُكٍ فَإِذَا أَمِنتُمْ فَمَن تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ إِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ إِذَا رَجَعْتُمْ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ذَلِكَ لِمَن لَّمْ يَكُنْ أَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Diyanet Vakfi = Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer (bunlardan) alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. (Hac yolculuğu için) emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun. Biliniz ki Allah'ın vereceği ceza ağırdır.
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ
Diyanet Vakfi = Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının.
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَبْتَغُواْ فَضْلاً مِّن رَّبِّكُمْ فَإِذَا أَفَضْتُم مِّنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُواْ اللّهَ عِندَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدَاكُمْ وَإِن كُنتُم مِّن قَبْلِهِ لَمِنَ الضَّآلِّينَ
Diyanet Vakfi = (Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lütfu (kazancı) aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin ve O'nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz
ثُمَّ أَفِيضُواْ مِنْ حَيْثُ أَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir.
فَإِذَا قَضَيْتُم مَّنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ
Diyanet Vakfi = Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
وِمِنْهُم مَّن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Diyanet Vakfi = Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler.
أُولَئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Diyanet Vakfi = İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah'ın hesabı çok süratlidir.
وَاذْكُرُواْ اللّهَ فِي أَيَّامٍ مَّعْدُودَاتٍ فَمَن تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَن تَأَخَّرَ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنِ اتَّقَى وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Diyanet Vakfi = Sayılı günlerde (eyyam-ı teşrikte telbiye ve tekbir getirerek) Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip (Mina'dan Mekke'ye) dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız.
وَمِنَ النَّاسِ مَن يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.
وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيِهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الفَسَادَ
Diyanet Vakfi = O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.
وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالإِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
Diyanet Vakfi = Böylesine «Allah'tan kork!» denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevkeder. (Ceza ve azap olarak) ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir!
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızasını almak için kendini feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.
فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = Size apaçık deliller geldikten sonra, yine de kayarsanız, şunu iyi bilin ki Allah azîzdir, hakîmdir.
هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن يَأْتِيَهُمُ اللّهُ فِي ظُلَلٍ مِّنَ الْغَمَامِ وَالْمَلآئِكَةُ وَقُضِيَ الأَمْرُ وَإِلَى اللّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ
Diyanet Vakfi = Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.
سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُم مِّنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَن يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُ فَإِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Diyanet Vakfi = İsrailoğullarına sor ki kendilerine nice apaçık mucizeler verdik. Kim mucizeler kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini (âyetlerini) değiştirirse bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir.
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ
Diyanet Vakfi = Kâfir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lutufta bulunur.
كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَأَنزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلاَّ الَّذِينَ أُوتُوهُ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ لِمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ وَاللّهُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Diyanet Vakfi = İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
Diyanet Vakfi = (Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.
يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلْ مَا أَنفَقْتُم مِّنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir.
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah, gafûr ve rahîmdir.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
Diyanet Vakfi = Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını» de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.
فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلاَحٌ لَّهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاء اللّهُ لأعْنَتَكُمْ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = Dünya ve ahiret hakkında (lehinize olan davranışları düşünün ve ona göre hareket edin). Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, (unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. Çünkü Allah güçlüdür, hakîmdir.
وَلاَ تَنكِحُواْ الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلاَ تُنكِحُواْ الْمُشِرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُواْ وَلَعَبْدٌ مُّؤْمِنٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Diyanet Vakfi = İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar.
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُواْ النِّسَاء فِي الْمَحِيضِ وَلاَ تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّىَ يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
Diyanet Vakfi = Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.
نِسَآؤُكُمْ حَرْثٌ لَّكُمْ فَأْتُواْ حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ وَقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُم مُّلاَقُوهُ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki siz O'na kavuşacaksınız. (Yâ Muhammed!) müminleri müjdele!
وَلاَ تَجْعَلُواْ اللّهَ عُرْضَةً لِّأَيْمَانِكُمْ أَن تَبَرُّواْ وَتَتَّقُواْ وَتُصْلِحُواْ بَيْنَ النَّاسِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Yeminlerinizden dolayı Allah'ı (O'nun adını), iyilik etmenize, O'ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah işitir ve bilir.
لاَّ يُؤَاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فِيَ أَيْمَانِكُمْ وَلَكِن يُؤَاخِذُكُم بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lâkin kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafûrdur, halîmdir.
لِّلَّذِينَ يُؤْلُونَ مِن نِّسَآئِهِمْ تَرَبُّصُ أَرْبَعَةِ أَشْهُرٍ فَإِنْ فَآؤُوا فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir.
وَإِنْ عَزَمُواْ الطَّلاَقَ فَإِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Eğer (müddeti içinde dönmeyip kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir.
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلاَثَةَ قُرُوَءٍ وَلاَ يَحِلُّ لَهُنَّ أَن يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِن كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُواْ إِصْلاَحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكُيمٌ
Diyanet Vakfi = Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Eğer kocalar barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Kadınların da ödevlerine denk belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah azîzdir, hakîmdir.
الطَّلاَقُ مَرَّتَانِ فَإِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ وَلاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَأْخُذُواْ مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا إِلاَّ أَن يَخَافَا أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَعْتَدُوهَا وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesna. (Ey müminler!) Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir.
فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ تَحِلُّ لَهُ مِن بَعْدُ حَتَّىَ تَنكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَن يَتَرَاجَعَا إِن ظَنَّا أَن يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa, (her iki taraf da) Allah'ın sınırlarını muhafaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar.
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النَّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلاَ تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَارًا لَّتَعْتَدُواْ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُوًا وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidayeti), size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ أَن يَنكِحْنَ أَزْوَاجَهُنَّ إِذَا تَرَاضَوْاْ بَيْنَهُم بِالْمَعْرُوفِ ذَلِكَ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ مِنكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكُمْ أَزْكَى لَكُمْ وَأَطْهَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا لاَ تُضَآرَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلاَ مَوْلُودٌ لَّهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَن تَرَاضٍ مِّنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدتُّمْ أَن تَسْتَرْضِعُواْ أَوْلاَدَكُمْ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُم مَّآ آتَيْتُم بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا فَعَلْنَ فِي أَنفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Diyanet Vakfi = Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا عَرَّضْتُم بِهِ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاء أَوْ أَكْنَنتُمْ فِي أَنفُسِكُمْ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلَكِن لاَّ تُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا إِلاَّ أَن تَقُولُواْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا وَلاَ تَعْزِمُواْ عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتَّىَ يَبْلُغَ الْكِتَابُ أَجَلَهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = (İddet beklemekte olan) kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin, meşru sözler söylemeniz müstesna, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah gafûrdur, halîmdir.
لاَّ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن طَلَّقْتُمُ النِّسَاء مَا لَمْ تَمَسُّوهُنُّ أَوْ تَفْرِضُواْ لَهُنَّ فَرِيضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدْرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ
Diyanet Vakfi = Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münasip bir müt'a vermek iyiler için bir borçtur.
وَإِن طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِن قَبْلِ أَن تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرِيضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ إَلاَّ أَن يَعْفُونَ أَوْ يَعْفُوَ الَّذِي بِيَدِهِ عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَأَن تَعْفُواْ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَلاَ تَنسَوُاْ الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velinin) vazgeçmesi hali müstesna, affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz), takvâya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.
حَافِظُواْ عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَقُومُواْ لِلّهِ قَانِتِينَ
Diyanet Vakfi = Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.
فَإنْ خِفْتُمْ فَرِجَالاً أَوْ رُكْبَانًا فَإِذَا أَمِنتُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَمَا عَلَّمَكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (namazlarınızı) yürüyerek yahut binmiş olarak (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu anın (namaz kılın).
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِّأَزْوَاجِهِم مَّتَاعًا إِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ إِخْرَاجٍ فَإِنْ خَرَجْنَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِي مَا فَعَلْنَ فِيَ أَنفُسِهِنَّ مِن مَّعْرُوفٍ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Boşanmış kadınların, hakkaniyet ölçülerinde (kocalarından) menfaat sağlamak haklarıdır; bu, Allah korkusu taşıyanlar üzerine bir borçtur.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = Allah size işte böylece âyetlerini açıklar ki düşünüp hakikati anlayasınız.
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ خَرَجُواْ مِن دِيَارِهِمْ وَهُمْ أُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمُ اللّهُ مُوتُواْ ثُمَّ أَحْيَاهُمْ إِنَّ اللّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara «Ölün!» dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez.
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.
مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Diyanet Vakfi = Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na döndürüleceksiniz.
أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلإِ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ مِن بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُواْ لِنَبِيٍّ لَّهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُّقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِن كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ أَلاَّ تُقَاتِلُواْ قَالُواْ وَمَا لَنَا أَلاَّ نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِن دِيَارِنَا وَأَبْنَآئِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْاْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اللّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا قَالُوَاْ أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِّنَ الْمَالِ قَالَ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَاهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ وَاللّهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi, dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? dediler. «Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir» dedi.
وَقَالَ لَهُمْ نِبِيُّهُمْ إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ أَن يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِّمَّا تَرَكَ آلُ مُوسَى وَآلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının alâmeti, Tabut'un size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o Tabut'un içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet, Musa ve Harun hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için bunda şüphesiz bir alâmet vardır, dedi.
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللّهَ مُبْتَلِيكُم بِنَهَرٍ فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُواْ مِنْهُ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ قَالُواْ لاَ طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو اللّهِ كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ
Diyanet Vakfi = Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.
وَلَمَّا بَرَزُواْ لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُواْ رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme gücü ver; kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.
فَهَزَمُوهُم بِإِذْنِ اللّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاء وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الأَرْضُ وَلَكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.
تِلْكَ آيَاتُ اللّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ
Diyanet Vakfi = İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
Diyanet Vakfi = O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.
اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Diyanet Vakfi = Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.
أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىَ يُحْيِي هََذِهِ اللّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَأَمَاتَهُ اللّهُ مِئَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِئَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِّلنَّاسِ وَانظُرْ إِلَى العِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; «Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!» dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. «Bir gün yahut daha az» dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu.
مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ثُمَّ لاَ يُتْبِعُونَ مَا أَنفَقُواُ مَنًّا وَلاَ أَذًى لَّهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.
قَوْلٌ مَّعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِّن صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَآ أَذًى وَاللّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُبْطِلُواْ صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالأذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لاَّ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.
وَمَثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَتَثْبِيتًا مِّنْ أَنفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ أَصَابَهَا وَابِلٌ فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ فَإِن لَّمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir.
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَن تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاء فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
Diyanet Vakfi = Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden (bir miktar) bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! (Elbette bunu kimse arzu etmez.) İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size âyetleri açıklar.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَلاَ تَيَمَّمُواْ الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنفِقُونَ وَلَسْتُم بِآخِذِيهِ إِلاَّ أَن تُغْمِضُواْ فِيهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.
الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُم بِالْفَحْشَاء وَاللّهُ يَعِدُكُم مَّغْفِرَةً مِّنْهُ وَفَضْلاً وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve herşeyi bilendir.
يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
Diyanet Vakfi = Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.
وَمَا أَنفَقْتُم مِّن نَّفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُم مِّن نَّذْرٍ فَإِنَّ اللّهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ
Diyanet Vakfi = Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı muhakkak Allah bilir. Zalimler için hiç yardımcı yoktur.
إِن تُبْدُواْ الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِن تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاء فَهُوَ خَيْرٌ لُّكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنكُم مِّن سَيِّئَاتِكُمْ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Diyanet Vakfi = Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.
لَّيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلأنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلاَّ ابْتِغَاء وَجْهِ اللّهِ وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = (Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.
لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = (Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لاَ يَقُومُونَ إِلاَّ كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların «Alım-satım tıpkı faiz gibidir» demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.
يَمْحَقُ اللّهُ الْرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ
Diyanet Vakfi = Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَذَرُواْ مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resûlü tarafından (faizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَن تَصَدَّقُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayırlıdır.
وَاتَّقُواْ يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun). Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. (Genellikle) alış-veriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu yaparsanız (zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir.
وَإِن كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُواْ كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَّقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
لِّلَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَإِن تُبْدُواْ مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُم بِهِ اللّهُ فَيَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Diyanet Vakfi = Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler.
لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!
2-BAKARA:
"
" Bulunduğu altı sûrenin hepsinde birer âyettir. "
" da bir âyettir.
Fakat
"" bir âyet sayılmıyor. " " da bulunduğu beş sûrenin hiç
birinde âyet değildir. ""
iki sûrede de birer âyettir. "" âyet değildir. Fakat ""
birer âyet, "" de hepsinde birer âyet, "" iki âyet, "
" bir âyettir. "" birer âyet değildirler. Ve bu saydıklarımız
Kûfeli âlimlerin rivayetidir. Basralı âlimler yirmi dokuz sûrede bulunan bu
mukattaattan (Kur'ân-ı Kerim'de sûre başlarında bulunup isimleri ile okunan
harfler) hiç birini bir âyet olarak saymamışlardır. Âyet meselesi kıyasî (genel
kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu görüş
ayrılığı kırâet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde el-Bakara sûresinin ihtilaf
edilen âyetlerinden birincisi " " dir.
Yazılışta
bir kelime gibi yazıldığı halde okunuşta birer birer söyleme şekli ile elif
lâm mîm diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç kelime mânâlı birer isimdirler.
Delalet ettikleri mânâları da müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir.
Bu harfler, kelimelerin maddesi olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler), hurûf-i
mebâmî (sözün esasını teşkil eden harfler) ve hecâ harfleri diye adlandırılan
tek seslerdir ki " " gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alâmetleridir.
O isimler, aslında bu seslerin olduğu halde, bu nakışlara da denilir. Her
isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin
bir çeşit resmidir. Arapça'da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı esas
olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi ve basit nakşı vardır.
Bunlardan başka bir de mukadder mahrece dayalı olup bizzat okunamayan tebaî
(diğer harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da Lâm elif denilir. Ve
çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lâm elif uymakla
okunan bir med (uzatma) harfidir. Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından
dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri "vav, ya, elif" müstear
(eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir. Bundan dolayı esas ve tabi olmakla
harflerin adlandırılanları, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak
itibar edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden "lâm
elif" ile gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir.
Harflerin
bu tek başına olma ve basitlik durumları, elif, bâ tâ... diye bir bir sayılarak
anlatılır ve diye kesik kesik olarak yazılır. Bunun
ismi elifba'dır. Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip durumları anlatılacağı
zaman da "" şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile okunur.
Halbuki
ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur.Demek ki ikisinin de değerini
birleştirerek hece harflerinin daha mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna göre
mânâsı apaçıktır. Fakat yazılışına göre "ebced" gibi mânâsız ve
anlamsız bir kelime görünür. Gerçi yazılış, elifba gibi okunmayıp, ebced gibi
okunsa idi v.s.. muhtemel şekilleri ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti.
Fakat böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı
zorlaştırmaktadır. Bu iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır
ki, burada biri görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl istenen
hangisidir? İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek bir
kısmı sûrelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen
mânâsının belli olabileceğini, bir kısmı da olamıyacağını söylemişlerdir.
Mânâsının
belli olduğu veya belli olmasının mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca
iki grup teşkil ediyorlar.
1.
Bu isimlerin mânâları bellidir. Bunları konuşmanın başında birer birer söylemekten
maksat, bütün elifba harflerini elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve
bunlardan oluşan kelimelere ve söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan
sonra işte kitap demek dilin esas maddesini göstererek bir meydan okumayı
ilan etmek ve Kur'ân'ın i'cazına işaret etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve
bu gruptaki âlimlerin çoğu, bu üç harfin toplamı bu sûreye veya Kur'ân'a bir
isim olmasını da tercih etmişlerdir.
2.
Kasdedilen mânâsının üç kelimede değil, müsemmalarında yani terkip itibarında
ve başka bir ifade ile yazı itibarında aranmak lazım geleceğini ve bunların
işaret ettikleri bir mânâ bulunduğunu ve Arap dilinde bunun benzerleri bulunabildiğini
söyleyenler vardır. Bu da başlıca iki esasta özetlenir:
Birincisi:
Kısa kesmek ve kısaltma yoludur ki şairin "O kadına dur dedim. O dedi
ki kaaf" mısraında olduğu gibi (vekaftü = durdum) kelimesinden kaaf harfiyle
yetinmesi; yazıdaki örneği de mesela "Ahmed" yerinde bir "
" (elif) yazılması bu türdendir. Ve bu şekilde elifba harflerinin her
biri başından, sonundan ve ortasından bir veya birkaç isme sembol olabilir.
Gerçekten biraraya getirildiği zaman "er-Rahmân" isminin meydana
geldiği görülüyor. Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle Allah'ın isimlerine
veya diğer şeylere tahlilî (çözümsel) veya terkibî (bileşimli) semboller mümkün
bulunuyor.
İkincisi:
Ebcedin hesap yolu ve şifre usulüdür.
3.
Dış ve iç iki kıymetin ikisini de düşünmek lazımdır. Ve kasdedilen mânâyı
aramak için bu yolların, bu mânâların hepsini birleştirmek; akıl yolu ve doğal
ihtimalleri ile daha ileri gitmek gerekir. Bunda ise, müteşabih (birbirine
benzeyen) mânâlar olur. Maksadı belirlemek mümkün olamaz.
Sanki
el-ma'lûmü'l-mechûl (bilinmeyen bilinen) terkibi gibi bir anlam ifade eder.
Ve bu mânâ, hakikat ve Allah'ın isimlerine kadar gider. Ve bu tefsirin özeti
"Allah daha iyi bilendir." mânâsı ile biter ki, bu da bize insan
ilminin başında daima mahiyetine erilmez bir başlangıcın varlığını öğretir.
Gerçekten
hem dirayet açısından ve hem rivayet açısından bu görüş açılarının hiç birini
feda etmeye imkan yoktur. Çünkü sûrelerin başındaki mukattaa harflerin okunuşu
ve genel durumlarındaki ilişkiler, ilk görüş açısı hakkında pek büyük bir
karine teşkil etmektedir. Elifba gibi okunan, sûrelerin başındaki mukattaa
harfleri, ilk önce elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak yirmi
dokuz sûrede bulunur. İkinci olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on
dört harf ismi seçilmiş ve o şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin
sıfat itibariyle çeşitli taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin
yarısını ve en önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen
diğer yarısı, tam ve eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas
lehçesi ile, tecvidi ile göstermiş bulunuyor ki, Kâdî Beydâvî tefsirinde de
açıklanmış olan bu kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz.
Üçüncü
olarak; alınan bu harfler, tek ve birleşik olarak sûrelere öyle dağıtılmış
ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı ile esas bölünüşlerine büyük bir ilgisi
vardır.
Kelimenin
üç kısmı, birliden beşliye kadar kelimelerin esas yapıları, mücerred (yalın)
ve mezide (artırılmış) bölünmesi, artırılmış kipinin yedi harfi geçemiyeceği,
dörtlü ve beşlide asıl ve mülhak (katma)a bölünmesi ve daha bazı tâli çeşitleri
bunlardan okunabilir. Arapların şiir ve belağatı pek yüksek bir derecede bulunmasına
rağmen dilin tecvid, iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve diğerleri
gibi ilimleri henüz meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgili
kuralların nazariyatıyla ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda
okumayazma bilmeyen bir peygamberin tebliği ile ilmî inceliklere ait sunulan
ve daha sonra dil kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da
kaydedilmeğe değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'câzın sırrını içine
alan bu kadar güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl
kabul edilebilir? Aynı zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir
delalet ve iradenin dış görünüşünden başka hedefi yoktur demek de aynı karinelerle
uzlaştırılamadığı gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek
demektir. Bundan dolayı esas kasdedilen mânâ, açık ve gizli elifba ve ebced
görüş açılarının toplamındadır. Lafzî delaletinden, aklî delalete ve oradan
tabiî ve zevkî delalete geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek
ve hiç birinde durmayıp varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına
kadar gitmek ve bu şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda
tetkik edip ilim içinde cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman
ile ilâhî irşadı beklemek; işte müteşabihler denilen sûrelerin başındaki mukattaat
harfleriyle hitabın faydası, din bilgisi çok geniş olan âlimlerin imtihanı
olan bu sonsuz mânâda meydana çıkıp görünüyor.
İnsanlığın
gerçeği, idrak ve anladığını tebliğ etmektedir ki biz buna mantık ve dil diyoruz.
İdrak bizzat mânâlarla, anladığını bildirmek de kelimeler ile, kelimeler ise
sesler ile meydana gelir. Demek ki sesler, kelimeler ve mânâlar dilin esaslarıdır.
Yazmak ise dilin dili demektir. Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta ilmî
ve pratik ilerlemelerin esas dayanağıdır. Ve herkes bilir ki elifba harfleri
denilen tek ve basit seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri
de yazının hakiki, sağlam temelidir. Bunun için bir dilin elifbası ne kadar
sağlam ve düzenli, telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme
kuralları ne kadar sağlam ve ilmî, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş,
derin ve tabiî, imlâsı da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek
ve o ölçüde olgundur. Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya teşvik
emri ile inmeye başlayan yüce Kur'ân'ın, Fâtiha ile duyguları uyandırdıktan
sonra dilin maddesi olan elifba harflerinden başlaması ve başlarken İslâm
dinine gelinceye kadar İslâm'dan önceki dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlığın
üçlü ilah sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibarî bir olan
ikiyi, başka bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim ikiliğini bir bakışta
fark ettiren yazılış şekli ile Allah ve kâinat ilgisini açıktan ilham etmesi
ve bundan başka Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı en büyük mabudun
ism-i a'zamına da işaret etmiş olması ve daha söylerken kalbin en derin kısmından
dudağın ucuna kadar bütün harflerin tüm mahreçlerine uygun üç mahreçten özel
tertib ile çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan "elif, lâm,
mim" harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvâkiye felsefecilerinin
elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı isbatlama deliline de işaret etmiş
bulunması ve bu delalât (kılavuzluklar) ve imalardan sonra da insanın akıl
ve fikrini; dil sırrı içinde seslerden kelimelere, kelimelerden mânâlara,
mânâlardan eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve varlığın başlangıcına ve Allah'ın
ilmine kadar götürmesi, bu yüce kitabın başlangıçtan sonuca kadar insanlığa
yol göstermeyi üzerine aldığını büyük bir belağatle ifade etmektedir.
Ey
düşünür! sembolüne bak ve harflerin çıkış yerlerine riayet ederek elif lâm
mim diye oku, okurken kendini bir tart, ruhundan bedenine, içinden dışına,
göğsünden dudaklarına doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice
bir dinle, bu sırada bir elifba, ebced okurcasına bütün elifba harflerini
şekilleriyle hayalinden geçir ve düşün. Aslında hiçbir mânâsı olmayan bu tek
ve basit seslerden, sayılmayacak kadar mânâyı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden
sözlerin ve bu sözlerden kâinatı anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde
nasıl bir kudret ve nasıl bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün. O zaman
anlarsın ki kâinatta her mânâ, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk,
her ümit bir sosyal düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene
borçludur. Kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan
basit maddelerin tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni buldukları
zaman onlardan kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün
önündeki görülen kâinat meydana geliyor.
Aynı
şekilde kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti görünmeyen insan fertleri
de, yerli yerinde mükemmel bir sosyal düzeni elde ettikleri zaman, onlardan
dünyaları büyüleyen sosyal kurullar, milletler ve devletler meydana gelir.
Taş ve ağaç kovuğundan çıkamayan o kişiler yer küresinin bir ucundan diğer
ucuna gidip gelmekle kalmayıp göklerde bile fetihler yaparak ve kâinata hak
ve adalet saçarak mutluluğa gark olurlar. İşte elifbanın o basit ve mânâsız
harflerine, o sonsuz mânâları feyizlendiren düzen ve sosyal konum, sana kâinatın
yaratılış sırrını baştan mütalaa ettirecek bir hidayet anahtarıdır. Düşün
ve düşün bu basit şeyler nereden geldi ve bunlara o sosyal düzeni kim ve nasıl
verdi? Sen seslerden kelimeyi, kelimelerden mânâları, mânâlardan eşyayı okuyup
görebiliyorsan böyle yokluğun var, anlamsızın anlamlı olabilmesi, ayrı ve
dağınık şeylerin birleşip bir bütün meydana getirebilmeleri, bütün bunlar
üzerinde ezelden ebede kadar hakim ve her şeyi kuşatan bir kudret-i vahdaniyenin
delili ve tanığı olduğunda tereddüd edebilir misin? Hayır edemezsin ve etmek
için kendinde hiçbir hak göremezsin. O halde sen başka şeye bakmamalısın.
O cömertlik kaynağından kendin için de sağlam ve doğru bir sosyal düzen aramalısın.
İçin ve dışınla ona teslim olmalısın ki, istediğin hidayet ve mutluluğu bulasın.
Düşün yalnız o düzeni ve o düzenin olaylarının hareketini düşün ve bütün bunları,
herşeyi kuşatan o tek Allah'ın cömertlik kaynağına ermek için düşün. Fakat
sakın onun hakikatına (mahiyetine) ereceğim, onu ve onun ilim ve kudretini
kuşatacağım diye uğraşma. O noktaya geldiğin zaman acizlik ve bilgisizliğini
itiraf et. İtiraf
et de "" oku, "Allah daha iyi bilir." de. "Seni,
sana yakışır bir şekilde tanıyamadık." diye ona yalvar. O zaman sende
ne şüphe kalır, ne sıkıntı ne buhran (ruhî bunalım) kalır, ne kuşku.
Bu
açıklamalardan sonra anlaşılır ki bu konuda Abdullah b. Abbas Hazretlerinden
rivayet edilen haberler içinde " " Elif lâm mîm. Ben Allah'ım, bilirim."
demektir şeklindeki te'vil (yorum) veya tefsir, yalnız sembolik mânâ olarak
değil, aynı zamanda hitabın faydasının özeti olmak itibariyle de ne güzeldir.
Şu kadar ki bu mânâ başlangıcında değil, düşüncenin sonunda verilmelidir.
"Her
kitapta Allah'ın bir sırrı vardır. Kur'ân'daki sırrı da sûrelerin başıdır."
meâlinde Hazreti Ebu Bekir'den rivayet edilen ve "Her kitabın bir özeti
vardır. Bu kitabın özeti de hecâ harfleridir." diye Hazreti Ali'den rivayet
edilen ünlü açıklaması da meâl bakımından öbüründen başka değildir. Hatta
Hazreti Ali'den rivayet edilen " Allah'ın isimlerindendir." sözü
de bu cümlelerden ayrı bir mânâ değildir. Ve hepsini kapsadığı için sûrelerin
başındaki mukattaa harfleri müteşâbihattandır.
Müteşabihat
denildiği zaman mânâsız tam bir kapalılık iddia edildiğini zannetmek büyük
bir yanlış meydana getirir. Müteşâbihler mânâsız ve boş söz değil, mânâlarının
çokluğundan dolayı belirli bir maksat tayini mümkün görünmeyen ve daha doğrusu
ifade ettiği kapsamlı hakikatleri insan zihninin yüklenemeyeceğinden dolayı
kapalı görünen bir anlatıştır. Bu öyle bir beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih,
kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafî gibi beyanın bütün şekillerini içine alır.
Bunun için yukarda buna "el-ma'lûmü'l-mechûl = bilinmeyen bilinen"
tabirini arzetmiştik. Zaten sözde kapalılık, yerine göre en büyük belağat
şekillerinden birini meydana getirir. Her şahıs her mânâya muhatap olamıyacağı
gibi, Allah'ın bütün ilminin anlatma ve bildirmesine umumiyetle insanlığın
kudreti de dayanamaz. Peygamberlerin
ilimleri bile Allah'ın ilmine eşit olamaz. "Rabbim, ilmimi artır de."
(Tâhâ, 20/114). Bu gerçek de fasl-ı hitap (güzel konuşma) olarak ancak gibi
bir ifade ile anlatılabilir. En bilgili insanların bilmedikleri ve bilemeyecekleri
neler vardır? Bilginler
derler ki ilmin başı hayrettir. Bu itibarla da Kur'ân'ın başında irşad ve
hidayetin başlangıcında böyle hayret veren bir tebliğin yeterli bir büyüleyici
gücü vardır.
Kur'ân
âyetleri başlangıçta indikçe Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bunları
insanlara okur, tebliğ ederdi. Fakat buna karşı koymaktan aciz kalan kâfirler
"Sakın bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz, okundukça onun hakkında gürültü ediniz.
Belki böylece ona galip gelirsiniz." (Fussilet , 41/26) derlerdi ki hala
etkili ve ciddi sözler karşısında böyle yapmak kâfirlerin huyudur. Razî ve
diğer tefsircilerin tefsirlerinde İbnü Revme ve Kutrub'dan rivayet olunduğuna
göre sûrelerin başında bulunan mukattaa harfleri indikten sonra okunduğu zaman
dikkat ve şaşkınlıklarını celbettiğinden o kâfirler de dinlemeye meyletmekten
kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek Kur'ân'dan faydalanmışlardır ki,
bu kıssanın, bunların özellikle bir nüzul sebebi olarak kaydedilmesi gerekir.
Başta
hayreti celbetmek önemli fayda sağlayacağı için Fâtiha'nın başında bulunması
gerekmez miydi? diye bir soru akla gelir. Fakat şunu bilmek gerekir ki, ilk
anlayış, hayretten önce gelir. Ve Kur'ân'ın gayesi de ilk önce ve bizzat ilim
ve hidayete yöneliktir. Fâtiha " " ile başlasaydı bu iki önemli
gaye elden kaçırılırdı. Ve hatta Fâtiha'daki açıklığı ile tevhid başlangıcı
üzerinde anlaşma ve sözleşme yapılmadan önce bu şekil, faydalı olmaktan çok
zararlı olurdu.
Bu
nakledilenlerle beraber sûre başlarındaki bu mukattaa harflerinin bulundukları
sûreye de bir isim gibi delalet etmelerine hiçbir engelin düşünülmemesi gerekir.
Nitekim " "ın muhkem mânâsı sûrenin de ismi olmasına engel olmamıştır.
İ'RAB:
"Elif lâm mîm" isimleri, önce dış görünüşleri ile harfleri birer
birer söyleme yerinde bulunduklarından i'râbları yoktur. Çünkü birer birer
sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi i'râbsızdır. Bununla beraber aralarında
mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde
düşünülerek, "bu elif lâm mîmdir" meâlinde, hazfedilmiş bir mübtedanın
haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin
sarih veya gayr-i sarih mef'ûli bih olmak ve nihayet tamamı mübteda ve cümlesi
haber yapılması da düşünülebilir. Bu arada nasb i'râbı bu harflere dikkati
çekmek açısından daha beliğdir. Ve bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak
daha kuvvetlidir. Şu kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz.
Bu açıklamadan sonra özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:
"Elif
lâm mîm" isimlerinin müsemmaları olan hecâ harflerinin seslerine delalet
ettiğinden, lügat açısından şüphe edilecek bir taraf yoktur. Fakat bu sesler,
mutlak sesler midir? Yoksa bir ahdi ve bir özelliği içeren belirli sesler
midir? Bunu düşünmek gerekir. Bu nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle
tecelli ederken, bu seslerde bir yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün
olmuyor. İlk önce elif lâm, harf-i tarif mânâsını anlatmaktan hâlî kalmaz.
İkinci
olarak mim de Arap dilinin bazı lehçesinde lâm yerine belirtme edatıdır. "Yolculukta
oruç tutmak sevap mıdır?" sorusuna karşı "Yolculukta oruç tutmak
sevap değildir." hadisinin demek olduğu bellidir. Bundan dolayı bu seslerin
genel olarak hecâ harfleri sesleri değil, güzel bir gariplik içinde, özel
bir şekilde bilinen ve belli olan birtakım sesler olması hemen akla gelir.
Ve
bunları belirlemenin karinesi de vardır. " "den tâ nidasına kadar
bu sûrenin başındaki hitabın ilk önce ve bizzat Resulullah'a yönelik olması
ve bir de vahyin inme şekli ile ilgili hadisler göz önünde bulundurulunca
diyebileceğiz ki, bu sesler Kur'ân inerken Hazreti Muhammed'in kulağında bir
özellik ile çınlayan, şekillerini ve mânâlarını Hazreti Muhammed'in kalbinde
yerleştiren ve tesbit eden vahiy sesleridir. Harfler ve kelimelerin alışılmış
olan ortaya çıkma şekillerinden büsbütün başka bir olağanüstü özellik ile
tecelli eden o ilâhî sesler, yalnız Resulullah'ın duyması ve hissetmesi olduğundan,
hissedilenin durumları ve ayrıntıları da ancak onun tarafından bilinir. "
" Kur'ân nazmını Hazreti Muhammed'in kalbine indiren o olağanüstü seslerin,
yalnız Peygamber tarafından belli olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri
demek olur. Ve bundan dolayı Kur'ân'ın veya sûrenin bir ismi olması rivayeti,
bu görüş açısından çok faydalı ve uygundur. O halde mânâyı dinleyelim:
2-"
"Allah daha iyi bilir ey Muhammed! "Elif lâm mîm" denilince
senin derhal anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o
"lâm" "mîm" ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy
sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat
diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler
ve kelimeler ve onların mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? "
" işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine
Allah tarafından indirilmekte olan o " " o mucizeli nazım ve mânâ
yani o Kur'ân'dır ancak tam kitap, yegâne kitap denilmesine layık olan o hak
ve hükümlerin kesin delili, yahut "Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır
bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil, 73/5) âyeti ile vaad edilen o ağır
ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra "el-Kitâb" denilince Allah'ın
yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi
caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki müslümanlar arasında kitap denilince ancak
Kur'ân anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet
denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed
Mustafa (s.a.v.) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi i'câz ifade eden
ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı
bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir.
Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş
olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını
kapsamış olarak, harfleri birbirine eklemek yani yazmak mânâsına masdar iken
örfte mektup (yazılmış) mânâsına isim olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap
aslında yazıya ait nazımdadır. Bununla
beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap, bir
yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan yazı ile anlatılan
ibare (metin) demektir. "Falan kitap benim kütüphanemde var." dediğimiz
zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir." dediğimiz zaman da
ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin altında mânâya delalet
önemlidir. Ve her kitaptan kasd edilen o mânânın anlaşılmasıdır. Fakat sadece
mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe bilinmiyor.
Kitabın
mahiyeti, o mânâya delalet eden nazım ve nihayet nazım ve mânânın toplamıdır.
Bundan dolayı bu indirilmiş kelâma kırâet açısından Kur'ân, tasarıda veya
gerçekte yazılması açısından kitap denildiği zaman, nazm ve mânâ beraber kasdedilmek
ve daha doğrusu mânâya delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak
zorunlu bulunduğundan, yalnız mânâya Kur'ân veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla
anlaşılır. Çünkü
mânâ ne okunur, ne yazılır. Okunan
sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır. Sırf mefhum olan mânâ ile zihinde
kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsîyi (içte bulunan sözü) birbirinden
ayıramayanlar, kitabı sadece mânâdan ibaret imiş gibi sanabilirler. Fakat
mesele ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman
mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve mânâların, lafız şekilleri ile
öyle derin bir kenetlenmesi ve bağlanması görülür ki, dil dediğimiz o lafzî
şekilleri alıverecek olursanız fikirde, mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik
bulamazsınız. O yüksek mânâ ve fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm,
yalnız başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirinden
ayırmada önemli bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce
ile ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza
ve hatta (yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız mânâdan
ibaret bir kitap, bir Kur'ân tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun içindir
ki yüce Allah, meleklere karşı dem'e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları öğretmek
ile değil, belki isimleri öğretmek ile vermiştir. Peygamberimize indirilmiş
olan da Kur'ân'ın yalnız mânâsı değil, hem nazmı (lafzı) ve hem mânâsıdır.
Bunda
şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemelidir. Çünkü bu dir. Aslında her
türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak
"kendisinde şüphe olmayan" Allah'ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik
ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap
yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde
bir töhmet vardır. Ey
yüce Peygamber! Hira mağarasından beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte olduğu
o vahiy seslerini sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun
ve güvenilirliğin de denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i'câzına
da söz yoktur. Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve
yeterli tecrübe; ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan
yerlerde doğru haber ve tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile
dayanarak netice çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın
şiarı, doğru haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan
bu kitapta şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet
ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur.
Gözlem
ve tecrübeye eremeyenler için de sonsuza kadar delalet, i'câz ile hüsn-i istidlâl
(bir delile dayanarak güzel netice çıkarma) yolu açıktır. Allah Teâlâ bu kitap
ile bunu da üzerine almıştır. Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî oluşunda,
Allah'a ait olmasında şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar. Bunlar
ya bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden
başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı
kâfirlerdir. Veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını
kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret
nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık
bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır.
Bu kâfirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz.
Rayb
(şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir kuşku vermek mânâsına masdar iken,
lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep olan şek ve şüphe mânâsında kullanılması
üstün gelmiştir. Yani rayb, şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir
töhmet mânâsını da kapsar. Fakat asıl mânâsı şüphe ve kuşku, yani kuşkulu
şüphedir. Yalnız "şüphe" kelimesini de bu mânâda kullanırız. Burada
rayb bütün cinsi ile olumsuz kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe diye
birbirinden ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış
ve iki yönden kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır.
"zâlike"nin ikinci haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması
daha seçkin ve mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle
bir başlangıç cümlesi olması ise daha beliğdir. Tek bir kişinin bütün insanlık
âlemi ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir
insanlık âlemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce
Peygamber: "Ey Rabbim! Şüphe ve şirk içinde yüzen şu insan yığını benim
karşıma çıkıp da: 'Bu kitabın Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah tarafından
vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar, müellifler
gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan olarak bir de Allah'a isnad
ve iftira ediyorsun' diye iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne yaparım?"
diyebilirdi. İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak için: "Bu
konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur." diye açık olarak mutlak
güvence bağışlamıştır ki bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi gerek kabul etmede
ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve ilan
etmek vardır. Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını kaydetmek,
kitabı tebliğ eden Muhammed el-Emin'in kendisinde de hiçbir şüphe bulunmadığının
tescilidir.
Yakında
"Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe ediyorsanız." (Bakara,
2/23) âyeti ve daha ileride "Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir
şey vahyolunmadığı halde; 'Bana vahyolundu.' diyen ve 'Allah'ın indirdiği
gibi bir kitap da ben indireceğim.' diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir?"
(En'âm, 6/93) gibi âyetler ile Kur'ân bu noktaları tafsilatıyle savunacak
ve isbat edecektir.
Bu
başlangıca Kelâm ve Felsefe ilmi açısından baktığımız zaman her şeyden önce
şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine
işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefî tartışmaları apaçık bir vahiy
ile ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki, akaid (inançla ilgili) kitaplarımızın
en başında "Eşyanın hakikatları sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir."
ilk inancının konulması ve sofestâiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi
ve ilim sebeplerinin gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğmuştur.
Ve yeni felsefelerde her şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir.
Böyle olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kâinatta
gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu
da inkâr olunamaz. Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk hastalığı,
şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun her şeyden
önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'ân bu şekilde işaret
ettikten sonra insanları, iman, ilim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan hak
ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan)
ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat
arasında kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Hakk'a dikkatleri
çekecek ve bütün bunlarda ahlâkî değer ve amelî gücü temel fikir olarak takip
ettirecektir. Bu bilimsel noktalar ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha'dan sonra
bütün Kur'ân'ın bir genel önsözü demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni)
ne kadar tabiî ve ne kadar ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı
gibi, Hazreti Peygamber'in beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği
ve mukayese edildiği zaman da Kur'ân'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre
kadar şüpheye yer olmadığı ister istemez kabul edilir.
Kendisinde
şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp
hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek
bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile
bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır.
Fakat
müttakî (günahlardan sakınan)ler için. Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye
erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma,
akibetlerini kazanma kabiliyetine sahipbulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap
esas itibariyle "İnsanlar için hidayettir." Genellikle insanları
irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek
demek olan bu hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna
tahsis edilmesi yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma
gayesi, şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip
olacak, fıtrî kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve
belki zarara uğramış olacaklardır. "Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir
şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını
artırır." (İsrâ, 17/82). Hüda, hem lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî
(geçişli) olur. Fâtiha'da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen
şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine
"gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine "ulaştıran hidayet"
denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri
hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir. Kur'ân'da
ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak 'de doğru yola ulaştıran hidayet
yani tevfik (başarı), 'da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça
görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur'ân'a nisbet edilen hidayetin irşadla
ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola
iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada
denilmesinin önemli bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile
gerçekleşen Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için
muhatap olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur'ân,
herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber,
herkes bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları
buna iradesini harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının)
aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla
tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları tam belağatı ve
kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç
arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın
esas faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet
sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği
bulunan müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı Kur'ân'ın inmesinin
hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara
hidayet etmektir.
Fakat
şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak
gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma
ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları
içine alması mümkün olan bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir
yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir.
"Arab için hidayettir." veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir."
denilmiyor. Şu halde "Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir.
Fakat bu hidayetten faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı
seçmek, yani korunmayı istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya
istekli olunuz ki, kurtuluş bulasınız." meâlinde bir takva tavsiyesini
kapsamaktadır.
İttikâ,
vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikâyeye girmektir. Vikâye
ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini
iyice korumak demektir. O halde lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan
takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp
korumak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek
mânâlarına da kullanılır. Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma,
ittikâda sadelik vardır. En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın
korumasıdır. Çünkü insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı
gibi, şimdiki halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan
dolayı iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle
gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın
korumasından zorunlu ve tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes
korunmasız zorunlu bir korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere
göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin
korunması da şart olmuştur. Demek ki Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen
tecellisi (ortaya çıkması), insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef
edinen Allah'tan gereğince korkma hissine bağlıdır. İşte bunun için şeriatta
mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak
ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile
günahlardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek
korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara
sahiptir: "Tahliye ve süsleme". Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden
( ) itibaren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'î takvanın, yalnız
olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır.
Bununla beraber ittikâ (sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur.
Mesela Kur'ân'da korku, iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terketmek, ihlâs
(samimiyet) mânâlarından her birinde kullanıldığı yerler vardır.
Ve
inceleme yapıldığında Kur'ân'da ittikâ (sakınma) ve takva üç derece üzerine
zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan
kaçınmakla iman "Ve onları takva kelimesine bağladı." (Fetih, 48/26)
gibi. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden
sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva budur.
"O ülkelerin halkı inanıp Allah'ın azabından korunsalardı." (A'râf,
7/96) gibi. Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden
kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu
da "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun." (Âl-i
İmrân, 3/102) emrindeki gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar
derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara
ayrılır. Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar.
Bu şekilde yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını
birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine yükselmelerine
engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına
zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah
Teâlâ'nın özel rahmetinin eseri olmuştur.
"İnanıp
iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve
inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına)
inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden
ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç
derecesini toplamıştır. "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl,
16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir.
Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar.
" "in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir
edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin,
ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân
hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir
(Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması
durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak
anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva
yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek
ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy
ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine
yükselenler" diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını
da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden
daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.
Üçüncü
olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân
hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş
olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan
dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan
başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa
kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir
işareti asla düşünülemez.
Özetle
Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan,
ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız
sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar.
Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek,
diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi
gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını
anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin
de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir.
Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir
hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın
korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine
yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
"
" Kur'ân'ın ezeli itibarını, " " görünen gerçeklerini, "
" ilmî ve ahlâkî özelliğini, " " inme hikmetini ve pratik gayesini
dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış
ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi
sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden
oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et"
duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf
vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred
(tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç
veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu
gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde
bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet ve
üç kıssa takip edecek ve daha sonra da "Ey insanlar ibadet ediniz."
(Bakara, 2/21) genel hitabı ile sûrelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye
devam edecektir. Bu açıklamanın gelişme şekli Kur'ân'daki uyuma bir misal
vermek için ne kadar dikkate değerdir.
3-
O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut
gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil,
kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek
için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde
bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar,
his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende
değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve
mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır.
Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları,
sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek
anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri
vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki
özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni
ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk
içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen
hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte
varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve
"gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati,
görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ
âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi"
veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar.
Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta
müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin
de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat
bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler
ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri
bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir.
Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü
dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen,
madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin
bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür.
Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin
ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir
nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat
ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür.
Ses
de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından
ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza
dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz
şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir
ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında
bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku
ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza
dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte
vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi
hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba
kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi
değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep
birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve
gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler...
gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları,
iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir
ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi
ve yansımalarıdır...
Bu
ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır.
Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir.
Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış
görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin
gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları
da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre
ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin
(kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel
ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde
de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan
münezzeh olarak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için
tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme
duygusu olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da
inanırız. Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da
denilir. Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de
öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet
görünemez" deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman
bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen
demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni
olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe
iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu
(içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve
Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini
inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar,
kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış
bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin
ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve
"dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e
intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek
zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki
sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun
ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer
denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden
kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı,
kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası
görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere
erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor
ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın
gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten
ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde
görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek,
başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya âlemi, hissedilen tabiat,
imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu
olarak var. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir
batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir
fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket
ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan
gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen
âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir.
Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken,
daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine
(kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene,
ahiret gününün sahibine "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım
dileriz." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası
içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki
gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen
âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman
ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid,
57/4) birliğini bulur.
Gayb
(kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama)
anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur
ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya
"meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib"
kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim",
"kayboldu" tabirleri gerçektirler. Bazılarının zannettiği gibi "bunu
kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gâib"
ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle
ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla
idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız,
bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı
çalan vardır. O
henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz,
fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak
tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı
çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak
tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler.
"Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib"
(ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise
görülmez, fakat görür olandır.
Şu
halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir
ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir.
"Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez"
(En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince
açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe
inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır.
kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları,
tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı,
ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme...
gibi imânâ ait temel unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî
bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra
"gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış
farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış,
ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı
tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan
ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan
şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir.
Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba
iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme
ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından
dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden
sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik
edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne
işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah
olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli
bir şeye inanmamıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama
ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve
kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin
delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden
kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna
işaret vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir. "iman", asıl lügatta
"emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde
bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak,
hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven
vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan
"Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak)
mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam"
ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde
inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü
tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan
emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli
olur. Bununla beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri
ile de geçişli olur. "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf"
mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını
içine alır. Bunun için gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik
ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler." demek olur.
Bir
şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya
kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde
çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına
ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin
esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda
yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle
kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki
doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin
ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı,
bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan
ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya
aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir
delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir.
Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor
ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci
ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli
bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz
ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma
olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu
iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait
bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak
alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli
olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız
imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden
görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider.
Genel
olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik
de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Buna göre lügat
geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir.
Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu
yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun
doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik
etmiş olur. İkincisi
dil ile tasdiktir. Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek
bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki,
ya gerçek veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile
birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka
olur. Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar.
Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle
olur. Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın
olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike
uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.
Acaba
din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini
yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu
Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz.
Dindeki
imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur. Birincisi,
iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î
iman özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından
getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır.
Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan
başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır.
Bir derece tafsîl (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine,
ahirete inanmaktır. İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra
dirilmeye, sevap ve cezaya inanmaktır. Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân)
ve Sünnet ile Muhammed (s.a.v.)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan
haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin
istediği şekilde inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar
sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete
kesin olarak inanırlar." ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır.
Diğer
açıklamalar da ilerde gelecektir. Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi
ile birlikte bulunur. Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass (saygın
kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet
olarak inanmak ve en son da tafsîlin ikinci derecesine imandır. Ve işte Bakara
Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki lügat anlamındaki imanın
ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi
içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır. Lügat bakımından
iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam küfürdürler.
Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün
hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldürmenin,
Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak... lügat itibariyle birer
iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler. Lügat anlamında imanın diğer
bazı kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma
görevi teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da kötülük
ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir.
Özetle
lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir
kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler olabilir. Hak ve hayır olanlar şer'î
imanın aynı veya onun kapsamı içinde ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl şer'î iman,
şimdiki halin arkasında veya bâtın (kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın
anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür.
Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir.
Ve İslâm dininin esas apaçık gerçekliği olan imânâ dair prensipleri de bu
anahtarı ve ölçüyü verir. Hidayet
(doğruluk)de onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp anahtarı, şimdiki görmede;
şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile geçmişteki gaybında ve hepsinin
anahtarı ise Allah katındadır. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları
O'ndan başkası bilemez." (En'âm, 6/59).
Şu
halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı,
doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teâlâ'dan almalıdır. Aracıları inkâr
etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır. Çünkü "O'nun izni olmadan
onun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan
kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir.
İkincisi,
imanın ilgilendiği şeyi bırakarak, kendi mahiyeti bakımından da şer'î imanın
özelliği bahis konusu olmuştur. İmanın şer'î mânâsı, yalnız bir kalbin fiili
midir? Yalnız bir dilin fiili midir? İkisi
birden midir? Yoksa bunlarla beraber uzuvların fiili midir? Bu noktada bazı
mezhep farklarına rastlıyoruz. Şöyle ki:
1.
Hâricîler ve Mu'tezile mezhebine mensub olanlara göre şer'î iman, hem kalbin
fiili, hem dilin fiili ve hem de uzuvların fiilidir. Yani Allah Resulü'nün
tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile ikrar, amel ile de tatbik etmektir.
Bunların üçü birden imanın esasıdır. Bunlardan, birisi bile eksik olan kimseye
mümin denmez. Hâricîler'e göre kâfir; Mu'tezile'ye göre ise mümin ile kâfir
arası fasık denilir. Bunlar şer'î imanda, lügat mânâsındaki imanın üç derecesini
toplamış oluyorlar. Selef ve hadiscilerden bazıları da imanı dil ile ikrar,
kalp ile tasdik, dinin esaslarıyle amel etmektir diye tarif etmişlerdir ki,
imam Şafiî de bu gruba dahildir. Fakat bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan
çıkmış veya küfre girmiş olduğunu söylemezler. Şu halde bunların görüşleri
Hâricî ve Mu'tezile mezheplerinden büsbütün başkadır. Bunlar gerçekte imanın
aslını değil, imanın kemalini tarif etmiş oluyorlar.
2.
Kerrâmiye mezhebine göre şer'î iman, yalnız dil ile ikrardır. Bunlara göre
kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın, dil ile ikrar eden, diline sahip olan
mümindir. Kalb ile tasdik de varsa, içi, dışı mümindir. Yok münafık ise, dışı
mümin, içi kâfirdir. Bunlar, lügat anlamındaki imanın en aşağı derecesi olan
yalnız "söz ile tasdik" mânâsıyle yetinmişler ve şer'î imanın ölçüsünü
de, müslümanlar arasında cereyan edecek olan muameleler ve hükümlerin prensibinde
açık ve görünür sebebi gözetmişlerdir. Bunlara göre iman, bir kelime meselesi
demek oluyor, "İkrar esas, kalp ile tasdik şarttır." diyenler de
olmuştur.
3.
İmanın esası, kalp ile tasdiktir. Dilsizlik, zorlama gibi bir zorlayıcı engel
bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır. Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin)
şartı mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da sözler söylenmiştir.
Eş'arîler bu görüş üzerindedirler.
4.
İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır. Bunların
ikisi de imanın esasıdır. Bununla beraber ikisi de aynı seviyede temel esas
değildir. Kalbe ait sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul etmez. Bu,
temel esastır. Allah korusun bu yok olduğu anda küfür ortaya çıkar. Dilin
fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır. Fakat ölüme zorlayan bir zaruret
ve özür karşısında bunun zorunluluğu düşer. Ve o zaman yalnız kalbe ait iman
yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü yettiği halde ikrarı terkeden
Allah katında da kâfir olur. Şu kadar ki cemaatle namaz kılmak gibi dinin
esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini tutar. Gerçekte şer'î iman
daima "bâ" veya "lâm" harfleriyle kullanıldığından, "ikrar
ve boyun eğme ile tasdik" mânâlarını içine alır. Ve İslâm dininin hedefi
insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır. Hiçbir engel yokken
imanını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan kimsenin Allah katında
imanının kıymeti olamıyacağı Kitap ve Sünnet'in birçok delilleriyle sabittir.
Ameli tatbikat, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, bizzat
amel, imanın kendisinin aynı veya parçası değildir; onun bir dalı ve istenilen
neticesidir. Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile tasdik onun toprak altındaki
kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları, çiçekleri,
meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu gibi, imandan beklenen
de güzel ameldir ve Allah'a yaklaşmak da onunladır. Fakat dalları kesilmek,
yaprakları dökülmek, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı
gibi, iman ağacı da böyledir. Fakat gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan
ağaçların çoğunlukla kurudukları ve zamanını bulduğu halde gövdesi sürgün
vermeyen ağacın tutmamış olması gibi, özürsüz olarak ikrarsız iman da böyledir.
Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya
kökün kuruduğuna hüküm verilemiyeceği gibi, mazeret zamanında kalp ile tasdik
de böyledir. İşte imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede esası,
sonra da tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve meyveleri
vardır. Ve imanın olgunluğu bunlarladır. . "İman yetmiş küsûr şubedir.
Bunların en aşağısı yoldan eziyeti kaldırmadır." hadis-i şerifi gibi
birtakım rivayetlerde bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi
görünürse de, bu imanın kemali yönündendir. Ve hatta "imanın şubesi"
denilmesi, imanın aslı olmadığını gösterir. Şu halde bu şubeler ve dallar,
küfrün zıddı olan imanın aslı değil, günah işlemenin zıddı olan imanın olgunluğudur
ve bunun için bu ayette de "yü'minûn = iman ederler" kısmı, "namaz
kılmak" ve "fakirlere vermek" imandan ayrıca zikrolunmuştur.
Yukarda anlatılan bazı selef ve hadiscilerin görüşlerini de böyle anlamak
gerekir. İmanın aslının, böyle kalbin fiili ve dilin fiili iki esastan ibaret
ve geçerli bir özür zamanında ikrarın düşebileceği bir esas olması, lügat
mânâsının tam ortası olduğu gibi, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin ve
bütün fıkıh bilginlerinin de tefsir ve anlayışlarıdır. Ebu Hanife, arkadaşlarına
Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat mezhebinin esasını anlattığı ve açıkladığı en son
vasiyetlerinde der ki: İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Yalnız ikrar,
iman olmaz. Zira olsaydı münafıkların hepsinin mü'min olmaları gerekirdi.
Aynı şekilde yalnız bilmek de iman olmaz. Çünkü olsaydı, "Kitap ehli"
olanların hepsinin de mümin olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ münafıklar hakkında
"Allah şahitlik eder ki, münafıklar kesin olarak yalancıdırlar."
(Münafıkûn, 63/1) buyurmuş; Kitap ehli hakkında da "Kendilerine kitap
verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146)
buyurmuştur. Sonra amel, imandan ayrıca bir iştir. Mesela "Fakirin zekatı
yoktur." denilir de, "imanı yoktur" denilmez. Aynı şekilde
"Fakirin zekata imanı yoktur." da denilmez. Yine Ebu Hanife "el-Âlimü
ve'l-müteallim" ismindeki kitabında der ki: "İman tasdik, bilgi,
ikrar ve İslâm'dır. Ve tasdik hususunda insanlar üç derecedir. Bir kısmı,
Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve hem diliyle tasdik eder. Bazısı
da diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar. Diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik
eder, diliyle yalanlar. Birincisi
Allah ve insanlar yanında mümindir. İkincisi Allah katında kâfir, insanlar
yanında mü'mindir. Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler ve açıkta gördükleri
ikrar ve görünüşe göre ona mümin demeleri gerekir. Kalbini bileceğiz diye
kendilerini zorlamaları da caiz değildir. Üçüncüsü imanını gizlemek zorunda
bulunduğu, kendini saklama halinde ise onu tanımayanlar nazarında kâfir sayılır,
Allah katında ise mü'mindir". Yine buyurur ki: "İman hakkında böyle
kat'î tasdik, bilgi, ikrar, İslâm dedim, bunu açıklamalıyım. Bunlar, çeşitli
isimlerdir ve hepsinin anlamı yalnız imandır. Şu şekilde ki, "Allah Teâlâ
Rabbimdir." diye ikrar eden, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye
tasdik eder. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye tam olarak bilir. "Allah
Teâlâ Rabbimdir." diye bilir, tanır ve "Allah Teâlâ Rabbimdir."
diye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin mânâsı birdir." Daha
sonra İmam-ı Âzam, imanda bir fazla sevgi değeri bulunduğunu da şu şekilde
anlatıyor: "Mümin Allah Teâlâ'yı, onun dışındaki her şeyden çok sever.
O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah'a kalbinden iftira etmek arasında
serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder. Fıkhu'l-Ekber'de de buyurmuştur
ki: "İman, ikrar ve tasdiktir. Müminler
iman ve Allah'ı birlemede eşit, amellerde farklıdırlar. İslâm da o ilahî emirlere
teslim olmak ve boyun eğmektir. Lügat itibariyle iman ile İslâm arasında fark
vardır. Fakat dinde, İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin
dışı ve içi gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir."
İman,
esasen masdar ve buna göre bir fiil olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak
da kullanılır ve o zaman iman bizzat bu fiil ile başlayan bir sabit durumu
ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız ki:
1.
İslâm dini, yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır.
Amellerle ilgili tatbikatı atıp da dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.
2.
Böyle olmakla beraber iman, amel demek değildir. Amelin farz oluşuna iman
ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min
olacak değil, iman ettiği için amel edecektir. Şu halde amelini sırf aldırış
etmeme ve küçümsemeden dolayı terketmiş değilse kâfir olmaz.
3.
İslam dininin imanında esasen kalp ve vicdan işi olan bir esas bulunduğu şüphesiz
olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın isteği olan iman meselesi yalnız bir vicdan
işi olmaktan ibaret değildir. O, tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp,
bütün dışa yayılacak ve sonra kâinata güzel ameller saçacaktır. Müslümanın
imanı, âleme zarar vermeye sarf edilmiş olan baştan çıkarıcı düşünceler veya
şeytanın dürtüleri değildir ki kalp ve vicdanda hapsedilmeye mahkum olsun.
Müslüman ancak bir zorlayıcı zaruret karşısında imanını sadece bir vicdan
işi olarak saklayıp hapsetmeye izinli olabilir. O da düşmanın kesin zorlayışına
uğradığı zamandır. O zaman da nefsini feda ederek imanını hapisten kurtarması,
imanını hapsederek kendini kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla beraber
ikisi arasında serbestiye sahiptir.
İşte
bu âyette Cenab-ı Allah, kendisinden hakkıyla korkanları açıklamad
a
"onlar gayba inanırlar" ile dinin iman kısmını özetledikten sonra
amel kısmını özetleyerek buyuruyor ki: "Ve namazı kılarlar." Yani
belli olan namazı dosdoğru kılarlar ve devam ettirirler. Kur'ân'da namaz hakkında
"yüsallûne", veya "sallû" fiillerinden çok buyurulması
dikkate değer bir husustur. Elbette, "namazı ikame ederler" demekte,
"namazı kılarlar" demekten fazla bir anlam vardır ki bu, en az "doğru
dürüst" yani "namazın şartlarına uymak, Allah'a boyun eğmek ve tevazu
göstermek suretiyle güzelce kılmak ve hatta kıldırmak mânâlarını ifade eder.
Ve bunun için namazda ta'dil-i erkan (namazı erkanına uyarak kılmak) vacip
olduğu gibi, özellikle namaz için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak,
namazın gereklerini tamamlamak için gayret sarfetmek de dinin lüzumlu gördüğü
hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz terbiyesi; din kardeşlerin birbirlerine
tavsiye ve hatırlatması; amirlerin engelleri ortadan kaldırma ve imkanları
tamamlama suretiyle beğendirmesi ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve cemaatle
namaz kılmaya dikkat ve devam etmesi de bu cümledendir.
(İkame),
"kıyam" veya "kıvam"dan "if'âl" ölçüsünde olarak
lügatta kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya kıymetlendirmek ve devam
ettirmek veya dikkat ederek yapma anlamlarına geldiğinden, namazla ilgisinde
bu mânâların birinden veya ortak noktalarından belîğ bir istiare yapılmış
ve bunun için bir kelimelik "namaz kılarlar" yerine, iki kelimelik
"namazı ikame ederler" seçilmiştir. İlk önce "dikmek"
veya "doğrultmak" mânâlarını düşünelim: Bu bize "Namaz dinin
direğidir." hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya
benzetiliyor ve namaz aynı o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın
temelidir. Buna
"istiare-i mekniye" ve "istiare bi'l-kinaye" (kinaye ile
istiare) denilir. Bu âyette de namaz cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir
direğe benzetiliyor ve onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle
o yüksek binayı dinin inşa, koruma ve devam ettirilmesinin gereği anlatılıyor.
Bir de bu binanın ilerde açıklanacak esasları, diğer kısımları, süsleme ve
güzelliklerinin bulunduğuna işaret buyruluyor. Bundan dolayı "namaz kılarlar"
demekle, "namazı ikame ederler" demek arasında ne büyük fark vardır.
Hakikatte
din gayet büyük ve kudsi bir binadır. Ve bu binanın kerestesi, malzemeleri,
şekli ve planı (yani şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve koyduğu bütündür.
Ona uygun olarak inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması
da insanlara aittir. Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu binanın
mimarı Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli kalplerin
derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına namazlarla
hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek, sonra
üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unu tulmayacaktır ki,
bu bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre yapılmış
olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir.
O, bir canlı bünye gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün büyüme ve inkişafına
hizmet edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize İslâm'ın sosyal durumunu
ve bu konumda namazın kıymet ve yerinin önemini anlatıyor. Hakikaten cemaatle
namaz İslâm toplumunun direğidir ve bütün İslâmî teşkilatın binasıdır. Ve
cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir. Tek başına kılınan
namazlar da bu direğin hazırlanması ve düzlenmesidir. Dosdoğru, içi-dışı temiz
ve muntazam olarak namaz kılmak, imanın büyüyerek bütün vücuttan fışkırması
ve hayatın gidişatına muntazam ve doğru bir akış vermesidir. Bununla iç ve
dış, mümkün olduğu kadar, temizlenir; kalp ve beden mümarese (alışma) ile
kuvvetlendirilir. Herhangi bir kimsenin namazsız bulunduğu haliyle namazına
devam ettiği halini karşılaştırırsanız, namazlı bulunduğu zamandaki ahlâkını,
herhalde yükselmiş bulursunuz. "Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden
vazgeçirir." (Ankebût, 29/45) âyeti, bu gerçeği anlatır. Bu karşılaştırmadaki
yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten doğar. Bazı hususta ahlâklı
farz edilen namazsız, namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlâk ve maneviyatça
daha yükselir. Namazını kılan kimsenin hayatta en az dört kazancı vardır:
Birincisi temizlik; ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü vakitlerin intizamı; dördüncüsü
toplumsal düzelme. Bu
faydalar, devam şartıyla, en resmî bir namazda bile vardır. Namazın büyük
faydalarını hesap etmek mümkün değildir. Fakat en ufak ahlâkî faydası bilfiil
büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe hazırlanmak, Allah rızası için iş yapmaya
alışmaktır. Bunun için namazda giyinebileceği en güzel ve en temiz elbisesini
giymek ve kendine gurur vermesi düşünülen bu hal içinde örtülecek nice ayıpların
bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını ve burnunu yerlere koyarak, kalbinde
iman ettiği Allah huzurunda o kibir ve gururu kırarak defalarca secdeye kapanmak
en mühim bir esastır. "Her cami(ye gidişiniz) de güzel elbisenizi alın."
(A'râf, 7/31). Namazda özellikle secdenin kibre olan bu mühim tesiri dolayısıyledir
ki, kibirliler en çok namazın secdesine itiraz ederler. O süslü elbiseler
içinde alınlarını Allah rızası için yere koyma zorunluluğu onların kibir damarlarına,
sinirlerine pek fena dokunur. "Şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden
başkasına ağır gelir." (Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o süsler, o alınlar
hep Allah'ın vergisidirler. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza, toprağa
karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar hakaret edilmeye, devamlı
olarak çiğnenmeye layık değildir. Zaman
olur ki onlar için kanlar dökülür. Beşer hayatı oradan fışkırır ve onu fışkırtan
Allah Teâlâ'dır. O süslere, o bedenlere emek vermiş birtakım Allah'ın kullarının
da hakları geçmiştir. Şu halde o topraklara, o yerlere, toprak ve yer oldukları
için değil, yaratıcısı olan Allah Teâlâ'nın büyüklük ve ululuğu adına hakkıyla
secdeye kapanıp, kibirden ve bencillikten sıyrılmak ve insanlar ile kardeşçe
geçinmek için onların topluluklarına karışmanın pek kudsî bir görev olduğunu
unutmamak gerekir. Namaz o kibir ve gururu kırarken, aynı zamanda insanın
ruhî hürriyetine öyle bir yükselme verir ki bu yükselme en görkemli kralların
huzurundaki saygı duruşundan çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir
mi'racıdır. Yani onu beşerî olmanın sertliğinden, tek olan Allah'a ait arşa
çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir beşer hayatının şekli ve dereceleri
dürülmüştür. Allah'ın huzurunda bulunmak, hazırlanmak, düşünmek, istemek,
defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak nihayet selam ve selametle
işini bitirmek, insanı, bütün hayatın kademelerinden geçirterek, varlığın
sırlarını, dünya ve ahireti düşündürerek Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve büyük
bir iman ve sevap ile yine âleme döndürür. Yine bir hadiste açıklandığı üzere
"Namaz, İslâm ile küfrün ayırıcısıdır".
Biz
burada namazın dünyaya ve ahirete ait, maddî ve manevi, bütün faziletlerini
ve faydalarını sayacak değiliz. Çünkü o sonsuzdur, sayılması mümkün değildir.
Bunun bütün toplamı din dilinde "büyük sevap" adıyle anılır. Fakat
burada namazın, imandan sonra nasıl bir ahlâkî ve sosyal prensip olduğunu
ve onun üzerine ne kadar büyük bir sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek
istedik. O büyük binanın direği işte öncelikle ferdî namazlarla hazırlanır,
düzene sokulur ve cemaatle dikilir. Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte
"namazı ikame etme" tabiri bu mühim mânâyı çok açık bir şekilde
ifade ediyor ve hidayete aday müttakileri "namazı kılarlar" diye
değil, "namazı ikame ederler" diye tarif, vasf ve medh ediyor. Bunlardan
anlaşılır ki, bunun meâlinde "namaz kılarlar" tabiriyle yetinmek
doğru değildir. Burada kelimesinin "elif-lâm"ı ahd içindir ki durumu
ve sınırı bilinen "İslâm namazı" demektir. Ve bu durum yani namazın
nasıl kılınacağı, şartları ve rükünleri (namazın içindeki farzları), sünnet
ve edepleri, mekruhları ve namazı bozan şeyler ile sıfat ve durumu "Namaz
kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılınız." hadis-i şerifi gereğince,
Peygamber'den görülen fiilî, sözlü ve takrîrî olarak alınan sıfat ve niteliktir
ki, bu nitelik ve durum ta başlangıçtan beri müslümanlar arasında amel ile
kesin bir şekilde bilinir ve din kitaplarında yazılmıştır. Ve "yüsallûne"
buyurulmayıp da "ahid lâmı" ile "yükîmüne's-salâte" buyurulmasında
bu mânâ da açıktır. Yani "yükîmüne's-salâte", "dosdoğru namaz
kılarlar" demek değil; "namazı, dosdoğru kılarlar" demek olduğundan
gaflet edilmemelidir.
"Salât"
kelimesinin Arap dilinde iki kaynağı vardır. Birisi genel olarak dua mânâsıdır
ki, "Peygamber'e salât ve selâm" dediğimiz zaman özellikle bunu
anlarız. Diğeri (salv) maddesinden gelen "sallâ" fiilinin masdarıdır
ki, iki uyluğu hareket ettirmek demektir. Araplar bu mânâca "sallâ"
dedikleri zaman "iki uyluğunu hareket ettirdi" mânâsını anlarlar.
Aynı şekilde "at (veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa sola çarptı"
denilir. Salveyn uylukların başındaki iki tümsek kemiktir. "Sallâ"nın
bu hareket ettirme mânâsı tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve saygı
sırasında başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş
ve bu şekildeki selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına
"tekfîr" denirmiş. Buna göre "keffera'l-yahûdiyyü", "Yahudi
uyluklarını oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur. "Kâfire"
kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve "kâfire-teyn" tesniye
(ikileme)dir. Bu şekilde "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına "sallâ"
da rükû (namazda eğilme) ve secdelerde yapıldığı gibi, bizim "belini
eğmek" dediğimiz "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına kullanılırmış.
Demek ki Araplar, hem yahudilerin yaptığı reveranslı baş kıç selamlarını tanırlarmış,
hem de yerlere eğilerek "kandilli temennâ" usûllerini. İşte lügat
bakımından (biri kalp ve dil işi olan dua, diğeri de bir bedenî hareket işi
olan belli fiil) iki anlama gelen "salat" kelimesi, dinde Peygamberimizden
görülegeldiği üzere kalbe, dile ve bedene ait fiiller ve özel esaslardan oluşmuş
gayet intizamlı, kâmil (eksiksiz) bir ibadetin ismi olmuştur ki, necâset (pislikler)ten
temizlenme, hades (manevi pislikler)den temmizlenme, setr-i avret (avret yerlerinin
örtülmesi), vakit, niyyet, kıbleye dönmek adıyle altısı dışından başlayan
şart; iftitah (başlangıç) tekbiri, kıyam (ayakta durmak), kıraet (Kur'ân okumak),
rükû (eğilmek), sücûd (secdeler), teşehhüd miktarı (şehadet kelimesi getirecek
kadar bir zaman) kâde-i ahîre (son oturuş) adıyle içinde yapılan altı esas
olmak üzere en az on iki farzı; Fâtiha, zamm-ı sûre (Fâtiha'ya eklenen sûre),
tâdil-i erkân (namazın esaslarına hakkıyle uyma), kâde-i ûlâ (ilk oturuş)
ve diğerleri gibi bir takım vacipleri; bunlardan başka birçok sünnetleri,
müstehapları, edepleri, mekruhları ve müfsidâtı (namazı bozan şeyler) vardır.
Sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip ve diğer müekket
sünnet ve gayr-i müekket sünnet, nafileler olmak üzere çeşitleri ve kısımları
vardır ki, açıklaması fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle kılmak da Cuma'da
farz, diğerlerinde vacip veya müekked sünnettir. Ve burada "salât"dan
asıl maksat, farz olanlardır. "Salât" kelimesinin "lâm"
harfi ince de okunur, kalın da. Kalın okunmak itibariyle "vav"la
yazılır, Verş kırâetinde de kalın okunur.
O
müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler sadece iman ile ve yalnız namazı dosdoğru
kılmak gibi bedene ait ibadetlerle de kalmaz, mâlî (malla ilgili) ibadetlerde
de bulunurlar. Kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve hatta
manevî şeylerden az çok harç ve infak eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar.
idğâm ile 'dır, "mâ" kelimesinin Türkçemizde en güzel karşılığı
"nesne"dir. Fakat biz bu kelimeyi kaybetmek üzere bulunduğumuzdan
"şey" diyoruz. Gerçi "mâ" genelde veya çoğunlukla "şey"
mânâsına da kullanılabilirse de, asıl mânâsı "akılsız olan şey"
veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya "men" denilir. Ve bunun
için eskiden "mâ" nesne, "men" kimesne (kimse) diye ayırt
edilirdi.
"Rızık",
aslında Arapça'da "haz" ve "nasip" anlamında isim olup,
nasip etmek, rızıklandırmak mânâsında masdar dahi olur ki onun fiilidir. Ve
bu karine ile "mâ" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehl-i Sünnet'e
göre şer'î mânâsı da lügat mânâsının aynıdır ki, "Cenab-ı Allah'ın canlıya
zevk ve faydalanma nasip ettiği şey" diye tarif edilir. Şu halde mülk
olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanılmasından faydalanılan
mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri dahi
içine alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şarttır. Bu faydalanma,
dünyaya ve ahirete ait faydalanmadan daha geneldir.
Buna
göre dinî ve dünyevî bilfiil faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim
ve bilgi rızık değildirler. Bu şekilde birşey, çeşitli faydalanma şekillerine
göre farklı kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, gücünden, ilminden
faydalanmayanlar rızıklanmış değildirler.
"İnfak",
malın elden çıkarılması, harç ve sarfedilmesi demektir. Dinî bakımdan farz,
vacip, mendub kısımları vardır. Bu "infak" karinesiyle ya "rızık"
mala tahsis edilmek veya "infak" mecaz yoluyla maldan başkasına
da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan birincisidir, fakat ikincisi de
muhtemeldir. Şu halde âyetin bu kısmı, ilk bakışta zekat ve diğer sadakalar
bağışlar, yardımlar ve vakıf gibi, fakirlere, diğer çeşitli hayırlara, aileye
yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır ki, ilerde "Sana
(Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır,
ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız
hayrı, muhakkak, Allah bilir." (Bakara, 2/215) gibi âyetlerle açıklanacaktır.
İkincisi ilim öğretme ve diğerleri gibi manevî şeyleri de içermektedir. Bununla
beraber bunların hepsinin başında, İslâm'ın binasından biri olan zekat vardır.
Ve bunun için birçok tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin
zekat olduğunu açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi
bakımından, namazda olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse
de, infakın farz oluşu yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkîn-i müfessirîn
(araştırmacı tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak bu ortamda
zekatın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü İslâm binasının
ikincisi de zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzere "Zekat İslâm'ın
köprüsüdür.". İslâm'ın bir köprüsü, bir geçididir. Dinin, iman ile temeli
atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır
ki, zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü
dünya ve ahirette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki
"dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), ahiretteki "dâru's-selam"
(esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî
ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekat teşkil eder. Zira
"Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha,
1/5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk
ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygusu
ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum içinde günlük
azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur. Bir aç
ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi bir sevgi ve kardeşlik
duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin
hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların
gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekat ve fıtır
sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi
bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu
bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu
niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek,
Allah Teâlâ'nın bir halifesi (yani bir vekili) olmak rütbesini kazanacak ve
elindeki malın Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın
kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu
benim değil, senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teâlâ'nın
gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirilmiş bir
dağıtıcıyım." diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı
fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu
kadar açıklarını kapatacaktır. İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre
fıkıh usûlü ve fıkha ait kitaplarımızın zekat görüşü özet olarak budur. Bu
şekilde zekat, müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir
köprüdür. Namaz, hayat kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi'rac olduğu
gibi, zekat da o mi'racda alınan bir ilahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman,
bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekat vermek için helâl mal kazanıp zekat verecek
dereceye çıkmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine
iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye
dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek
ve tersi durumda aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan
İslâm toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların
o görkemli İslâm binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle
çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yükseklik ve
bu âyetlerle o müttakîlere verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki,
ilerde açıklanacak olan orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim
bir terbiye özelliği bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu âyette İslâm binasından,
imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz
kılınmıştır: Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada
bilhassa anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin çeşitliliğine
işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide
ayrılmıştır.
Biri
bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait ibadetlerdir. Hac gibi hem bedenî
ve hem de malî olan üçüncü bir kısım dahi bu iki değerin birleşmesidir. Şu
halde namaz, bütün bedenî ibadetlerin asıl temsilcisi; zekat da bütün malî
ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı)
ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri
gaybde; bütün amellerin esasları da namaz ve infak (Allah yolunda harcama)da
özetlenerek, İslam dininin ilmî, amelî, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır
ki, bunlar Fâtiha sûresinde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden
yardım dileriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd"
başlığında toplanmış idi.
4-Bundan
sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik)
meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve
o muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen ve edilmekte olan Kitap ve
şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil,
Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin
peygamberliğine ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile
mümkündür. Çünkü habere iman, haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara
tüm indirilenlerden birisi de peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün
müslüman müminler; bu âyet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler
hakkında indi deniliyor. Bununla beraber böyle olması iki âyetin birbirini
tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi
hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara
ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından
bir parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi
âyetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin
şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama
vardır. Nesih, amele ait hükümler itibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri Kur'ân
âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık
dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr
bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri
bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar
ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği
bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara
kadar hristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı
görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı.
Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri
Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla
Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında
Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer
milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler
olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe
ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye
ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya,
vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği
gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek
evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu
bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği
zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti
için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle
kıvranıp çabalamaktadırlar. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru
üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli
görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep
oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin
selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte
insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği
esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için "Ancak sana ibadet ederiz
ve ancak senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği
"yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya)
üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya
Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğine uymak için İslâm dinine ve
Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında
gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir
olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar,
Hakk'ı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre
kıymet verir.
İşte
İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle
göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya
çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve
kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî
sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti
de yalnız görünüşe has bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.
Gerçekten
"Ahirete ait kuvvetli bilgi sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır,
bu genişçe imana sahip olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi
ama, İsa değildi; Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve
İsa (a.s.) peygamber idiler, ama -hâşâ- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile
bizim değil, Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar,
fakat Kur'ân değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı
gören, kimine inanıp kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini
ve ona inen Kitap ve dini tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları,
bazı kanaatları bulunsa bile yakînleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi
her felsefede, her dinde bir ahiret fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz
birtakım emellerden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü meseleler ve ahiret yolunun
varlığının imkanı akıl ve kalp ile her zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde
aklî delil, varsayımlar ve kalbî temenniler yeterli değildir. O ancak Allah
tarafından gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek
gaybe dair haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin
sonuncusu olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman
etmiyenlerin, ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere
iman edenler bile son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe,
ahiret hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz;
hak vakıa (olgu)ya uygun olamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi
olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa
olsa sayılı birkaç gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar
da aynı sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına dünya ve
ahirette hayat ve saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya
nimetleri cinsinden midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî
olması meselesi, midir, değil midir? diye ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı
bir bilip, bütün peygamberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine
ve ona indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsî ve kişisel
olan o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e
ait tebliğlere imanla gider de, ahiret hakkında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi
elde ederler. Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak,
öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü toplanmak) hak,
sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mîzan (tartı) hak, sırat hak, sevap
hak, ıkâb (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin üstünde rıdvan-ı
ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de hak, Allah'ın
izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de ebedî. Bununla
beraber o ebedî cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete
gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler
de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu
fark ile ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dünyanın ilmî kanunları,
ahiretin bütün incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu
hakikatiyle bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları,
bize onun akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir gayb
âleminin bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın
gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah
bilir ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.
"Ahiret"
kelimesi esasen "âhir" kelimesinin müennesi (dişisi)dir ki, "son"
ve "sonraki" mânâsına sıfat iken şeriat dilinde "ahiret yurdu"
ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin neş'eti" tamlamalarının
hafifletilmişi olarak isim olmuştur. Karşıtı olan "dünya" kelimesi
de böyledir. "Ahiret", kâh "dünya" ve kâh "ûlâ"
(ilk) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Ahiret yurdu tam bir hayat, ebedi
hayattır. Tam hayatı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî kabul eder, kimisi
de duygusal ve cismanî (bedene ait). Fakat gerçeğini henüz bilmediğimiz hayatın
bizce kemali (olgunluğu), hem aklî ve hem hissî oluşundadır. Kur'ân'ın bize
bildirdiği ahiret hayatı ise "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz
ona inanırız, felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben, "ben"
dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve hayatı da bunda
biliyorum. Gayb âleminin bugünkü görünen âlemden sonsuz derecede geniş ve
mükemmel olduğunu bilyoruz ve her halde yarın için daha üstün bir hayatın
muhakkak olduğu kuşkusuzdur. Buna "acaba!" diyenler kalpleri kör
olanlardır. Maddemiz erir, genel maddeye karışır; kuvvetimiz dağılır, genel
kuvvete karışır, hepsi erir Hak Teâlâ'ya döner. Önce Allah'tan kendime geldim,
yine Allah'a gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir âleminde daha niçin kendime
gelemiyeyim? Niçin rahmetlerine eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak güzel sonuçlar
nasip etsin. Felsefenin, "olan yine olacaktır" diyen "ıttırat
= uyum, ritim" kanunu, "illiyyet = nedensellik" kanunu bile
bu kat'î bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizden rivayet olunuyor
ki şöyle buyurmuşlar: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın bütün halkını
(yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer. Şuna şaşılır
ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, her gün,
her gece ölüp dirilip dururken öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr
eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da yine aldatıcı
dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının bulaşık bir nutfe (sperme),
sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yine büyüklük taslar ve öğünür."
Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen açısından başlıca iki gerçeği gösterir.
Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş) deyimiyle, hem ahiretin gerçekliğine ve
hem devamlılık ve tekrar etme kanununa işarettir. İkincisi dış görünüşü ile
uyku uyanıklığı gösteren her gün, her gece ölüp dirilmek meselesidir ki hayatın
hakikatı ve ahiretin hakikatı açısından çok önemlidir. Biz her gün gıdaya,
uyuyup uyanmaya niçin muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları
her gün ve hatta her saat, her an devamlı bir şekilde ölüyor ve yerine yenisi
yaratılıyor ve bu yaratılış işi olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece
görünürde değil, gerçekten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün salgılarımız,
bedenimizin kısımlarının cenazeleridir. Demek ki hayat, ancak benzerlerin
yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? Benim
birliğim nedir? Bu da bir ıttırad (ritim) kanunu, benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür.
Bundan dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı, esasında benim ruhumun ve cismimin
sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve bâkî kılmasıdır. Ve işte ahiret
hayatı da böyledir.
"Îkân",
yakîn sahibi olmaktır. "Îkân", "istikân", "teyakkun",
"yakîn" hepsi bir mânâya gelir. "Yakîn", gerçeğe uygun
ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak
olan sabit ve kesin bir inanış demektir. Diğer bir deyişle "yakîn",
şek ve şüphe bulunmayan kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim, bozulması ihtimali
olmayan ilimdir. Bununla beraber "kalbin kararı" anlamına da "yakîn"
denildiği olur. "Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ilerde şüphe
edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümkün değil, bu böyledir." Bunun
üçüne de yakîn denilir fakat asıl "yakîn" ikinci ile üçüncüdür.
Yani
birinci tariftir. Allah'a ait ilme, "yakîn" denilmez. Bunun iki
sebebi vardır: Birincisi; Allah'ın isimleri ve sıfatları vahye dayanır. Kitap
ve Sünnet'te ise Allah'ın ilmine "yakîn" denildiği görülmemiştir.
İkincisi: "Yakîn" ve "îkân" şek ve şüphe edilebilen şeyler
hakkında kullanılır. Bunun için zorunlu bilgilere, yani apaçık olan şeylere,
gün gibi aşikar gerçeklere "yakîn" denilemiyeceğini söyleyenler
bile vardır. "Yakîn"de istenilen şey, gerçeklik ve şüphesizliktir.
Fakat bu olayın zaruri olması değil, ancak vâki olması şarttır. Şu halde görülenler,
tecrübe edilenler, tevatürle nakledilenler ve doğru istidlaller de yakîn (kesinlik)
ifade ederler. Bazı Batı filozoflarının iddia ettikleri gibi "yakîn"
yalnız zarurî ve huzurî ilim demek değildir. Yakînin dereceleri vardır. Mesela
matematik bilgileri, mantık bilimine ait sonuçlar yakînî ve zarurî olduğu
gibi, normal ve tecrübeye dayanan ilimler, tabiat ilimleri yanında Kimya ve
Fizik ilimleri zarurî olmayarak yakînîdirler. Ancak bunların tecrübe edilmiş
olaylarından yanlış istidlaller ile sonuç çıkarılan özel görüş ve varsayımların
hepsi yakînî değildir. Aynı şekilde Hayat Bilgisi, Tıb ve benzerleri henüz
yakînî değildir. Bu sebeplerden dolayı uçakları yaparız, fakat bir çimeni,
bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba
mümkün değil midir? Mümkün olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah Teâlâ onları öncelikle
ve bizzat ve sonra maddeleri, tohumları aracılığıyla yarattığı gibi, bizim
elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair
örnekler de gösterdiğini Kur'ân haber veriyor. "Benim iznimle çamurdan
kuş şeklinde bir şey yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu."
(Maide, 5/110). Bunun için ilimler ve tabiat ilimleri, bizim, Allah'ın kudreti
hakkındaki kesin inanışımızı ve imkanın kendisi hususundaki imanımızın genişliğini
yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller kabul edilmek gerekir.
Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve geliştirmeliyiz. Fakat onlara
inanırken, hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik, dünya ve ahireti bitirdik
zannetmemeliyiz. Normal yakînlere, zarurî yakînleri feda etmemeliyiz. Biz
var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teâlâ ve O'nun ilim ve kudreti daha önce
var. Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb âlemi de tabiatıyle vardır.
Bugün olmayanlar, yarın olur. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde
kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak
hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve
en temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin iman dairemiz daralmasın; ilim
ve fenni boğmayalım; imkan sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkansız demiyelim;
hayır yerine şerre koşmayalım; imkânsız zannettiklerimizin imkanını, hatta
ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar
mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah'ın izniyle yapılır. Göklere
çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır. Kabirde
soru sorulur mu? Allah'ın
izniyle sorulur. Ölen
dirilir mi? Allah'ın
izniyle dirilir. Fakat
"İki kere iki, tek olur mu?" Olmaz. Bir şeyin parçası kendisinden
büyük olur mu? Olmaz.
İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud olabilir
mi? Olamaz. O, Allah'ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur,
yine kuldur. Bütün imkanlar, Allah'ın kudretindedir. Ve istikbal (gelecek)
dediğimiz zaman sonsuzdur ve o sonsuzda bizim nice başımıza gelecekler ve
sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.) bize mutlak
olan bu tam imanı, bu tevhid inancını ve buna göre güzel işler işlemeyi öğretmek
için gönderilmiştir. Ona iman edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman
yakîn (tam iman)e sahip olurlar.
5-
kelimesi "işaret ismi" çoğul, "zâ"nın çoğulu, " "
hitap harfidir ki " " gibi önce Peygamber'e has hitap, ikinci olarak
genel hitap olabilir. Meâli: "Sana söylerim bunlar, o gördüklerin, o
vasıflarını işittiklerin" demektir. Yani, ya Muhammed! Böyle kalbe ait
olan ve sadece görünene bağlanmayıp aklın anlayabileceklerine dahi topluca
iman ve tasdik ettiği bedenî ve malî ibadetleri yerine getirmekle, duyma yolundan
başka imkan olmayan hususlara da genişçe, detaylarıyle iman etmek ve edebilmek
kabiliyet ve üstünlüklerini toplayan o müttakîleri işittin ya, işte bunlar
kendilerinin Rabbi tarafından,
Ve
işte herkesin fikrinde ve zikrinde "müflihûn müflihûn" diye duyup
andıkları ve fakat tayin edemedikleri bahtiyarlar, ciddi ve ebedî olarak kurtuluşu
bulanlar, bulacak olanlar, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın
ebedî nimetlerine erecekleri kat'î olanlar, ancak bunlar, bu hidayet üzere
bulunanlardır. Allah Peygamber tanımıyanlar değil, yalnız önceki peygamberlere
iman etmiş olanlar da değildir. İman edip beden ile ve mal ile ibadet ve güzel
işler yapmayanların halleri de tehlikeden uzak değildir. Bunların kurtuluşları
mümkün olsa bile tam ve kâmil değildir. Madem ki, imanları vardır, ilahî rahmet
ile kurtuluşları kâbil ise de olağanüstü kabilindendir, Allah'ın sünneti değildir.
Bununla beraber onlar hakkında imansızlar gibi sonsuz ümitsizlik de caiz olmaz.
Zira Allah katında imanın zerresi de kaybolmaz.
"Müflih",
"iflah"dan "felah bulan, kurtulan" demektir. "Felah"
aslında "felâhat" gibi "yarmak" mânâsıyle ilgilidir ki,
önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek yani zafer bulmaktır.
Müminler de dünya ve tabiat ve şehvet engellerini yarıp, gaybda gizlenen dileklerine
eren ve ahirette sonsuz kurtuluşa erenler olacaktır. Arap dilinde böyle haber
"elif lâm" ile "belirli" olursa "tahsis" ifade
eder. Burada "hüm = onlar" zamir-i fasıl (ayırma zamiri) denilen
bir kelimedir ki, haber ile mübtedâ arasını sıfattan ayırır. Mühim bir hüküm
bağlayıcısıdır. Bundan da bir kasır (tahsis) anlaşılır. Açıkladığımız mânâ
bu tahsislerle tarifin mânâsıdır. Benzerlerinde uygulansın. Bu gibi tariflerde
iki çeşit anlam düşünülür. Birisi: Öteden beri "müflihûn" vasfıyla
şöhret bulmuş birtakım belirsiz kişiler vardır, bunları duyarsınız, fakat
tayin edemezsiniz. Eğer duydunuzsa, işte bunlar ancak o müttakilerdir. İkincisi:
Eğer duymadınızsa, bu kavramı iyi tasavvur ediniz ve gerçeğini araştırınız
ve araştırdığınız zaman biliniz ki bunlar ancak onlardır, demek olur. 'nin
tekrarı, hidayet ile felahın ayrı ayrı birer haslet olduklarına işarettir.
Aradaki atf (bağlaman)ın "vav" ile yapılması da hidayet ile felahın
anlayış ve maksat bakımından ayrılıklarına işarettir diyorlar. Bununla beraber
birinci o imanları yapan müttakilere, ikinci de sınırlamasından sonra onlara
dönmüş olması ve bundan dolayı mânâ bakımından tekrar bulunmaması daha uygundur.
Görülüyor ki, hidayetin müttakilere tahsisi yoktur ve fakat felahın hidayettekilere
tahsisi vardır ve bu nokta mühimdir. Düşün. Sonra felâhın hidayete, hidayetin
takva (Allah'dan çok korkma)ya ait olması da illiyet (nedensellik) yoluyla
değil, âdet yoluyla sürdüğüne ve gerçekten hükmünü yürüten Allah Teâlâ'nın
lütuf ve rahmeti olduğuna işaret için arada harfi gibi sebeb ifade eden bir
harf geçmemiştir.
Kur'ân
işte derece derece bu müttakilere hidayettir. Acaba burada niçin "hüden
li'n-nâs = insanlar için" denilmedi de "hüden li'l-müttakin = müttakiler
için" denildi? diyeceksin. Çünkü:
Meâl-i
Şerifi
6-
Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir.
Onlar inanmazlar.
7-
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde
bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır.
6-TAHLİL
VE MÜNASEBETLER: Arab dilinde, dilimizde karşılığı bulunamayan bazı harfler
vardır ki de bunlardandır. Bu harf, fiile benzeyen altı harften biri olup,
yerine göre "elbette", "her halde", şüphesiz", "lâ
cerem =besbelli, muhakkak" gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te'kîd (pekiştirme)
mânâsı ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre Arab'ın ilk filozofu sayılan
Kindî, dil imamlarından İmam Müberred'e gitmiş ve: "Ben Arap kelamında
bir gereksiz söz buluyorum. Mesela "Abdullah ayaktadır" diyor, sonra
"Muhakkak Abdullah ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak Abdullah,
gerçekten ayaktadır" diyor. "Bunların hepsi mânâ bakımından bir,
arada fazla kelimeler var." demiş. Müberred: "Hayır" demiş,
"Lüzumsuz söz yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir. Birincisi doğrudan
doğruya ayakta durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü
de bir inkârcının inkârına cevap oluyor." diye açıklama yaparak, dildeki
incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir harf
bize bir nazım altındaki mânâların inceliklerini anlatmayı ve bundan gafil
olanların düşünceye ait yargılamalarda uygunsuz durumlara düşeceklerini ne
güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir Cürcânî der ki: "Gerçekten te'kit
(pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın kanaatının zıddına değilse "
"ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin kanaatının tersine bir haber verildiği
zaman ona ihtiyaç vardır. Ve
haber ne kadar uzak görülürse, nin güzelliği o kadar artar..." İşte
bu âyette de böyledir. Burada öncelikle "hüden lîl müttekîn" sınırlamasına
karşı akla gelen bir soruya isti'nâfen (başlangıçta) bir cevap vardır. İkinci
olarak bu âyette açıklanacak olan haberin mânâsı uzak görülebileceğinden,
onu te'kit ve pekiştirme vardır. Buna göre bu âyetin "hüden lîl-müttekîn"
kısmı ile çok kuvvetli bir tezat ilgisi ve karşılaşması vardır. Ve bu şekilde
bu iki âyet öncelerin karşılığı olan bir sınıflandırma ifade eder.
"Küfür",
"kâf"ın ötrüsü ile lügatta "küfrân" gibi nimeti örtmek,
yani nankörlüktür. Bunun aslı da "kâf"ın üstünü ile "kefir"dir
ki, mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır ki, tohum eken ziraatçiye,
aynı şekilde geceye "kâfir"; meyve tomurcuğuna "kâfur",
kalça etlerine "kâfire" denilmiştir. Şu halde üstün ile "kefr",
mutlak örtmek genel; ötrü ile "küfr", nimeti örtmek özeldir. Dinde
küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından
olduğu halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi,
zorlama ve engel bulunmadığı zaman ikrarın terkini de içine alır. İmandaki
tasdik gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî
olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama
da öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı açığa
vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu
edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife
almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız
kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve
ilan edilen küfre küfür denmemek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya
fiilî "Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil."
(Nahl, 16/37) şer'î istisnayı bildiren bu âyet gereğince zarurî bir zorlamaya
dayanmış olsun. Fiilî tekzib, iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili
yapmaktır. Ancak fiilî yalanlama ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır.
Mesela namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür
değilse bile, haça tapmak küfür olur. Bu bakış açısından amelin terkinin,
fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan küfrü gerektiren bir durum
olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade
eden, aynı şekilde Mushaf'ı çirkefe atmak, güneşe secde etmek, zünnar bağlamak,
küfür neşretmek, günahı ve haramı helal, helalı da haram saymak... gibi bizzat
küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri
-bir zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. Biz,
yukarda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini
söylemiyoruz. Fakat bu mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat
edilecek bir nokta vardır ki o düşünülürse, Hâricîler ve Mu'tezile bir yana
bırakılmak şartıyle, gerçekten yine fikir ayrılığı bulunmadığı ortaya çıkar.
Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz'î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen)
terk. Yani biri terk, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Mesela bazan
namaz kılmayan ile, namazı terketmeyi alışkanlık haline getiren arasında büyük
fark vardır.
Namaza
imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -insanlık hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin
bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz'î terk küfür olmayabilir. Fakat
amelleri terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe
hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman)
olduklarına, Allah'a, Peygamber'e ve peygamberlere, Kur'ân'a ve ahirete, farz
olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid
tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de
onlardan birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek
şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak
da küfürdür. İman,
bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr
ile vâki olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile küfür sade zıt değil,
birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki
menzil arasında bir menzil (menzile beyne'l-menzileteyn) yoktur. Bir insan
ya kâfirdir, ya mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir.
İman ile küfür iki görüş açısından düşünülür. Birisi insanın yalnız Allah
Teâlâ'ya karşı vaziyeti. Diğeri de müminlere karşı vaziyetidir. Birincisinde
mümin, yalnız Allah Teâlâ'nın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre
kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur.
İkincisinde insanların ilmi ve onlara kendini ve ne şekilde tanıttığını ve
ne gibi muamele yaptığını ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye
tabi tutulması gerektiğini düşünerek, imanını ve kendini ona göre kontrol
ve teftiş eder. Çünkü İslâm imanının, bir Allah'ın hakları, bir de kulların
hakları yönü; bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır. "Allah'a, Peygamber'e
kalbimde imanım var." deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak
İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.
Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek mânâsında da âdet olmuştur ki,
bu Arapça'da yoktur. Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın
olan bu mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana
sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken,
biraz genişletilmiştir. Bunun için "küfretmek" tabiriyle, "kâfir
olmak" tabiri arasında bir fark sezilir.
"İnzar"
korkulu bir şeyden sakındırmak için bildirmek, yani "ilerde şu fenalık
var, sakın!" diye doğru yolu göstermek.
"Hatm",
"tab" gibi basmak mânâsınadır. Ve
"ketm" ile de ilgilidir. " " ile geçişli kılındığı zaman
üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine
mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi.
Bir de bir şeyi sona erdirmek anlamına gelir. Fakat
bunda gibi bizzat geçişli olur. Şu
halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.
"Kalp",
yürek ve gönül mânâlarına gelir, yani "kalp" iki mânâya kullanılır.
Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir çeşit çam
kozalağı şekline benzer bir durumda (sanavberiyyüşşekil) ve bedendeki etlerin
hiç birine benzemiyen, hem sinir ve hem kas dokularının esaslarını toplayan
belli bir et parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların köküdür. İçinde
karıncıkları ve kulakcıkları vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi
kendine hareket eden odur. Ruha
ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine açılıp kapanan
bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna borçludur. Ve bununla beraber bu hareketin
solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve paralelliği vardır. Bu kalp,
beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu bedeni ve
yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek tabir ederiz. Nitekim mideye
de kursak deriz, "kursak aşını, yastık başını ister". İkincisi,
ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin,
düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezi bulunan, yeri
belli olmayan kalptir ki, "insan ruhu" da denilir. İnsanın asıl
gerçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı;
konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz
öncelikle bundadır. Bunun
için anlayan "ben", anlaşılan "ben"in içindedir. Ben ruhuma,
cismime, aklıma, irademe bundan geçerim. Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi
bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi
şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine "kalp" deriz.
Yukarda "gönül" denildiğini de söylemiştik. Çünkü "gönlümden
geçti", "kalbimden geçti", "zihnimden geçti", "aklımdan
geçti" dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber
kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela "kalbin çürük"
deriz de, aynı mânâda "gönlün çürük" demeyiz. Bazan yürek kelimesini
de bu mânâda kullandığımız olur ki, "yürekli adam", şecaatli ve
kuvvetli kalbe sahip adam demektir. Şüphesiz mekansız olan bu ruhanî kalbin
bütün beden ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve filozoflar
bu ilginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi noktasıyla
ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim olan kalbe
midir? Akıla mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara mıdır? Yoksa
kalp ve şuur, damarlar, sinirler, kaslar ve uzuvlariyle bedenin tek suretine
midir? Sonra bu ilgi, fizikî özelliklerin cisimlere, vasıfların vasıf sahiplerine
ilgisi gibi midir? Bir aleti kullananın, alete ilgisi gibi midir? Bir
yerde oturanın, o yere ilgisi gibi midir? Her ikisini içine alarak bir kaptanın
gemiyle ilgisi, bir devlet başkanının memleketiyle ilgisi gibi midir? Özetle
madde ile kuvvetin ilgisi nedir? Ve sonra maddî kuvvetle, manevi kuvvetin
ilgisi nedir? Bunlar, felsefecileri, psikoloji ilmiyle uğraşanları yoran,
hayretler içinde boğan noktalardır. Ancak önceden olsun, sonradan olsun, önceden
ve bizzat olsun, ikinci ve vasıtalı olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet
cihetinden olsun, her halde bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu
açıktır. Hissî etkenlerde hareketin önemi büyük olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin
harekete dönmesi çağımız fenninin en büyük eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde,
dışa ait hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz,
açık duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber bunların cereyanının,
bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî hareketin
bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan başladığı ve bunun hastalığı
durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de açıkça görüldüğü
yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını birleştirmiş olmak için, ruhanî
kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem tabiî, hem de -hemen
her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim ile anılagelmiş bulunmasından
anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun olduğunda şüphe yoktur. Bu durumu
kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların, her iki ismin biri diğerinden
teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla alınmış olmasını, yani bedende cisim
olan kalbin yeri ne ise, ruhta da ruhanî kalbin yeri o gibi olduğunu düşünebilirler.
Akıl ile kalbin ilgisini de akıl kelimesine bırakalım. Kur'ân'da, Kur'ân ilimlerinde,
din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ kastedilir.
"Temiz kalpli adam", "kör kalpli adam", "kalbi bozuk",
"kalpsiz" gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten
de onu anlıyacağız ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın
büyük önemi vardır. Her şeyi bu kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının
şeklinden habersiz olanlar, bunu düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan,
göz önündeki cisimlere tapmaktan ileri geçemezler . Mühürlü kalpler işte onlardır.
"Ğışâve"
perde demektir.
7-TEFSİR
VE TE'VİL: Şüphesiz ki küfürleri tam ortaya çıkmış olanlar kendilerini ha
(Allah'ın azabından) korkutmuşsun, ha korkutmamışsın onlar için aynıdır. iman
etmezler. Fakat
bu inzâr (korkutma) ve adem-i inzâr (korkutmama) senin için aynı değildir,
"senin için eşit" değil, "onlar için eşit" dir. Zira sen
görevini yapmış ve Allah'ın delilini göstermiş ve açıklamış olursun, sevap
senin, günah onların olur. O eşitliğin, iman etmediklerinin sebebine gelince:
Çünkü yüce şân sahibi Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Gerçeği kendiliklerinden sezip, düşünüp bulmaya, olmadığı halde dinleyip işitmeye,
güzel kabul göstermeye kabiliyet (yetenek)leri kalmamıştır. Aslî kalp vardır
fakat ilk yaratılıştaki sağlamlıklarını yitirmişler, kötü alışkanlıklarıyla
onu örten ikinci bir alışkanlık kazanmışlardır. Bu kazancı da Allah Teâlâ
yerine getirmiştir. Artık onlar kendiliklerinden; kendi istek ve arzularından,
şahsî ve nefsî gayelerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Gerçeği anlamak
için yaratılmış olan o kalplerin bütün faaliyet ve yetenekleri nefse ait arzularla
boğulmuş, isterse gelecekteki menfaatleri adına olsun, kendilerinden şimdiki
isteklerinden başka gayba ait gerçeklere karşı inat ile kaplanmışlar, onlar
"Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?"
(Fâtır, 35/37) âyeti gereğince Allah Teâlâ'nın verdiği düşünme devresini tamamlamışlar
ve artık küfür, onların tam ortaya çıkmış kazançları, huyları ve ikinci yaratılışları
olmuştur. Onlar ne hakikatı, kalp gibi nefse ait delilleri, ne de Kur'ân gibi
daima açık manevî ve aklî bir mucizeyi düşünürler ve hatta ne dinlerler, ne
dinlemek isterler, bilmek işlerine gelmez, bilseler de kabul etmezler. Bunlardan
başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır... Görülen âlemde, âlemin şekli,
madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların durumu, anatomi gibi gözle görülebilen
doğru delilleri, bakmak isteseler bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir.
Onları gaflet, şehvetler, kötülükler, bencillik perdesi bürümüştür. Mesela
her gün gökyüzüne bakar, o gönülün hoşlandığı manzarayı görür de, şu yerdeki,
şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük göz bebeğine uyan bir anlık ışık ile
dışardan o kadar uzak ve geniş uzaklık ve mesafe içindeki büyük dış manzaranın
nasıl ve ne ile anlaşıldığını görmez ve düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar
da, dışındaki ekmeği nasıl idrak ettiğini ve ona nasıl ve ne sayede isabet
ve uyum sağlayabildiğini düşünmez ve görmez... Böylece onlar, gerçeği anlamak
için şart olan kalp ve akıl, sağlam duyular, haberi duyma denilen üç ilim
sebebinin üçünden de mahrum bir haldedirler.
Görülüyor
ki âyette "kulûb (kalbler) ile "ebsâr" (gözler) çoğul ve aradaki
"sem" (kulak) ise müfred (tekil) olarak getirilmiştir. Bunun hakkında
çeşitli görüşler söylenmiştir. Fakat bizim anladığımıza göre bunun sebebi,
imanda kalbe ait âyetler ve cihana ait âyetler, düşünce ve görmeye ait yolların
çeşitli ve çok olmasıyle beraber, dinde duyma yolunun, naklî delilin bir,
yani "nübüvvet merkezi" olduğuna işarettir. Şurasının hatırlatılması
gerekir ki, Arapça'da "üzün" (kulak) ile "sem' ve sâmia' ",
"ayn" ile "basar" ve "basîre" pek güzel grup
laştırılmış ve ayırt edilmişlerdir. Fakat Türkçemizde hem "üzün"e,
hem "sâmia"ya sadece kulak dediğimiz gibi, "ayn" ile "basar"ı
ayırmıyarak, ikisine de "göz" deriz. Halbuki cisim olan kulak işitende
ve sağırda, cisim olan göz bakar körde de vardır. Burada ruh ve cisim tahliline
ihtiyaç vardır. Ve bu eksikliği dilimizde Arapça ile tamamlamaya mecbur olmuşuzdur.
Kalp
nasıl mühürlenir? Malum ya üzeri mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi
şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve
kapları gibidir. Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir
kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki
ve şimdiki gaybla ilgili haberler, kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir.
Şu halde kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi,
kapının mühürlenmesine benzer. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde şu
meâlde buyurmuştur ki: "Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah
nokta yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar
ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra
arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar ki
Mutaffifîn sûresinde "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin
üzerine pas tutmuştur." (Mutaffifîn, 83/14) âyetindeki "rayn"
da budur." Bu hadis gösteriyor ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir
kılıf gibi kaplar. İşte o zaman bu âyetinde buyurulduğu gibi Allah tarafından
mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tabedilir. Başlangıçta
âharlı parlak bir yazı kağıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün olan bir
mürekkep gibiyken, bundan sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir
deyişle, alışkanlıkla bir ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman
ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare. Bu mühürleme ve baskının
kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Şu halde burada hatm (mühürleme)in
Allah'a isnadı, aklî mecaz değil, Ehl-i sünnet'in anladığı gibi hakikattir
ve cebir (zorlama) yoktur. Bu hadis ve âyet ahlâkta alışkanlık meselesini
ne güzel açıklar. Ahlâkın ve dinin kıymeti, devam ve alışkanlıkta olduğunu
ne güzel anlatır. Bu nokta terbiye meselesinin sırrıdır. Dinî bakımdan bir
günahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın,
haramı helal saymanın küfür olması da bununla ilgilidir. İman meselesinde
kâfirler için bu alışkanlığın sonucu, bu ikinci huy, bu sağlam meleke ne ise,
amel konusunda müminler için de böyledir.
İyiliklere
âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir
ikinci huy olur. Hayatın akışı bu alışkanlığın kazanılması demektir. İlk yaratılışta
beşer iradesinin ilgisi yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir.
Bununla beraber bunun üzerine sonuç olarak yaratma yine Allah'ındır. Şu halde
bu meselelerde ilk yaratılış gibi zorlama yoktur. Aynı zamanda insanın yaratıcılığı
da yoktur, yalnız kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır, diğer
taraftan yaratılacağı kazanır, onun kalbi, Allah'ın yaratığı ve halkının (yaratmasının)
güzergahıdır. İnsan asıl değil, vekildir. Allah Teâlâ onlara başlangıçta kalp
vermeseydi veyahut kendiliğinden mühürlü olarak verseydi, o zaman zorlama
olurdu. Halbuki âyet öyle demiyor. Şu halde bazı Avrupalıların yaptığı gibi
bu âyetlerle cebir (zorlama) isnadına kalkışmak, âyeti anlamamaktır. Yalnız
Allah Teâlâ bu gibi kâfirlerin iman etmiyeceklerini bildiği halde yine iman
ile sorumlu tutmuştur. Halbuki Allah'ın ilminin tersine bir şey olmayacağından
dolayı, "bu iman, üstesinden gelinemiyecek bir iman değil midir?"
sorusu sorulmuştur. Fakat bunu da şöyle anlamak gerekir: Bu teklif ilk yaratılışa
göre güç yetmiyecek değildir ve onun için yapılmıştır. Gerçi ikinci huya göre
güç yetmezdir. Fakat onun için yapılmamış, sadece bilinmiştir.
Kur'ân'ın
hikmeti ve İslâmî esaslara göre ilimde zorlama fiili yoktur. Bundan, "aklî
zaruret yoktur" diye de bahsederler. Cebir (zorlama) ve icâb (gerekli
kılma), iradenin ve yaratmanın eseridir. Allah'ın, önden veya sondan bir şeyi
bilmesi, onu yapması ve yaptırması demek değildir. Ne bilen yapmaya mecburdur,
ne de bilinen yapılmaya mecburdur. İsteğin fiile çıkması bile kudret (güç)e,
güçle beraber bir de yaratmaya bağlıdır. Bunun içindir ki biz, kendimizde
iradeye bağlanmayan ilimler ve hatta güç bulunduğu halde bile fiile çıkmamış
nice iradeler buluruz. Bütün bunlar bize gösterir ki bilmek, istemek, güç,
yaratma bir grup sıfatlardır. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın bilmiş olması
da zorla yaptırmış olması demek değildir. Ve Allah Teâlâ mühürü, ikinci huyu
kulun istemesinden ve bahsettiği gücünden sonra yaratmıştır ve anılan teklif
nihayet geçici ve değişken bir şekilde güç yetmez olmuştur. Bu ise hem mümkün
ve hem olagelendir. Ve öyle olması yakışır. Özetle kader, zorlama değildir.
Bunlar, Allah bildiği için kâfir olmamış, kâfir olduklarından ve olacaklarından
dolayı Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Yanılmayanın takdirinin mânâsı
düşünülürse, bu pek kolay anlaşılır.
Bunlar
için kurtuluş da yok, büyük bir azab vardır. Çünkü bunlarda, yukarda anlatılan
iman ve ahirete şeksiz inanma yoktur. Allah, Allah'ın kitabı, peygamber, ahiret
denildikçe o mühürlü kalpler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar,
o perdeli gözler deprenir etrafa yalpa vurur.
Öldükten
sonra da cehennem azabını boylarlar. Bunun genişçe açıklamasını da ilerde
görürsünüz.
NÜZUL
(İNİŞ) SEBEBİ: İbn Abbas hazretlerinden birkaç yol ile elde edilen rivayetin
özeti meâlen şudur: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bütün insanların iman etmesini
ve Allah'ın doğru yoluna uymalarını çok arzu ederdi. Medine'ye şeref vermelerinden
sonra da etrafındaki yahudi ve yahudi reisleri bile bile çıfıtlık ediyorlar,
inkâr ve olumsuzlukta ileri gidiyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Allah, bir
taraftan ilk anışta, ilm-i ezelî (ezelî bilgi)de herkesin iman ve saadetinin
karara bağlanmış olmadığını, bazı kalplerin takdir edilmiş olan iman kâbiliyeti
devresinden istifade edemiyerek kapanacağı da Allah katında takdir ile bilinmiş
bulunduğunu ve ilâhî ilmin şaşmayacağını haber vermiş, bildirmiş ve teselli
eylemiş; bir taraftan da onları azarlamış ve tekdir etmiştir. Ve bu şekilde
Bakara sûresinin başından yüz âyetin, yahudi haberleri ile, Evs ve Hazrec
kabilesinin münafıklarından birtakım kimseler hakkında indiği ve İbnü Abbas
(r.a.) hazretlerinin bunları isimleriyle , şahıslariyle, nesebleriyle naklettiği
rivayet olunmuştur. Rabî' b. Enes'den vâki olan rivayette de bu iki âyetin
nüzulü "toplulukların önderleri" ve özellikle Bedir harbinde öldürülenler
ile ilgili olduğu söylenmiştir. Gerçi nüzul sebebinin özelliği, hükmün genelliğine
engel değilse de, bu âyetteki "küfredenler"den genel kapsamı ile
mutlaka kâfirler kastedilmediği de görünen deliller ve diğer karineler ile
bilinmektedir. Bu cümleden olarak bundan önce âyetlerinde her türlü şirk ve
küfürden imânâ geçenler de dahil bulunuyordu. Ve bunların iniş sebepleri de
onlar olmuştu. Buna göre başlangıçta kâfirler iki kısımdır. Bir kısmı kalpleri
mühürlenmiş olanlardır, bunlar iman etmezler. Diğer kısmı ise henüz öyle değildirler.
Sonra müslüman olurlar ve hatta ümmetin seçkinlerinden ve etkıyâ (Allah'tan
son derece korkanlar)dan olurlar. Şu halde sözün gelişi ve öncesi karinesi
ile doğruya uygunluğundan tahsis edilmiş, fakat yalnız nüzul sebeplerine mahsus
zannedilmemelidir. Meâl bakımından mukayyed kuvvetindedir. Bunun için yukarda
yalnız küfredenler, "bir defa küfretmiş bulunanlar" diye değil,
"küfürleri ortaya çıkıp yerleşmiş olanlar" diye açıklama yapılmıştır.
Böyle kâfirler yine olabilir.
Buraya
kadar iki zıt olan düşünce halindeki veya gerçekteki iman ile küfre göre insanlar,
aralarında vasıta bulunmayan iki karşıt kısma ayrılmıştır. Bundan sonra da
ikinci taksimde kâfirlerin en zararlı cinsi olan ve küfür ile iman arasında
dolaşır gibi görünen münafıklar vasıflandırılacaktır ki, öncekilere "inatçı
kâfirler", bunlara da ilmen veya amelen "şüpheci kâfirler"
diyebiliriz.
Bunlar
ayrı bir kıssa ile kâfirlerin kıssasına bağlı olarak açıklanıyor. Fakat mü'minler
hakkında dört âyet; sözleri ve fiilleri bir olan belli kâfirler hakkında ancak
iki âyet indirildiği halde, sözleri fiillerine benzemiyen bu münafıklar hakkında
on üç âyet indirilmiş ve bu şekilde kâfirler sınıfının âyetleri on beşe ulaşmıştır.
Ve bütün bunlar, ilk önce Allah'ın Resulünü, ikinci olarak da mü'minleri irşad
içindir.
Meâl-i
Şerifi
8-
İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret
gününe inandık." derler.
9-
Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini aldatırlar
da farkına varmazlar.
10-
Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan
söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.
11-
Hem onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın." denildiğinde: "Biz
ancak ıslah edicileriz." derler.
12-
İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.
13-
Onlara: "İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın." denilince,
"Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" derler. İyi
bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.
14-
Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: "İnandık" derler. Fakat
şeytanlarıyle yalnız kaldıkları zaman: "Biz, sizinle beraberiz, biz sadece
(onlarla) alay ediyoruz." derler.
15-
(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına
mühlet verir.
16-
İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar
da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar. 17- Onların durumu,
bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah
onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı,
artık görmezler.
18-
(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.
19-
Yahut (onların durumu), gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi
ve şimşek(ler) bulunan bir yağmur(a tutulmuşun hali) gibidir. Yıldırımlardan
ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, inkârcıları
tamamen kuşatmıştır.
20-
O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu) kapıverecek. Önlerini aydınlattımı
ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktümü de dikilip kalırlar. Allah
dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her
şeye kâdirdir.
8-NÜZUL
SEBEBİ: Bu âyetlerin Medine ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş
olmasında fikir birliği vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec
kabilelerine mensup bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları
Abdullah b. Übeyy b. Selûl'dür. Peygamberimizin ensarı (yardımcıları, dostları)
olan Evs ve Hazrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı
unsuru idiler ki, ikisine birden "ma'şeri Hazrec" (Hazrec topluluğu)
de denilirdi. Bunlardan başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî
Kaynuka gibi yahudi kabileleri vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu.
Büyük bir peygamberin gelmek üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında söyleniyor
ve Medine halkı arasına yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın "bana benzer
peygamber" dediği peygamberi, o peygamberi Arapça "en-Nebî, er-Resul"
ismiyle bekliyorlardı. Ve tahminlere göre bunun zamanı geldiğini seziyorlardı.
Fakat bunu kendilerinden bekliyorlardı. O sırada Abdullah b. Übeyy de kendini
Evs ve Hazrec içinde Yesrib krallığına aday gibi görüyordu. İçerde ve dışarda
bu durumlardan, Allah Teâlâ'nın hikmetiyle en önce uyanan Evs ve Hazrec oldu.
Hac mevsiminde Mekke'ye gidip "ilk akabe"de on iki, ertesi sene
"ikinci akabe"de yetmiş kişi Hz. Peygamber'e biat ettiler, onun
"ensar"ı (yardımcıları) olmaya başladılar, Allah'a ortak koşmaktan
kurtulup gaybe iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i görmeden iman
ettiler. En sonra da Peygamber Efendimiz hicret ettiler. Yesrib "dâru'l-hicre
= hicret yurdu" oldu ve Medine (yani şehir) ismini aldı. Peygamberimiz'in
buraya yerleşmesinden sonra İslâm kelimesi çabucak halk arasında yayıldı.
Müslümanlık ve müslümanlar çoğaldı, puta tapıcılara ve müşriklere karşı ezici
bir çoğunluk oluştu. Bununla birlikte Evs ve Hazrec kabileleri içinde iman
etmeyen bir azınlık da vardı. Yahudiler "kitap ehli" iseler de,
tersine çoğunluğu çekememezlik sebebiyle inkârcılıkta inat etmiş ve bununla
birlikte en büyük âlimlerden Abdullah b. Selâm hazretleri gibi bazı zatlar
da âyetindeki öğülmelere mazhar olarak ezelî imanlarını açıklamışlardı. İman
etmeyen ve "Muhakkak ki inkâr edenler" âyetinin nüzul sebebi olan
yahudi âlimleri gizli gizli "gizli örgütler" rolü oynuyordu. Bunlar,
Peygamber'e ve müslümanlara düşmanlık etmek için öbürlerinden iman etmeyen
azınlık ile gizlice ittifak ederek İslam ortamında onlardan zâhiren iman etmiş
görünen bir münafıklar zümresi oluşturmuşlardı ki, bunların başkanları Abdullah
b. Übeyy b. Selûl idi. Allah'ın bildirmesi ile Peygamberimiz onları tanıyordu
ve ashabından seçkin olanlara da bildiriyordu. Bu sebeple bunların adları
ve nesebleri bile rivayet olunmuştur ki, tefsirde anılmaları lüzumsuzdur.
Bu münafıklar, müslümanların ibadetlerine ve bütün dinî hususlarına görünüşte
ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı.
Dikkate değer ki bunlar, dıştan küfrü gerektiren bir şeyi göstermemeye çalışırlar
ve yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı -Allah Teâlâ'nın hikmetiyle-
İslâm toplumundan çıkarılmazlardı. İşte açıkça bilinen kâfirlerden daha çok
bu gibilere karşı İslâmî emniyeti muhafaza etmek, peygamberlik görevinde ve
İslâm'da pek önemli bir mesele olduğundan Cenab-ı Allah bunlar sebebiyle yukardaki
on üç âyeti indirerek durumlarını bildirmiştir. "Nâs" kelimesi,
"insan"ın çoğuludur, aslı "ünâs"tır. Yahut lafzından başka
olarak çoğul ismidir. Bazan "halk" ve "ahâli" deyimlerimiz
gibi "halk topluluğu" mânâsına da kullanılır. Yani anlatılan kâfirlerden
başka insanların bir kısmı da vardır ki, Allah'a ve o son güne (yani ahirete)
iman ettik der. halbuki bunlar mümin (inanmış) değillerdir. Mümin olmadıkları
halde "âmennâ = inandık" diye yalan söylerler. Dikkat edilirse Peygamber'e
imanı çoğunlukla kâle bile almazlar da Allah'a ve ahiret gününe imanı söylerler
ve güya bu kadarla Peygamber'i tasdik ediyormuş gibi görünürler.
9-Niçin
mi böyle yaparlar? Bunlar böylelikle Allah'a ve müminlere hîle yapmaya kalkışırlar,
onlara hîle yarışına çıkarlar, Allah'ı ve müminleri de hîle yapıyorlarmış
gibi zannederler. Bu da "" Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr kırâetlerinde
şeklinde okunur. Halbuki hîleyi başkasına yapmıyorlar, ancak kendilerine yapıyorlar,
sonuçta kendilerini aldatmış veya kendilerini aldatmaya kalkışmış oluyorlar,
kendilerini aldatıyorlar da anlamıyorlar. Farkında değiller, şuurları yok
da ne yaptıklarından haberleri olmuyor.
"Hud'a"
(hîle) kelimesi esasında bir gizlilik mânâsını içine alır. Ve tarifi: Başkasına
karşı görünüşte selamet ve doğruluk düşündüren bir işi açıklayıp, içinde onu
zarara sokacak bir şeyi gizlemektir. "Muhâdea", hile yarışına kalkışmaktır
ki, ikisi birden değil, önce bir taraftan başlamak şarttır.
"Nefs",
bir şeyin zatı ve kendisi demektir. Ruh ve kalp mânasına da gelir. Şeriat
örfünde şehvet ve kızgınlığın başlangıcı olan nefsanî kuvvete de denilir.
Buradaki öncekidir.
Şuur,
açık duygu ile hissetmektir. Yani şu anda his halinde olan ve henüz hafızaya
ve akla tamamen geçmemiş bulunan açık bir ilimdir ki, dalgınlığın zıddıdır.
İdrakin ilk derecesi yani bir şeyin, düşünenin fikrine ilk varış derecesi,
ilk görünümüdür. Çünkü ilim, nefsin mânâya ulaşmasıdır. Ve bu ulaşmanın birtakım
dereceleri vardır ki, şuur bunların birincisi yani nefsin mânâya ilk varış
mertebesidir. O mânânın tamamına nefsin anlayışı hasıl olunca tasavvur; bu
mânâ şuurun gitmesinden sonra tekrar geri döndürülebilecek şekilde ruhda bakî
kalmışsa hıfz (ezberleme), bunu istemeye hatırlama; tekrar bulan vicdana zikr
(anma) ismi verilir. Şuur bir bakıma ilmin en zayıfıdır, çünkü onda sebat
ve ihtiyatlı hareket yoktur. Bu sebeple Allah'ın ilmine şuur denmez. Diğer
bir yönden de en canlı bir ilimdir. Çünkü o anda ve bizzat ince bir görüş
anı ve huzurdur. Ve ilahî ilmin kemalini anlatacak en güzel bir şahittir.
"Ve bizim emrimiz yalnız birdir, bir göz kırpması gibi (sür'atli)dir."
(Kamer, 54/50). Her şuur, birlik içinde bir ikiliği, ikilik içinde bir birliği
ihtiva eder ve bir anda iki şuur olmaz. Fakat genişliği olan bir şuur olabilir
ve insan başlangıç halinde şuur ile şuurun mânâsını, düşünen ile düşünüleni
birbirinden ayıramaz. Kalp, kendinden çok düşündüğüne dalmış olur. Ve bunun
için şuur (bilinç) daha çok açık duygular ile olan dış duyguya denir ve görünen
duygulara "hisler" denir. Ve buna karşılık nefsin kendindeki bir
şuur olayına da, "kendinde bulmak" demek olan "vicdan"
adı verilmiştir ki, buna "gizli his" veya "gizli şuur"
da denilir. Ve doğrusu "açık his" demek, yalnız görülen duyularla
olan "dış his" demek değildir. Vicdan da açık bir histir. Bununla
birlikte vicdan daha çok bir "şuur şuuru" demektir. Bu "açık
his" ve "gizli his" deyimlerinde izâfet veya sıfat mânâlarını,
sırasına göre, ayırt etmelidir. Gizli his için ayrıca bir gizli duyular aleti
de zorunlu değildir. Şuur, şimdi ve anî olduğu için, akıl şuurun dışında sayılır.
Ve akıl, şuur kavramının analiz ve sentezi ile özünü alır ve bundan sonuç
çıkarmak suretiyle içinde ve dışında ilgili bulduğu gerekli şeylere intikal
eder. Şu halde akıl, ilgi şuurundan başlar. Bunun için onun ilk kanunları
butlan (bâtıllık), ayniyet (aynılık), gayriyet (başkalık), tenakuz (çelişki)
şuurlarıdır. İzafet (iki şey arasındaki ilgi) de şuurun ilk kanunudur. Çünkü
şuurun hakikati, ruha kendisinin veya kendisindeki veya dışındaki bir işin
hazır olarak görünmesidir ki, bu görünme itibarî (gerçek dışı) veya gerçek
bir ilginin ürünüdür. Fakat şuur, bu ilginin kendisi midir? Ruhun bundan bir
etkilenmesi midir? Yoksa ruhun bir fiili midir? Daha başka bir şey midir?
Bu nokta şüphelidir. Gerçek şuur, bir göz kırpma anı olan basit bir vahdet
(teklik) şuurudur. Bu da başlangıçta mutlak hakkın kendi görünme anı, ikinci
olarak nefsin kendine veya genel olarak dışarının nefse bir yansıması ile
başlar ki, bu iki şeyden hangisinin önceden olduğu henüz kestirilemeyen bir
görüştür. Diğer şuurlar hep bunun üzerinde yürür. Buna sahip olan nefse "ruh"
veya "ruh sahibi" denilir. Şuur parıltıları önce birer nokta gibi
gelir ve ruhda az çok kalır ve kalmasına ezberleme denilir. Ezberleme bir
zihin kuvvetidir ve bir geçmiş kıymetini ifade eder. Şuur, sabit değildir,
ezberleme ise sabittir. Bunun için ezberleme unutmaya da yaklaşabilir. Ve
o zaman ezberlenilenler anlaşılmaz olur. Bundan da anlarız ki, ruhda şuursuz
denilmese bile, anlaşılmayan işler ve hadiseler de vardır. Hafızadaki işin
ikinci defa anlaşılmasına hatırlama, hatıra getirme ve anma ismi verilir.
Ve şuurun devam etmesi ve devamının kıymetleri de bu sayede meydana gelir.
Bu şekildedir ki şuurlar oluşur. Tasavvura, zihnî ve ilmî görünüşlere kadar
ulaşır. İlmin, aklın derinliği, bu sentezlerin büyümesi nisbetinde karışacak
ve çoğalacak nisbet şuurlarının kat kat artarak çoğalmalarındadır. Aklın bunlar
üzerindeki seyrine, düşünme ve fikir denir. Asıl bilme, bu sentezlerdeki son
şuurlanma oranının gerçek nisbetine (yani doğruluğuna) ait hüküm iledir. Yani
şuurun başlangıcı, gerçek doğru olduğu gibi; fikrin, aklın ve ilmin hedefi
de belli olan hakdır. Demek oluyor ki, aklın bütün cereyanına devamlı olarak
sivrilen şuur olayları eşlik eder. Bu cereyanın aleti akıl; mekanı kalp; ürünü
de ilim veya hayaldir.
Akıl,
hâl-i hazırdaki şuurun gerisinden başlar. Onun, öncesi sonrası, içyüzü ile
ilgilenir. Bunlardan başka şuur, kısmen nefsin hoşlanmak, tiksinmek, genişlemek,
sıkışmak.. gibi bir olayı ile ortak olur ki, buna zevk ve his denir. Bu his,
bir nokta kadar basit ve belirsiz de olsa, o zevkin sebebine bir dış kıymeti
isnat edilirse, buna "duyum" tabir edilir. Ve şuurun ilmî kıymeti
bu itibarladır. Bir an bakarsın sende bir keyf var, bunu duyuyorsun, bu keyfe
bir bilincin var, bunu biliyorsun, fakat bu yönü bırak, bu keyf neden geliyor?
Ruhun kendi mi yapıyor? Sırf nefse ait bir eser midir? Yoksa haricî (dışa
ait) bir sebebin eseri midir? Buna dair hiç bir şey sezemiyorsan, yalnız duygu
halindesin, bu bir sarhoşluktur. Buna bir şuur denilirse, histen ibaret bir
şuur demek olur. Bizzat ilmî hiçbir değeri yoktur. Fakat bu hissin sebebine
az çok bir haricîlik verebildiğin, mesela bedenine çarpan bir sıcağın, bir
havanın, gözüne çarpan bir ışığın, kulağına ilişen bir sesin, burnuna dokunan
bir kokunun eseri olduğunu da sezebildiğin anda bir duyum karşısında bulunursun,
asıl bilinç budur. Ve bu şuurun şuhûd (görüp müşahede etme) denilen ilmî bir
değeri vardır. İşte dıştan ilgiyi kesmek suretiyle, nefsindeki hadiseyi bir
sen bir de sendeki bir olay, bir iş mesela bir keyf olarak seçtiğin, yani
sade neşelenmekten fazla bir şey yaptığın anda da bir iç duyum, bir vicdan
vardır.
Kısaca
dışa ait olsun içe ait olsun, her duygunun bir duyum yönü, bir de özel duygu
yönü vardır. İkisine de his denilir. Fakat ilmîlik ve idrak, asıl duyum değeri
olandadır. Ve şuur daha çok bunun adıdır. Yalnız zevke ait olan özel duygu
kıymetine his denilirse de, şuur ve ilim diye bilinmez. Buna Sûfiyye (tasavvuf
ehli) "hâl" tabir ederler. Hâl başka, hale şuur yine başkadır. İhtisasın
konusu yalnız "ene"dir. Şuur ve vicdan da "ene"den tamamen
çıkamaz, akıl ise şuur ötesinden başladığı için "ene"nin zatı, kendini
akledemez düşünemez. "Ene" sade bir şuur veya vicdan ile kendini
tanır ve kendini tanıdığı için kendine gelen duyguları ve kendinden çıkan
duyguları tanır. Fakat bu tanıyışın her hâl anında bir istiğrâk (dalma)ı vardır.
Bununla bizzat "ene" şuurlu bir dalgınlık gibi gizli kalır da, hemen
ardından bir ilgiye muhtaç olur. Ve bunun için çocuğa "kendini bilmez"
denir. "Ene" şuuru hiç bulunmadığı veya açık olduğu, yani hep "ben,
ben" dediğimiz anlarda, ne dışardan ve ne durumlarımızdan hiçbir şey
bilmeyiz. Bildiğimiz zaman ise benliğimiz bildiğimize dalmış olur ki buna
"fenâ" (yok olma) tabir edilir. Demek ki ilim için "ene=ben"
şuuru gizlenmeli, kalp dış gözlem ve murâkabe-i nefs (nefsi kontrol) ile meşgul
olabilmelidir. Hak, bu ikisi arasında görülür. Ahlâkta nefis kontrolü, ilimde
de dış gözlem daha mühimdir. İkilik içinde bir bağlılık gibi görünen şuur
olayını, hareket, titreşim ve maddi intiba olaylarından ayırıp seçemeyenler,
ruhu ve kalbin sırrını bilemezler de, "kalp" ve "ruh"
diyecek yerde "dimağ" (beyin) derler dururlar. Göz ile fotoğrafı,
gramofon borusu ile kulağı, ağzı bir gibi zannederler. Beyin bir kütüphane
olsun, onu okuyan kim? Bunu aramazlar. İşte "onu düşünmezler" bu
gerçeği gösteriyor.
10-"Münafıklardaki
bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde,
yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık
vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini
bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur.
Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır. Sıhhat
esas, hastalık ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar
kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa
mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak
içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan
büyük bir hastalık var. İdrak ve iradenin afeti olan bir hastalık var. Bu
hastalık, rivayete ve dirayete dayanan tefsirlerin ve bilhassa selef müfessirlerinin
açıkladıkları üzere inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle
şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan
kimse, hak tanımaz, Allah'dan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder. Allah'ın
"onda şüphe yoktur" buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden
şüphe eder. Allah'ın halis mümin kullarından ve onların doğru olan fiil ve
hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder.
Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun
gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe
ile doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür.
Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep
onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün
fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine,
şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. "Acaba bunların
aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır" demez. Hepsine atılır, sarılır.
Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî
şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır.
Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı,
entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Müminle mümin, kâfirle kâfir görünür.
Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı
bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu farketmez.
Arada böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi
olmaya çalışmak kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya
nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma
hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O münafıkların kalplerinde işte bu
hastalık vardır. Ve her hastalık huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür.
Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar
da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun
üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını artırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ
insanlardan, insanlar içinde Arap'tan, Arap içinde Kureyş kabilesinden, Kureyş
kabilesi içinde Hâşim Oğulları'ndan Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib
b. Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Fihr b.
Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan
isim ve nesebiyle bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan"
bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya,
kıyamete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere getirmiş
ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar,
eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar,
kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır
gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak
yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık
yasak, neler neler yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücahedeler,
intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar, uğraşmalar, neler neler
var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara
tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak
ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin
hükümdarlığına nasıl imkan kalır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların
ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu tedavi
değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık Allah katından bunların
kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da
bu yüzden Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz
(hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde
yapmamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert"
de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil
ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken
iman ve itikad fıtrat (yaratılış)ıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için
Hak inancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ilerde şüpheye
düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla
da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı
değildir. Bunu yapan, tecrübe güzergahında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi,
kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk
duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir.
Bazı insanlar tecrübede bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler
vaki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir
ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını söylemeye
ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı görmeye
ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu
teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkum olduğunu itiraf
etmeye benlik sevdası ve irade zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas
kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi için hem huy
ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn
(şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye
inanmak. Bu inançta sabit bir "ben" yoktur. Çelişme yığını olan
bir akıcı fikir, bir (ben) hayali, bir "" aşkı, bir ""
derdi. Yani hiç gizlenmek istemiyen bir "benlik" davası, bencillik,
hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fen
ve felsefe bakımından hak iman, hem fıtrî ve hem alıştırıcıdır. Fakat şüphe
inancı yalnız alıştırıcılığa ait yoldadır. Şüphe inancının böyle alıştırıcı
ve tecrübeye dayanan karakteri, bu gibilere inanç ve sağlam bilgi hakkında
bir kuşku telkin eder. Kitaba, dine bağlanmaktan çekinirler, istidlâle (delil
ile sonuç almaya), istintâca (delil ile sonuç çıkarmaya), akıl ve mantığa
küçümseyerek bakarlar, buna karşı koymak için terbiye, tecrübe, istikrâyı
(tüme varımı) benimsememek isterler. Güya bunları, şüphenin, inançsızlığın
delili imiş gibi ileri sürerler. Bu vesile ile: "Hayat adamı olmalı,
hayat gibi her gün değişmeli, hayatta hiç bir örnek takip etmemeli."
derler. Ahlâklı bir gidişat takip eden seciyeli iman ve inanç sahiplerine
genelde: "Mahdut fikirli, dar kafalı adamlar" gözüyle bakarlar.
Bilmezler ki dar görüşlüler, yalnız şimdiki hale bağlananlar ve onun önünü
ve arkasını görmeyenlerdir. Bilmezler ki alıştırmanın, tecrübenin, kararlılığın
gayesi de şüphe değil, tıpkı istintâc gibi şüpheden kurtulmak, bir hak inanca
ermektir. Bilmezler ki, zevkin hikmeti, gelip geçici şeylerle boğulmak, hiçlere
esir olmak değil, ebedî bir hakka ulaşmak, bir irfan anı edinmektir. Sağduyusunu
toplayanlar için çoğuldan tekile, başlangıçtan sonuca, sonuçtan başlangıca
netice çıkarmak suretiyle karar kılmak, şüpheyi silmek için aklın biri diğerine
kefil olan başlangıç ve sonucun birliğini gösteren iki şahidi, birbirine bakan
iki yoludur ki ikisinin ürünü, ilki ve sonu hak inançtır. Vicdanın zevki de
bu iman ile hakka açılan bir anlama noktasıdır. Hakka iman yaratılışı ile
doğ, bu iman ile tecrübe yolundan doğru geç, hakka iman ile öl, ona dön! İşte
İslâm'ın saadeti, işte kalpleri hastalıklı o münafıkların hile yapmak istedikleri
Allah'ın nuru!
Fakat
onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyle kalmayacak, onlar için
ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azab da vardır. Bu
azab bilhassa " " Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr İbnü Âmir, Ebu Ca'fer
ve Yakub kırâetlerinde tekzibden (yükezzibûn) okunur, yalan söyler olmaları
veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler,
imanları yokken "imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu
eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada
büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır
ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık
olur ve o azab git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -adeta- kaşındırır.
Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi
kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının
ahiretteki azabı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp,
devamlı yalancı intibalarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat
bir evham (kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya,
ara sıra yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir.
Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez
olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar,
ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur
çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak
nuru rahmet ve saadet oradan arasıra imrenmek için görünür ve kapanır.
"Müminlerle
onlar (münafıklar)ın arasına bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır;
içerisi rahmet, dış tarafı ise azabtır." (Hadid, 57/13) âyeti gereğince
nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde
sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar.
Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyurulduğu gibi,
diğer bir âyette de "Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların
ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar
ve onlar kâfir olarak ölüp giderler." (Tevbe, 9/125) buyurulmuştur ki,
hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar ilâhî kanunlardır.
İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır.
Bu
münafıkları ortaya çıkartacak ve azaplarında şiddetlendirici sebepler olacak,
bozgunculuklarına dal budak salan bazı çirkin vasıfları daha vardır. Şöyle
ki:
11-
Bu âyet yukardaki âyetine atfedilmiştir. Bunlara: "Şu yeryüzünde fesatçılık
yapmayın, fesat çıkarmayın, ortalığı ifsat etmeyin." diye uyarı ve kötülükten
yasaklama yapıldığı zaman "hayır biz fesatçı değil, ıslah edici adamlarız,
fesat değil, yalnız ıslah ve ıslahat yapan kimseleriz" demektedirler,
böyle demişlerdir ve böyle derler. Bilhassa Ebu's-Suûd'un da açıkladığı üzere,
bunu derken yaptıkları fesatçılıkları, inkâr ile örtmek isterler. Bundan asıl
maksatları ise yaptıkları şeylerin fesatçılık değil, bizzat ıslah olduğunu
iddia etmektir. Çünkü bunlar hak ve gerçeği seçemediklerinden ve seçmek istemediklerinden,
bozmayı düzeltmek sanırlar. Yeryüzünün bozulması, Allah'ın kullarının durumlarını
bozan, gerek geçimleri ve gerek ahiretleriyle ilişkili işlerini çığırından,
hedefinden çıkaran fitneler, harplerdir. Bozgunculuk da bunları ve bunlara
sevkedici olan şeyleri ortaya çıkarmaktır. Münafıklar da böyle yapıyorlardı.
Müminlerin içine karışıyorlar, sırlarını kâfirlere açıklıyor ve onları iman
ehli aleyhine teşvik ediyorlardı. İnsanları tutuşturmak, müminleri bozmak,
zarar vermek için fırsatlar icat etmek ve fırsatlardan istifade etmek gibi
kötülükler yapıyorlardı. Müminler de bunları uyanıklıklarıyle gözden kaçırmıyorlar,
gaflet etmiyorlar ve kötülüklerden vazgeçirme hususunda dinî görevlerini yapıyorlar
ve münasib şekilde nasihat ve uyarmalarda bulunuyorlardı. Fakat münafıklar
ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler. Bunlara karşı "biz ancak
ıslah edicileriz" derlerdi. Müminler, bunların yalan yanlış ıslahcılık
davasına inansınlar mı? İşte Cenab-ı Hak bu noktayı şu tenbih ile açıklığa
kavuşturuyor:
12-
Ey iman ehli! Sakın aldanmayınız, uyanık durunuz, bunlar fesatçılar güruhunun
kendisidirler, fesatçılar güruhu dedikleri ancak bu kısım kimselerdir. Bu
muhakkak, fakat bunlar böyle olduklarını hissetmezler, buna da bilinçleri
olmaz. Bunların bugün şuurları olmadığı gibi yarın da yoktur. Dedik ya kalp
hastalığı, şüphe hastalığı onlara herşeyi ters gösterir.
13-
Bir de yalnızca laf ile mücerret (soyut): "Allah'a ve ahiret gününe iman
ettik." demekle iman olmayacağını hatırlatmak ve iyiliği emretmek için
bunlara "şu insanların, şu tam insanların iman ettiği gibi, Peygambere
ve ona indirilene ve ondan önce indirilene de açıkça ve gizlice, kalp ile
ve dil ile iman ediniz" denildiği zaman, "biz o beyinsizlerin, budalaların
iman ettiği gibi iman eder miyiz?" dediler, eşitliğe razı olmadılar.
Lügat
itibariyle "sefeh", görüş ve gidişatda hafiflik ve yufkalıktır ki,
akıl noksanlığından doğar. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik,
temkinsizliktir ki zıddı ağır başlılık, tam akıllılıktır. Dînen de akıl ve
dinin gereği zıddına harekettir ki, karşıtı erginlik ve hatasızlıktır. Dilimizde
sefahat (aşağılık) da bu mânâda bilinmektedir. Özetle "sefeh" ve
"sefâhet", görüş ve fikirde zevk ve şehvetlere tabi olmak, akıl
ile değil zevk ile hareket etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan veya aklın
hükümsüz kalması itibariyle budala halinde olmaktan doğar. Şu halde münafıklar,
insanlık gereği bunu budala mânâsında kullanıyorlar. Acaba münafıklar bunu
söylemekle küfürlerini açıklayarak bozgunculuktan çıkmış, açıktan kafir olmuş
olmuyorlar mı? İmam Vâhidî buna cevap olarak: "Bunlar bu sözü müminler
arasında değil, aralarında açıklıyorlardı. Cenab-ı Allah bunu haber veriyor."
demiştir. Fakat bu, sözün gelişinin zahirine aykırıdır. Çünkü ile nun aynı
zamanda bulunmasını gerektiriyor. "Gönüllerinden böyle dediler."
mânâsı vermek de metnin açıklığına aykırıdır. Doğrusu bu söz tam münafıkça,
iki yüzlü, tevriyeli bir söz olduğundan, "Biz budalalar gibi iman eder
miyiz?" tabirinin doğru bir yorumu da mümkündür. Buna göre bunu öğütleyenlere
karşı söyledikleri zaman da kesin bir küfür ilanı yapmış olmuyorlar, bu da
münafıklığın ve münafıkça küfrün bir çeşit özelliği oluyor ki "İşit,
işitmez olası." (Nisa, 4/46) demeleri gibidir.
Yukarda
münafıklar diye insanlardan sayıldığı halde, burada diye insanlara karşılık
tutuluyor, onlardan ayırt ediliyor ki, bunda ne güzel incelikler vardır: Münafıklar,
insanlar ile eşitliğe razı olmuyorlar ve kendilerini üstün ve aydın, akıllı
bir ileri sınıf sanıyorlar ve bu zan ile onlara hile etmeye kalkışıyorlar.
karşılaştırma ve benzetmesi de onların beğenmedikleri insanların onlardan
daha olgun olduklarını ve kendilerinin de onlar gibi iman ederek eşitliğe
nail olmalarını ve böyle olması kendileri için gerileme değil, ilerleme olduğunu
anlatıyor ki, onlara : "Siz henüz insan değilsiniz, insan olunuz."
meâlinde bir hatırlatmayı içeriyor. Münafıklar da cevapta o insanları düşük
görüyor, "o budalalar" diyor, eşitliğe razı olmuyorlar ve böyle
yaparken hem bu ayırımda Allah'ın kendilerine iftira etmediğini halleriyle
tasdik ediyorlar, hem de iman hususunda kendilerine bir sivrilmişlik hakkı
verilmediğinden dolayı eşit iman teklifini reddediyor, fakat açıkça; "biz
iman etmeyiz" de demiyorlar. Kendilerinin özel ve başka bir imanları
olduğuna ve olması gerektiğine işaret etmek istiyorlar. İnsanlar, kanaatlarınca
küçümsenmiş, budala oluyor. Bunun için Cenab-ı Hak yukarda diye genelde insanlardan
sayıyor. Burada da insanların olgunluğunu göstererek, münafıkları kendi ikrarlariyle
insanlardan saymıyor.
Gerçekte
Arap dilinde de "en-Nâs" ifadesi bulunduğu yere göre kâh ta'zîm
(büyükleme) ve kâh tahkîr (küçümseme) mânâsını ifade eder. Demek ki, iman
hususunda münafıkların, şüphecilerin saplandıkları özel fikir, imanın insan
için bir tuzak olması ve buna göre sırasında yalnız halkı gemlemek için kullanılması
noktasında toplanır ve bunun için kâfirlerle beraber yaşamak imkanını gördükleri
zaman, imanın lafından bile sıyrılırlar. Mü'minler içinde yaşamaya mecbur
kaldıkları zaman da imandan bahsederler. Lâkin havass (seçkinler)ın imanıyle
halkın imanı arasında zaruri bir fark ve yükselme bulunacağı davasından vazgeçmezler.
Halbuki İslâm dininin teklif ettiği imanın şartları, hak ve gerçeğin en genel
ve en kapsamlı esas çizgileri olduğu için, imanın aslında ve şartlarında seçkinler
ve halk farkı bahis konusu olamaz. Bu fark, o imanın amellerinde ve kemalinin
derecelerinde bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde eşitlik başka, bunda
ilerleme meselesi yine başkadır. Halbuki şüpheciler, imanının esasını, kalbin
saflığını, ihlası budalalık saydıklarından müminlere, aldatılmaya hazır, safdil,
budala gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ buyuruyor ki: şunu muhakkak biliniz
ki, beyinsiz, budala, ancak o münafıkların kendileridir, fakat bilmezler.
Gerçi onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek görmek isterlerse
de, onların ilim ile ilgileri yoktur.
İlim
bir yakîn işidir. Hele geleceğe ait olan ilim, sağlam bilgili bir mantık ve
delillerle netice çıkarmak işidir ki, başı hak iman, gayesi Hakk'a ulaşmaktır.
Onlar ise, baştan sona kadar şüphe ile doludur. Yukarda münafıkların önce
"anlamazlar" nefy-i hâl (şimdiki zaman olumsuz fiil), ikinci olarak
"anlamayacaklar" nefy-i istikbâl (gelecek zaman olumsuz fiil) kipleriyle
duygu ve şuurları; burada da "bilemezler" diye ilimleri olumsuz
kılınmıştır ki, bunda hem başlangıç ve gaye itibariyle yerme ve azarlama açısından
derece de rece bir yükselme vardır ki artması hastalık ile uyumludur. Hem
de ilim ile şuurun konu farklarına işaret vardır. Din ve iman, düşüklük ve
yükseklik meselelerinin sadece his ve şuur ile değil, ilim ile ilgili olduğunu
ifade ediyor.
14-Bu
münafıkların mümin olmadıklarını ve ahlâk bakımından ne kadar düşük olduklarını
şununla daha iyi anlarsınız: bir de bunlar müminlere rastgeldikleri zaman
genelde "âmenna=inandık" derler. Budala zannettikleri müminlere
yaltaklanırlar. Yüzden samimiyet, riyakârlık ederler, kendi şeytanlarına,
gizli anlaşmalarla, gizli meclislerde kendilerine gizli gizli fitne ve fesat
dersi veren donuk kafalı, çıfıt, şeytanlık ustalarına tenhaca varıp yalnızca
kaldıkları zaman da "Biz her halde sizinle beraberiz, bundan emin olunuz."
derler. Şeytanlıkta beraber olduklarına söz verirler ve mü'minlere karşı yaptıkları
yoldaşlıktan kuşkulanmasınlar diye gizli soruya cevap yerinde şunu da ilave
ederler: şüphe yok ki biz başka değil, hep alaycı takımıyız, hep böyle alay
eder dururuz derler ve ahlâksızlıklarıyle öğünürler. Sadakat arz ederken hainliklerini,
şecaat (cesaret) arz ederken hırsızlıklarını söylerler. İşte ilim ve inançta
hafife alma ve alay etmenin küfrün gereği olması hakkındaki genel kural bu
gibi âyetlerin muhtevasıdır.
Rivayet
olunduğuna göre Abdullah b. Übeyy yardakçılarıyle bir gün sokağa çıkmışlar,
Ashab-ı kiramdan birkaç kişinin karşıdan gelmekte olduklarını görmüşlerdi.
İbn Übeyy yanındakilerine: "Bakınız ben şu gelen budalaları başınızdan
nasıl savacağım." demiş ve yaklaştıkları zaman hemen Hz. Ebu Bekir'in
elini tutmuş, "Merhaba Temîm oğullarının efendisi, Şeyhu'l-İslam, Resulullah'ın
mağarada ikincisi olan, kendini ve malını Resulullah'a vermiş bulunan Hazreti
Sıddîk" demiş, sonra Hz. Ömer'in elini tutmuş: "Merhaba Adiy oğlullarının
efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resulullah'a vermiş bulunan
Hazreti Faruk" demiş, sonra Hz. Ali'nin elini tutmuş: "Merhaba Resulullah'ın
amca oğlu ve damadı, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra bütün Hâşim oğullarının
efendisi" demiş ve işte o zaman bu âyet-i kerime inmiştir. Daha ayrıntılı
diğer bir rivayette Hz. Ali: "Ey Abdullah Allah'tan kork, münafıklık
etme, çünkü münafıklar Allah'ın en kötü kullarıdır." demekle: "İzin
ver ey Hasen'in babası benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Allah'a yemin
ederim bizim imanımız, sizin imanınız gibi ve bizim tasdîkımız, sizin tasdîkınız
gibidir." demiş ve ayrılmışlar. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına: "Nasıl
yaptım gördünüz ya! İşte siz de bunları görünce böyle yapınız." demiş,
onlar da: "Sağ ol, sen bizim içimizde hayatta oldukça hep böyle hayırlı
istifadeler ederiz." diye kendisini övmüşler, müslümanlar da varıp Hz.
Peygamber'e haber vermişlerdi ve arkası sıra bu âyet indi denilmiştir. Bu
rivayete göre "âmenna=inandık" diyen esasen İbn Übeyy b. Selûl oluyor
ve bu sözle arkadaşlarını da temsil ediyor. Yukarda diye tekil şeklinde başlanması
da buna işaret ediyor. Fakat âyette bunların hepsinin beraber varıp, tenhada
yalnız başlarına görüştükleri şeytanların, şeytanlık öğretmenlerinin bunlardan
ve İbn Selûl'den başka ve birden fazla bir çoğul olduğu açıkça söylenmiş olması
ve kısımlarının gönderiliş şekli bu şeytanların, münafıklar güruhunun arkasında
ve onlardan başka ve fakat onlarla gizli bir ilişkiyi taşıyan gizli bir kuruluşu
gösterdiği açıktır. Âyet-i kerime, olayın daha derin, daha gizli kaynaklarda
cereyan ettiğini göstererek Resulullah'ı ve müminleri aydınlatmıştır. Bunun
için birçok tefsir bilgini, bu şeytanların, münafıkların reisinden başka müşriklerin
reislerine ve (Yahudi hahamları)na da işaret olduğunu nakletmişlerdir.
ŞEYTAN:
Şeytan herhangi bir azgın, yani azgınlıkta, şer ve kötülükte fevkalade bir
yükselişle kendi sınıf ve benzerlerinin dışına çıkmış kötü, inatçı mânâsında
bir cins ismidir ki, gerek insandan, hayvandan, yılan gibi görünen yaratıklardan
ve gerekse diğer gizli mahluklardan ruhî ilişkisi bulunan kötülere söylenir.
İnsan şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir. Nitekim Kur'an'da insan
şeytanları ve cin şeytanları ifadeleri çok defa gelecektir. İnsan görünür,
fakat kötülük esasları ve şeytanlıkları görünmez, eserleriyle belli olur.
Şu halde insan şeytanında bile şeytanlık bir gizli iştir. Bunun için şeytan
ismi gizli kötü bir kuvvet, kötü bir ruh düşüncesine döner. Ve insan şeytanı,
cin şeytanına bağlı demektir. Melek karşıtı olan cin şeytanı, yani gizli şeytan
bazı filozoflara göre yalnız mücerredât-ı maneviye (manevî soyutlar) olarak
açıklanmış ise de, bunun maddi değerini de inkâr etmek doğru olmayacağından,
buna kötü olan maddî kuvvetleri de katmak gereklidir. Ehl-i sünnet'in açıklaması
böyledir. Bu şekilde şeytan cins ismi, bilhassa görülmeyen ruhlar ve kötü
kuvvetlere isim olmuştur ki, yaratılışta her cins bir tek ferd ile başlamış
olduğundan, şeytan denilince bu cinsin babası olan o ilk fert, yani iblis
akla gelir ve o zaman özel isim gibi olur. Şeytana Farsça'da "diyv"
denilir ki, bu kelime Batı'ya dolaşmış, aksine "ilâh" mânâsına "diev"
olmuştur. Dil bilginlerinin açıklamasına göre şeytan kelimesi, anlayış bakımından
bir vasfî mânâyı içerir. Ve bunun türemesinde iki görüş vardır. Birisi Sibeveyh'in
dediği gibi uzaklık mânâsına maddesinden (fe'yâl) vezni (ölçüsü)ndedir ki
"baîd = uzak" demektir. Gerçekte de şeytan haktan uzaktır. Ondan
da uzaklaşmak gereklidir. Diğeri yanma veya batıllık mânâsında kökünden (fa'lân)
ölçüsünde olmasıdır ki, yanmış ve batıl demektir. Gerçekte şeytan da böyledir.
Bu şekilde kelime isim olmadığı için çekimli olmuştur. kökünün Arap dilinin
dışında da bulunduğu bahis konusu oluyor. Şu halde şeytan bir cins ismidir.
Bundan cin şeytanı cinsi anlaşılmakla beraber, insan şeytanına da hakikat
olarak söylenir ve hatta hayvana bile. Nitekim Hz. Ömer Şam'a geldiklerinde
bir ata bindirilmiş idi. Biner binmez at çalım atmaya başlayınca hemen inmiş
ve: "Beni bir şeytana bindirdiniz." demişti. Bu âyette ise insan
şeytanları olduğunda tefsircilerin fikir ayrılığı görülmüyor.
Bu
yedi âyette münafıkların durumları, ruh halleri, vasıfları ve sabit kötülükleri
tam bir belağat ve îcaz yoluyla özetlenerek haber verilmiş, baştaki âyetinin
mânâsına bakarak, onu her yönden ayrıntılarıyle anlatan ve açıklayan bu yedinci
âyet ise onların bütün ruhlarını kendi tasdikleriyle iki kelimede özetliyerek
gösterivermiştir.
15-Şüphe
yok ki bu kötülükleri işitenlerin hemen kızgınlıkları kaynar ve onların acıklı
azabı hak ettiklerini teslim etmekte hiç tereddüt etmiyerek, "kahrolsunlar!"
diye bağırmak hususunda acele eder ve Cenab-ı Allah'ın hemen bunları yok etmesini
veya "asınız, kesiniz" gibi bir emir vermesini hırs ile gözetir
ve bu hırs ile bir an geri bırakılmalarını görmemek ister. İşte Cenab-ı Hak,
İslâmî hassasiyetin böyle heyecanlı bir dereceye geldiği nazik bir dakikada
bütün bu heyecanı yatıştırma ve endişeleri ortadan kaldırmak için derhal buyuruyor
ki: Allah onlarla alay ediyor ve daha edecek, yani kendilerini maskaraya çeviriyor
ve daha çevirecek de. Böyle kalp körlüğüyle şuursuzluk, dikkatsizlik, anlayışsızlık
içinde şımarıklık etmelerine adeta medet ve yardım ediyor ve azgınlıklarına
meydan veriyor, diğer deyişle körü körüne tuğyanlarında sürükleyip götürüyor.
Bu
ilâhî alay cümlesinden olmak üzere bunlara dünyada müslüman muamelesi yapılır,
İslâm toplumu dışında tutulmazlar. Münafık olmayan gayr-i müslimler gibi âyinlerinde,
dine mahsus hükümlerinde serbest değillerdir.
Münafıklara,
gerek ibadet ve gerek muamelelerle ilgili dinî hükümlerin hepsi müslümanlar
gibi tatbik edilir. Mü'minler bunlara dikkat etmeye, bu hususta gözlerini
açıp mücahede etmeye, nizamı, hükmü ellerinde tutmaya yükümlüdürler. Bunda
başlıca üç hikmet vardır: Birincisi İslâm'ın sabır ve sükunu, terbiyesinin
yüksekliği, ruhî hoşgörüsüdür. İkincisi bu sayede bunların İslâm muhitinde
ve İslâmî hükümler altında yetişecek olan çocuklarından ciddi müminlerin yetişmesine
imkan bırakmaktır. Üçüncüsü de bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî
hükümlerin tatbikatına zorlamak suretiyle her an gönül azabı içinde bırakmak
ve maskaralıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İlahî alaydan biri
budur. Ahirete gelince "Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar."
(Nisa, 4/145) âyeti gereğince onlar, ateşin en aşağı tabakasında olduktan
başka, bunların orada da alay muamelesine maruz kalacakları, cennetin kapıları
kendilerine gösterilip gösterilip de kapatılıvereceği hadislerde açıklanmıştır.
Bu gibi muamelede Cenab-ı Hakk'ın "ben" ve "biz" gibi
mütekellim (birinci şahıs) kipiyle hitap etmeyip de gâib (ortada olmayan,
üçüncü şahıs) gibi "Allah'ın" buyurması, büyüklük ve ululuğunu açıklamak
içindir. Mesela bir komutanın, emri altındakilere hitap ederek "ben şöyle
istiyorum" demesiyle, "komutanınız böyle istiyor" demesi arasında
ne büyük fark vardır.
İstihzâ
(alay) bir kimseyi şaka içinde maskara etmek, şeref ve onurunu kırmak istemektir.
"Kırmak" veya "seri halinde öldürmek" mânâsına den alınmıştır.
Burada, "Allah Teâlâ'ya alay yakışır mı?" diye akla derhal bir soru
gelir. Fakat Allah'a isnat olunan çoğu fiillerde ve sıfatlarda istenilen gayeler
olduğunu Fâtiha'nın tefsirinde görmüştük. Bilinen bir şeydir ki, alaydan maksat
şaka değil, şeref ve haysiyeti kırarak maskara etmek ve budalalığı gizlice
anlatıp sezdirmeden hakaret etmek ve hafife almak, bunlardan da bir hoşnutluk
duymaktır. Halbuki münafıklar gibi alaycıların çoğu, alay ettikleri kimselere
hakikaten hakaret etmeye güçleri yetmez de, çoğu zaman, budalalık, hakaret,
alaycıların kendilerinde kalır ve onunla eğlenirler. Halbuki Cenab-ı Allah,
rızası olmaksızın hareket edenler hakkında ilâhî adaletini açıklamak için,
böyle bir hakaret ve hor görmeyi istediği zaman, onları hakkıyle hor görür
ve rezil eder. Ve bütün kâinat nazarında onu rezil eder de, o, bir deli gibi
kendisinin bu halinden haberdar bile olmaz. Ayıplarını gizliyorum zannederken,
bütün âleme sergiler de farkında olmaz. Dünyada şuurun bu sıyrılma tarzı en
büyük bedbahtlık olduğunda ise şüphe yoktur. İşte Allah'ın alayı ki, bunu
ancak Allah yapabilir ve bu bir ilâhî adalettir. Ve her adalette Allah'ın
rızası vardır. Birisi süslenmek ister ve karşısında altın yaldızlı bir kağıt
görür. Okumasını bilmez, zinet diye göğsüne yapıştırır. Sokağa çıkar ve bununla
çalım satmak ister. Görenler ise bakarlar levhada "hâzâ rezîl = bu rezildir"
yazılmış, zavallının haberi yok, olmak ihtimali de yok. İşte -Allah korusun-
bu bir ilâhî alay olur. Allah Teâlâ münafıkları taşkınlıklarında böyle maskara
eder. Bu mânâlar dolayısıyladır ki şer'î bakımdan Allah'a "alaycı"
denilmez, fakat "alay eder" denilir.
16-
Bunlar öyle kimselerdir ki doğruluk karşılığında sapıklığı satın almışlardır.
Hidayet tam ellerine değmiş, malları olmuş gibi iken onu vermişler, dalaletle
trampa etmişlerdir de ticaretleri kâr etmemiştir. ve kâr yolunu bulmak ihtimalleri
olmamış, kâr yolunu tutamamışlardır. Bunlar, hidayet ve başarı nasip olanlardan
değillerdir. Çünkü ticarî ilişkilerde başlıca iki maksat vardır. Birisi sermayenin
selameti, diğeri kârdır. Halbuki bunlar sermayelerin sermayesi olan hidayeti
vermiş, yerine onun kayıbı demek olan sapıklığı almışlardır. Bundan dolayı
ne kâr kalmış, ne kâr ihtimali ne kâr yolu. Bu âyet müttakîler hakkındaki
âyetinin karşılığı olarak, ibaresiyle münafıkların son hallerini açıklamaktadır.
Ve bununla beraber âyet, işaretiyle bunların şeytanları olan kâfirlerin sonlarını
da içerir. Cenab-ı Hak bunların hallerini, dünyada her şeyden en önde bildikleri,
başlıca gaye edindikleri ticaret ve tefecilik ruh hâletine göre bir temsîlî
istiare ile açıklamış ve dinî hidayetin şahsında mühim olan dünyaya ait ticaretten
daha önce ve onun selameti için de zorunlu bir şart olduğunu anlatmıştır.
Bu tasvirde ticaretin büyük bir övgüsü vardır. Fakat ticaretten önce onun
gerçek ve lüzumlu bir yolu bulunduğuna ve bu yolun iyi anlama ve doğru yol
olduğuna ve ticarette yalan, hile, entrika yolunun hakiki bir kâr yolu olmadığına
tenbih ve bundan dolayı doğruluk kanununa sarılabilmek için dinî hidayete
ermek en önde gelen şart olduğuna işaret buyurulmuştur.
Durumları
bilinen, diye haklarında iki defa uyarma ve dikkatli olmaya davet vaki olan
ve bu iki âyet ile de sonuçları, ziyanları anlatılan münafıkların, içten içe
İslâm'ın gayesini ve İslâmî hayatın güzel akışını çığırından çıkarmak nokta-i
nazarından zararları açık olduğundan, bir taraftan bunlar hakkında kâfirden
daha çok dikkat nazarını çekmek suretiyle müminleri aydınlatmak, diğer taraftan
bu münafıkların bizzat hasar ve akibetlerini belli bir şekle sokarak, kendilerini
korkuya düşürmek ve herkesi münafıklıktan sakındırmak için bu konuda temsil
olarak dört ayet daha indirilmiştir. Şöyle ki:
17-
"Mesel", aslında "misil" ve "nazîr" yani bir
şeyin benzeri, eşi mânâsınadır ki, "Kâmus" mütercimi "bektaş"
(eş, akran) diye göstermiştir. "Şebeh", "şibih", "şebîh"
denildiği gibi, "mesel", "misil", "mesîl" denilir.
İkinci olarak vaktiyle bir olay ve bir tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup,
"atalar sözü" diye dilden dile dolaşan güzel sözlere, "darb-ı
meseller"e ad olmuştur. Çünkü bunların kaynağı denilen ilk hadiseler,
üzerine söylenilen son hadiseye benzer sayılarak temsil edilmiş bulunur. "Sütten
ağzı yanan, yoğurdu üfler de yer." gibi. Üçüncüsü şaşılacak ve garib
bulunacak tuhaf ve ibretli bir hale veya bir sıfata veya bir kazıyye (önerme)ye
ve hikayeye de "mesel" denilir ki, darb-ı mesel gibi, dilden dile
dolaşmaya ve her yerde söylenmeye layık olduğu cihetle ondan istiare edilmiştir.
Bu, sadece nakil ve hikaye olunur. Darb-ı mesel gibi her söylenişinde bir
teşbih ve temsil mânâsı gözetilmez. Fakat ilk söylenişi hakikat de olabilir,
bir temsilî istiare de olabilir, buna "destan" da denir. "Dillere
destan oldu." deriz. Destan şiirleri bundan alınmıştır. Bu mânâdan, delil
ve hüccet mânâsına da gelir. Çünkü bu gibi meseller, gerek bir nadir hakikat
olsun ve gerek bir tahyil (akla getirme) ve temsil, yani sırf bir masal olsun
bir yaygın şöhreti içerdikleri zaman, bazı gerçekler onlara benzetilerek söylenir.
Mesela "Bu iş, kurt ile kuzu masalına benzer." denilir. Biriyle
diğerine temsil edilerek delil getirilir. İşte edebiyatta bir hakikati, diğer
bir hakikate veya bir hayale veya meşhur bir mesele benzeterek örneğe ait
bir şekilde ifade etmeye "temsil" adı verilir ki teşbih veya istiare,
hakikat ve mecaz kısımlarına ayrılır.
Edebiyatta
anlatma ve cazibe nokta-i nazarından temsilin, beyan ile ilgili büyük önemi
vardır. Çünkü çoğunlukla akıllar, kuruntuların müdahale ve saldırılarına maruz
olduklarından, gizli düşünceleri iyice anlamaktan mahrum kalırlar. Temsil
ise, kuruntuları akla bağlar da, hakikati, cahil ve anlayışı kıt kimselere
bile anlatmaya sebep olur. Çünkü temsil, ince ve düzenli gizli düşüncelerin
perdelerini atarak, onları açık hissedilen şeyler kisvesi içinde açıklar,
tanınmadık şeyleri tanınmış, görülmedik şeyleri görülmüş gibi ortaya çıkarır
ve anlatır. İş bunun yerini bilmek ve güzel kullanabilmektir. Zamanlar olmuş
ki, geçmiş dinlerin akla uygun düşüncelerinin ruhu, karinesiz temsiller ile
anlatılmış ve yayılmış; temsili, tersîm (resmetme) ve tecsîm (cisimlendirme)
ile semboller de takip etmiş ve bu şekilde ruhlar unutulup, putlara, sembollere
tapılmıştır. İşte İslâm dini âyetinde olduğu gibi imanı, hissedilen ve görülenden
önce, doğrudan doğruya aklî ve kalbî olan gaybe ve hakikatin başlangıcı ve
sonucu bulunan tek hakka dayayarak, insana ait ruhu meselden hakikate, temsilden
tahkike yükseltmiş ve Kur'ân bu yükselmeyi temin için gerçekleri aklî ve kalbî
değerleriyle sağlam bir şekilde açıkladıktan ve tebliğ ettikten sonra, o akla
uygun düşünceleri temsiller ile de anlayışa yaklaştırmış ve telkin etmiştir.
Ve bunu yaparken tahkik ile temsil arasına açık bir karine koyarak, doğru
ile yanlışı birbirine benzemekten saklı tutmuştur. Bu sebeple Kur'ân'ın açıklama
üslubunda tahkik karşılığında temsiller ve muhkemler karşılığında müteşabihler
dahi bulacağız. İşte üslub-i beyanda tahkik ve temsil üstünlüğüne ilk olarak
bu âyetten başlıyoruz. Bundan önce münafıkların halleri tahkik yoluyla tesbit
edilmiş olduğu halde, şimdi de temsilî yönüne geçiyoruz. Bundan ve bir sayfa
sonraki âyetinden o kadar açık bir şekilde anlarız ki, Kur'ân temsil üslubunu
da içermekle gerçeklerini rümûz ve temsile boğmamış, zahirin hakkını hak,
temsilin temsil olarak karine ile anlaşılmasını tercih ve temin etmiştir.
Şu halde bu konuda sözlü ve duruma ait karine bulunmayan yerlerde çelişki
ile zata ait imkanı seçebilen akıl karinesinin delaletine başvurulur. Ve böyle
bir temsil karinesi bulunmadıkça Kur'ân'ın zâhiri, yalnız vehmî anlayışa ait
uzak görme ile te'vil edilemez. Bakınız bu âyette temsil karinesi lafzan bile
ne kadar açık ve çoktur. şu halde bu esas itibariyle bir teşbihdir. Ve "mesel"i,
"mesel"e teşbihtir. Burada "mesel", şaşılacak hal, garib
olay mânâsınadır. Yani bunların halleri ve özellikle hidayeti verip sapıklığı
satın alma durumları şu ateş yakan ve ateş yakanlar kıssasına benzer ki, birisi
bir ateş yakmak istemiş ateş parlayıp da yakanın etrafındaki şeyleri aydınlatınca
Allah o kimselerin bütün ışıklarını, daha doğrusu göz nurlarını alıvermiş
de onları karanlıkta bırakmış ne aydınlık, ne bir şey, hiçbir şey görmez olmuşlar,
görmez bir durumda kalmışlar. Ateş mi sönüvermiş? Bir hayli tefsirci öyle
açıklamışlar. Fakat ateş sönmeden, aydınlık devam ederken Allah'ın, onların
görecek göz nurlarını alıvermiş olması daha açık ve daha güzeldir. "Keşşâf
tefsiri" sahibi "Yaratılışın kastedilmesi en uygunudur." derken
bunu seçmiş gibidir ki, devamı da bunu gösteriyor.
18-Buyuruluyor
ki bunlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu
hali bulamazlar. Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem,
şaşkındırlar. Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız göz
nurları değil, bütün şuur nuru, idrak nuru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ
ifadesindeki mühürleme ve basımın daha kuvvetlisidir. Bu şekilde hikayedeki
ateş yakan, nurları gidenlerin dışında kalır. ve zamirlerinin lafız ve mânâ
itibariyle müfred (tekil) olması açıktır. Resulullah'ın davet ve hidayeti
(doğru yolu göstermesi) karşısında münafıkların durumlarının da, tıpkı ateş
yakıcının parlattığı ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin
durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyle de yapıldığından,
bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi suikastla da olabileceğinden
fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali vardır.
Bundan başka davet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak ve kötülüğe
davet etmek mânâlarına alındığı zaman, nurun alınması, ateşin söndürülmesi
demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan karanlıkta kalanlardan olur
ki, bu ateşi yakan münafıkların başıdır. tekildir veya çoğuldur ve çoğul mânâsınadır.
Ve birçokları böyle tefsir etmişlerdir. Fakat ateş yakmak, aydınlatmak ve
hayra davet etmek mânâsına düşünüldüğü zaman, gerek ateş yakıcı ve gerek olan
akıl sahibinin nuru sönmemiş olduğu halde kavramında dahil olan hayvanlar
takımının nurları sönmüş ve o ışıktan ancak bunlar mahrum kalmış olurlar.
Bu takdirde ancak zamiri, "mâhavlehû" daki içinde bulunan hayvan
gibi insanlara döner. Birinci şekilde "mesel" için büyük bir güzellik
ve fevkaladelik yok gibidir. Gerçi yanan bir ateşin birden bire sönüvermesi
garip ise de, şiddetli bir rüzgar gibi bir sebeple az çok yine alışılmış görünür.
Fakat ışık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kayboluvermesi ilâhî
bir harikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder. Bundan başka birincide
temsil basittir; bir bütünü, diğer bir bütüne benzetmektir. İkincide ise iki
bütünün düşünülmesinden meydana gelen bir bütünü, diğer böyle bir bütüne benzetmek
suretiyle bir derece daha tamlama vardır: Peygamberin davet ve hidayeti karşısında
münafıkların, "ateş yakıcı" karşısında etrafındakilerin bir kısmı.
Muhammedî davet ve onun irşadı ebedî, fakat münafıkların anlayış nurlarını
Allah almıştır. Ve belki bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip olduğu
halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek imanının nurunu kaybedenler
bile bulunmuştur. Kur'ân'ın nazmı işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile,
çok yönlü olarak açıklamıştır ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî
davetin ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere şunu
anlatır: Bu davet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı ihtiva
eder. Bu davet, cennetin karşısında bir de cehennem ateşi gösteriyor. "Bu
ateşten kaçın, şu cennete koşun." diyor. Münafıkların da bu müjdelere
ağızları sulanıyor; korkutmadan da başları dönüyor, ağızdan "âmennâ=inandık"
diyorlar, hidayet buraya kadar geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü
anlayışlarının nuru sönmüş, fenalığa ceza veren adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar.
Her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek adalet etmekten aciz bir ilâh
istiyorlar.
(Kemeseli
sayyibin), yahut (Kemeseli zî sayyibin) takdirindedir ki, birincide münafıklar
kıssası, toptan yağmur kıssasına benzetilmiş ve kıssaların ayrıntılarında
benzerlik gözetilmemiş bulunduğundan, yalnız "mürekkeb teşbih";
ikincide ise kıssaların birimlerinde dahi teşbih gözetilmiş bulunacağından,
buna da "mefrûk" veya "müferrak teşbih" denir. "Sayyib"
kelimesi aslında "isabet" kelimesinin sülasîsi (üç harflisi) olan
masdarından sıfat-ı müşebbehe olup, şiddetle dökülen yağmura, bir de şiddetli
buluta isim olmuştur. "Semâ", özel mânâsıyla "gök" dediğimiz
şu kubbe, başımızın yukarı tarafında direksiz, telsiz açılmış koca şemsiyedir
ki, Peygamberimizin dilinden "yükseltilmiş tavan" ve mevc-i mekfûf
(hapsedilmiş dalga) diye rivayet edilmiştir. Esas mânâsı yüksek demektir ki,
insanın üst tarafına gelen her yüksek şeye söylenir. Ve her ufkun bir seması
olur. Ruhlar ve akıllar âlemi de bir veya daha fazla semalardır. Şu halde
(semâ) kelimesi esasen izâfî (bağıntılı) bir mânâyı içeren bir cins ismi olup,
küllî ve cüz'î belirleme kastedildiği zaman (es-Semâ') denir. Burada yağmur
denildikten sonra, gökten geldiği belli iken denilmesi, bütün bir ufku kaplayan
bilinen semayı açıklayarak, bu yağmurun bir taraftan değil, semanın her tarafından
geldiğini anlatmak ve meselde yağmurla beraber bütün o semanın manzarasını
tasvir ettirmek ve bir de "sayyib"in önce yağmur mânâsını akla getirme
nüktelerini içerir.
19-Mânâya
gelelim: Yahut o münafıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle yağmura
tutulanlar kıssasına benzer ki, semanın her tarafından "bardaktan dökülür
gibi" boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var.
Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da
bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyor mu sıkıyor; göz, gönül kararıyor mu
kararıyor. Şu halde karanlıklar katmerlenmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan
başka dehşetli bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki,
beyinlerde çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı. Çakıp
şakıdıkça, parlayıp yıldıradıkça bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor,
yürekleri ağıza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara tutulanlar
parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda
savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gelen, ucu
nereye dokunursa yok eden, insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri
eriten, demiri mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle
(es-Savâık) denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o âteşîn
kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına
tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat
kulak tıkamak neye yarar, korkunun ecele faydası ne? Allah bütün kâfirleri
her taraflarından, içlerinden, dışlarından, dünyalarından, ahiretlerinden
kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasından dışa çıkmak mümkün mü? Allah'ın
izni olmadıkça bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz
mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet ama bunlardan daha önce Allah'dan korkmak
ve O'nun azabından sakınmak gerekir. Yıldırımları yapan kim? Bütün bu alâmetleri
belirten kim? Bulutların arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri
çıkartan kim? Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim?
Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan eden kim?
O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin eden ve bulutları
ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler kimin? Hepsi hepsi Allah'ın,
yıldırımlar da Allah'ın bir belası, azabının bir örneğidir. Bunlardan korkup
sakınmak istiyenlerin daha önce Allah'tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına
uyarak felaketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir
Allah korkusu, insana bütün korkuları attırır. Allah'ın izniyle her korkudan
kurtulmanın bir çaresi vardır. Fakat Allah'tan kurtulmanın imkanı yoktur.
O da iman ve kulluk etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister.
Ona bununla yaklaşılır; azablarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur.
Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği gördükten sonra yıldırımdan korkmanın, kulak
tıkamanın hiçbir faydası yoktur. Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini
bulur. Gök gürültüsü işitildiği zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir.
Ümit ve müjde şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü
gelişindedir. Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu
gürültü ile beraber gelir zannederler. Halbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas
itibariyle gök gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök
gürültüsü, o yıldırımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara,
havaya bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, gök
gürültüsü ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan
havaya darbeyi indirdiği zaman sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş, bir kıvılcım
çıkar, şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir
ve geldiği zaman, "Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle yıldırımı düşürdüm,
siz kurtuldunuz." der. Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek,
sonra gök gürültüsü ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü
şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız gereklidir. Bunun için
Allah Teâlâ (ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber,
aralarını "mutlak cem' " için olan "vav" ile bağlamış,
(şimşek sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini okumamış
ve ümmî olan Hz. Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor,
ilim ve fen ehli de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken ilâhî vahyin hakikatini
anlamaları gerekir. Hele elektrik olaylarıyle delil getirerek görülmeyen esir
(cevher)i bulmaya çalışanlar, Allah'ı daha önce anlamalı, Peygamberine vahyinin
hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince noktalardaki fennî te'yitlerle itiraf
etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih olduğunu, bunu işitenlerin hamd
ve şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir.
Bir ilâhî beladır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak, önceden,
maddî ve manevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da Allah'ı, emirlerini
ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra kulak tıkamanın hiçbir
mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın yardımı ile kurtulur
ve gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah'ın
kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan Kur'ân hep
hak âyetlerdir. Bu davetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak ne bedbahtlıktır!
Gök
gürültüsü ve şimşeğin, yıldırımın maddî ve manevî gerçeğini açıklamak için
lügatta, dine ve felsefeye ait tarifler vardır. Lügata göre ra'd (gök gürültüsü),
buluttan çıkan korkunç sesin ismidir ki başlangıçta ani bir patlayış ve sonra
hayli devam eden bir gürültü olur. Biz buna gök gürlemesi deriz. Bu kelime
aslında titremek veya titretmek, diğer deyimle zangırdamak ve zangırdatmak
mânâlarıyle ilgilidir. Şimşek parıldamak, yıldıramak mânâsıyla ilgili olup,
buluttan ani olarak çıkıp yıldırayarak, şakıyarak sönüveren bir parıltının
ismidir ki, dilimizde şimşek denir. Bunun çakmasına da denir. Yıldırım, gayet
şiddetli, çok çabuk bir sadme, bir çarpıştır ki, bir ateş parçasıyla çarptığını
yok eder, bu münasebetle ölüm, şiddetli azab mânâlarına da kullanılır. Dilimizde
buna yıldırım denir ki, yıldırma ve yıldırama mânâlarıyla ilgisi açıktır.
Râğıb der ki, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım aslında bir şeyin üç çeşit
tesirleridir.
Dinî
izahı: Bulutları Allah Teâlâ'nın iradesine göre yağmur yağacak yerlere sevk
ve idare eden bir melek (yani anlayışlı ve hareket ettirici bir kuvvet) vardır
ki, ismine "gök gürültüsü" denir. Bu melek rüzgar meleklerinden
başka olarak bulutları özel şekilde zorlar ve sevkeder. Bunun sevki, rüzgarın
sevki gibi taş yuvarlarcasına değildir. Bu tıpkı bir çobanın şarkı söyleyerek
deve sürmesine benzer. Diğer deyişle ruhun bedeni idare etmesi, sözün, nağmenin
diğerine tesir yapması gibi içten tesir eden ruhanî ve dinamik bir tesirdir.
Bu melek bulutlarda bir uygunsuzluk gördüğü zaman çarpar, haykırır, bu haykırış
onun Allah'ın kudretini ilan eden bir tesbih ve tekbiridir. İşitilen gürültü,
zahirî gök gürültüsü budur. Haykırırken hiddet ve şiddeti çoğaldıkça ağzından
ateş saçar, diğer bir deyişle nurdan ateş kamçıları çalar. Görülen şimşek
bu kamçılardır. Yıldırım, bunun yani ateşin vuruşudur. O kamçının ucu nereye
dokunursa yok eder. Bunun hepsi o meleğin yani "ra'd"in bir vuruşundan
ibarettir. Bu darbenin havaya ve dolayısıyle insan ruhunun işitme gücüne tesir
ve tezahürü, gök gürültüsünün sesi; daha inceden ve daha çabuk gözüne tesir
ve tezahürü şimşek; dokunduğu şeye dokunma tezahürü yıldırım adını alır. Buluttaki
tesirinin mahsulü de itaattir. Ve bunların hepsi Allah'ın emrini icra etmekten
ibarettir. Bu âyette ra'd, gök gürültüsünün sesi mânâsına olmakla beraber,
aslına da işarettir. "Gök gürültüsü, övgüsüyle O'nu tesbih eder."
(Ra'd, 13/13), Bu meleğe, gök gürültüsü meleği, zorlayıcı melek, ateş tutuşturma
meleği; şimşek fiiline de melek darbesi, meleğin parlaması denilmiştir.
İşte
Ashab devrinden itibaren en eski kıymetli tefsircilerden rivayet edilen açıklamalara
göre gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım olaylarının gerçeği böyle kuvvet prensibine
döndürülmüş, fakat kör kuvvet değil, dinamik, ruhanî idareci ve idrak sahibi
bir hareket ettirici olan melek kuvvetine döndürülmüştür. Fennî izahların
hiç biri buna aykırı olmamış ve bu daireden çıkmamıştır. Ancak kör kuvvette
sıkışıp kalanların anlayışı buralara varamaz. Şu halde felsefî tarifine gelelim:
Vaktiyle en meşhuru, bulutların çarpışması, yani sürtme ve dokunma ile çakmak
taşından çıkan ses ve kıvılcım şeklinde açıklanmış idi. Fakat İbnü Sina "Şifa"sında
bunu pek beğenmemiş, bulutların ta denizlerden, göllerden su buharı halinde
çıkarken tamamen saf olmayıp, az çok duman buharı ile ve biraz da ısı ile
çıkmaları ve yükseldikçe su buharının daha önce soğuması hasebiyle öbürlerini
arada sıkıştırmaları ve nihayet bu sıkışmanın şiddetlenmesi ile onların püskürmesi
ve parlaması hususlarını ileri sürerek uzun uzadıya açıklamış ve özetle şöyle
demiş: "Çoğunlukla gök gürültüsünün ve şimşeğin sebebi, rüzgara ait harekettir
ki, ses çıkarır, parlar ve bazan şimşek ve parıltı da gök gürültüsüne sebep
olur. Çünkü... Çünkü..."
İbnü
Sina'dan çok önce olan İbn Cerir et-Taberî tefsirinde diyor ki: "Diğer
birtakım ilim ehli, gök gürültüsü, bulutların altında boğulan rüzgarın fırlamasıdır.
Ses
bundandır. İbn Abbas hazretleri Ebu'l-Huld'e bir mektup ile "Gök gürültüsü
nedir?" diye sormuştu. O da "Gök gürültüsü bir rüzgardır."
diye cevap vermişti. Fakat İbn Abbas hazretleri kendisi "Gök gürültüsü
meleklerden bir melektir." diyordu. Demek İbnü Sina'nın rüzgar teorisi
de eski bir teori olmakla beraber, bunun sebebini ta denizlerden gelen duman
buharı ve ısıya kadar götürmek nokta-i nazarı havanın ve bulutların elektriklenmesi
hakkında kararlaşmayan görüşler yanında şimdiki tabiat ilmi de mevcut bulunuyor.
Bugünkü felsefî açıklamaya gelince, bunları elektrik olaylarına tatbik etmişlerdir.
Öteden
beri Yunanca elektron denilen elektrikte görünen bir cezb (kendine çekme)
özelliği vardı. Sonradan bu özelliğin, az çok her cisimde bulunduğu anlaşıldı.
Ve buna elektriklenme denildi. Fizik bilginleri tabiat olaylarında âdet olarak
etkili olan ısı, ses, ışık, çekicilik gibi bazı etkenler sayarlar ki, elektrik
de bunların beşincisi oldu. Ve bunun çeşitli sürtünmelerden meydana gelen
kimyevî etkileri veya diğer vasıtalarla meydana gelip dinamik elektriklenme
denilen kısımları bulundu. Bugün sanayide birçok tatbikatı yapılan, altın,
gümüş yaldızlama, eritme, kalıba dökme ve kuyumculuk, telgraf, telefon, aydınlatma,
yakma ve tedavi gibi birçok hususlarda istifade edilen elektriğin elde edilmesi
ve kullanımı için çeşitli aletler, cihazlar, makineler yapıldı. Bununla beraber
elektriğin esası ve mahiyeti, ne olduğu tamamen anlaşılamayıp, ateşe ve ışığa
ait madde gibi varsayımlarda kaldı. Nihayet ısı ve ışık gibi cisimlerin atom
denilen en küçük parçalarının özel bir şekilde hareketinden veya bunların
arasını işgal eden bir esir (cevher)in hareketinden meydana geldiği göz önünde
bulundurularak daha çok bu sonuncuya önem verildi. Ve özetle bütün kuvvetlerin
esasında bir hareket enerjisine dönüşmesi fen ilimlerinin en kuvvetli görüşü
oldu. Hakikaten elektrikte de hareket, ısı, ışık değişiklikleri hep görülüyor.
Şu halde elektrik, fennin en önemli bir kuvvetidir. Bu da biri erkek, biri
dişi gibi pozitif (artı) negatif (eksi) iki cinse ayrılıyor. "Ne yücedir
o (Allah) ki, bütün çiftleri yaratmıştır." (Yâsîn, 36/36) Bunların bir
cinsten olanları birbirlerini itiyor, def ediyor; ayrı cinsten olanları da
birbirlerini çekiyor, birleşiyor. Ve cisimlerin yüzeyleri bunlarla doluyor
ve boşalabiliyor. Bunların birleşmeleri gizli ve açık olmak üzere iki türlü
oluyor. Mesela silindir biçiminde uzunca bir şey, bir elektrik yüklüsüne yakın
bulunduğu zaman, bu silindirli şey de etki ile ayrı cins iki akımı taşıyıcı
oluyor ve havanın bunun üzerindeki baskısı bunların birleşmesine engel oluyor.
Fakat bir vasıta ile bu baskının şiddeti azalır veya iki akımın gerilim kuvvetleri
ona üstün geliverirse, bundaki artı, eksi iki cins elektrik birbirleriyle
hemen birleşerek üzerinden yok oluyorlar ki, buna elektrik boşalımı denilmiştir.
Bunlar bu birleşim esnasında bazan çakmak gibi bir vuruş yapıyor ve bir kıvılcım
da çıkarıyorlar ki, böyle gürültü yaparak birleşmelerine gök gürültüsüne ait
birleşme deniliyor. Bu kıvılcımları biz tramvaylar işlerken -çoğunlukla geceleri
görürüz. İşte bu aletlerde görülen bu olay, epeyce bir zaman önce hava ile
ilgili eserlere uydurularak gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım bunlarla izah
edilmiştir. Bunun için yıldırım şöyle tarif ediliyor: "Çeşitli cinste
elektrik taşıyan iki bulutun elektriklerinin, yahut bir bulut ile yer küresi
elektriklerinin gerilişleri havanın karşı koymasına üstün geldiği anda iki
çeşit elektriğin birbirleriyle birleşmeleri sonucu vaki olan bir elektrik
boşaltım ve tahliyesidir ki, gök gürültüsü bunun sadmesi ve gürültüsü, şimşek
bunun kıvılcımıdır."
Vaktiyle
İbnü Sina "Şifa"sında diyordu ki, şimşek ile gök gürültüsü aynı
zamanda vaki olurlar. Fakat ses, zamanla ilgili olduğu için geç işitilir.
Işık ise zamanla ilgili olmayıp ani olduğundan daha önce görülür. Bugünkü
fen de diyor ki gök gürültüsü ve şimşek aynı zamanda vaki olur. Gerek ses
ve gerek ışık ikisi de zamanla ilgilidir. Fakat sesin hızı saniyede 337 veya
340 metre; ışığın hızı ise -az çok ihtilaf ile beraber- üçyüz sekizbin kilometre
olduğundan, daha az mesafelerde ani olarak görülür. Yani yıldırım şimşekle
beraber düşmüş, varacağı yere varmıştır. Gürültüsü de sonradan beş ila on
saniye kadar fark ile işitilir. Mesafeyi tahminen bilmek isterseniz, bir şimşek
çakınca saate bakınız ve dinleyiniz, birkaç saniye sonra gök gürültüsünü işitirsiniz.
Aradan kaç saniye geçmiş ise onu 340 ile çarpınız, (mesela 7X340 = 2380).
Bu 2380 metre size o fırtınalı bulutla aranızdaki uzaklığı gösterir ki, ışık
hızına göre bu bir an meselesidir. Çünkü ışık bu mesafeyi bir saniyenin yüzyirmibeşte
bir bölümü kadar bir zamanda katedecektir ki, bunu biz hissedemeyiz. Bu ifadeye
göre, "Yıldırım mutlaka gökten yere düşer." şeklinde olmayıp tersine
de olabilir. Çünkü elektirik akımı her tarafa yayılabilir. Fakat çoğunlukla
elektrik nakledici cisimlere saldırdığından ve yer ise pek çok elektrik nakledici
olduğundan genellikle yıldırım gökten yere düşmektedir. Fakat haricî bir sebeple
yer artı elektrikle ve kendisine yaklaşan bulut eksi elektrikle dolu olduğu
zaman hücum daima artıdan eksiye olduğu için yıldırımın yerden göğe doğru
çıkması da mümkün ve olmuş bir şeydir deniliyor.
Akıcı
elektrik, elektrik nakleden cisimleri çekmek veya onlara hücum etmek özelliğine
sahip olduğundan, nakledici olan ağaçlara, binalara ve özellikle madenden
yapılmış eşya üzerine düştüğü görülmüştür. Bunun için böyle fırtınalı havada
ağaç altlarında ve bu cümleden olarak nakledici olan çınar ve kavak ağaçları
altında saklanmak çok tehlikelidir. Çam ve fıstık ağaçları pek nakledici olmadığından
bunların altında korunmak nisbeten mümkündür. Paratoner (yıldırım kıran) ve
halk arasında yıldırım demiri denilen demirin dairesi en emin yerdir. Bu da
Hakk'ın bir kanunudur. Fakat bunlar da gök gürültüsü ve şimşekten önce ve
ecel gelmediyse mümkün olabilir. Yıldırım ne yapar? Çok şeyler yapar, Allah
korusun insanı ve hayvanı bir anda yok eder. Ve yanması kabil olan cisimleri
yakar. Madenleri eritir. Nakledici olmayan cisimleri kırar. Yer kütlesine
girişi esnasında geldiği yönde ne cins cisim bulunursa hepsini erittiğinden
geldiği yerde cam ebrusu ile karışmış, yaklaşık on metre uzunluğunda dirgen
gibi bir çeşit çatal külçe hasıl olur ki, buna da yıldırım demiri denilmiştir.
Eğer demir değneğe rastgelirse mıknatıslar, eğer mıknatıslı bir şey bulursa
kutuplarını değiştirir.
Gök
gürültüsünden meydana gelen çatlayıştan sonra devam eden gümbürtü hakkında
çok görüşler varsa da henüz kararlaşmış değildir. Bazıları ses dalgasının,
yeryüzü ile bulutlar arasında bir kaç defa yankı yapmış olmasına yöneltmekte,
diğer bazıları da gök gürlemesi denilen olayın çok ve kıvılcımlardan oluşmuş
olup yeryüzüne gelinceye kadar ağırlıkları çeşitli tabakalardan geçmesine
ve her tabakanın sesi ayrı olduğundan hepsinin anılan karma patlamayı teşkil
ettiğine kanaat getirmektedir. Demek ki bugünkü ilme göre, parlamak, gürlemek,
yakmak gibi en az üç görünümü bulunan gök gürlemesi, şimşek ve yıldırım olayları;
vurma, kıvılcım, cereyan alâmetleri gösteren ve esasında elektrik boşaltımına
dönen bir olaydır. Hafif rüzgarlı havada, elektrikli aletlerde meydana gelen
kıvılcım ve çarpmanın, rüzgarlı havada vaki olan bu olaylara benzemesi dolayısıyle
fen bilginlerinin çoğu gökte şimşek, gök gürlemesi ve çatlama ile tatbik etmek
fikirlerinde bulunmuşlar ve son olarak bunu bir hayli tecrübelerle te'yit
etmişler ve bu konuda bazı kanunlar tesbit eylemişlerdir. Ve bu şekilde rüzgarlı
havanın ve bulutların elektrik ile yüklü olduğunu kabul etmişlerdir. Rüzgarlı
havadan ayrı olarak her zaman az, çok akıcı elektrik bulunduğu ve bunun bazan
artı ve bazan eksi çeşidinden olduğu ileriye sürülüyor. Açıkladıklarına göre
bulutsuz güzel zamanlarda hava artı elektrik ile yüklü olup, miktarı günün
saatlerine göre değişir ve bu cümleden olarak yeryüzünden 1,30 metre yüksekten
itibaren çok yükseklere kadar artar. Fakat bu değişmenin sebebi ve hangi kaide
altında arttığı meçhul kalmıştır. Binalı ve ağaçlı olan yerlerde elektrik
alâmetleri hemen hiç yok gibi, ancak şehirlerdeki geniş meydanlarda az miktarda
artı elektrik bulunuyor. Güneşin doğmasında havanın kütlesindeki artı elektrik
gayet az iken, zevale iki saat kalıncaya kadar en yoğun sınırına ulaşır. Zevalden
sonra batmaya bir saat kalıncaya kadar ağır ağır azalır, güneşin batmasından
iki saat sonra yine artmaya başlar. Kış mevsimi elektriğin miktarı yazdan
daha fazla olur. Gökte birçok bulut bulunduğundan havanın elektriğine nisbeten
bazan artı ve bazan eksi olur. Gökte bulunan bulutların hareketi çok olduğu
takdirde havanın kütlesindeki elektriğin cinsi saatten saate değişir. Fakat
fırtınalı ve yağmurlu zamanlarda devamlı olarak artı ve eksi cinse değişir.
Ve bununla beraber elektriğin şiddeti, hemen hemen belli miktarda bulunur.
Özetle rüzgarlı havanın ve bulutların elektrik ile yüklü olduğu tecrübeyle
ispatlanmış sayılıyor ise de sebepleri şimdilik varsayımlarda kalmıştır. Bazıları
diyor ki, damıtık su, buharlaştığı sırada hiçbir elektrik alâmeti görülemediği
halde, alkali bir sıvının buharlaşması esnasında buharı artı ve eksi elektrik
ile yüklü oluyor. Şu halde yeryüzünde bulunan denizlerin ve göllerin sularında
az, çok tuz bulunduğu ve bunların devamlı olarak buhara inkılab ettiği açıkça
ortada olmakla rüzgarlı havanın bu sebeple artı elektrik ile yüklü olduğu
sanılıyor. Diğer bazıları ise yerküresini büyük bir galvanizme cihazı sayarak
kütlesinde meydana gelen kimyevî tesiri kendisini eksi elektrik ile yüklemiştir
ve bu sebeple yüzeyine temas eden rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü
olur, demişlerdir. Bundan dolayı özel bir tecrübe ile açıklandığına göre su
ile bulut birbirine dokunduğu zaman daima bir elektrik akımı hasıl olur. Bunun
da suda boş bulunan yabancı maddelerin cinsine göre bazan eksi ve bazan artı
olduğu ve bulutlar da denizlerden ve göllerden uçan su buharının sıkışmasından
meydana geldiği için ona göre bazısı artı ve bazısı eksi elektrik ile yüklü
bulunur. Yeryüzü de yukarda geçtiği üzere tabii olarak eksi elektrik ile yüklü
bulunduğundan, yüzeyine dokunan rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü olur,
demektedir. Özetle hava elektrikleniyor, bulutlar elektrikleniyor. Ve bu elektrikler
gerginleşip geriliyor, havanınki çoğunlukla bulutların tesiriyle gerildiği
halde bazan harici bir vasıta ile de oluyor. İki bulut arasında veya bulutla
hava arasında böyle artı-eksi iki zıt ve gerilmiş iki elektriğin karşılaşmasında
artı eksiye hücum ile eksinin onu çekmesinden sadme ve kıvılcım, gök gürlemesi
ve şimşek meydana geliyor.
Görülüyor
ki ses, ısı, ışık ayrı ayrı birer tabii amil görünürken, hepsi bir harekete
dönüşüyor. Hareket cisimlerin kütlesinde olduğu gibi en ufak parçalarında,
atomlarında da oluyor. Hareketin kaynağına yani hareket ettirene (muharrike)
de kuvvet adı veriliyor. Ve her hareket özelliğine göre bir kuvvetin eseri
sayılıyor. Demek ki "esasında elektrik bir kuvvettir" denildiği
zaman, "bir muharriktir" denilmiş oluyor. Din dilinde ise bu muharrike
daha güzel bir deyim olmak üzere "melek" deniliyor. Şu kadar ki
melek denilirken, ruhanî bir idrak eden muharrik tasavvuru da eklenmiş oluyor.
Zaten kuvvet denildiği zaman, bizzat muharrik ve kendisini anlayan ruha kadar
gitmemek mümkün değildir. İşte bu olaylardaki körlüğü bir ilim kudretiyle
düşündüğümüz zaman gerçeği bulmuş olursunuz. Elektriğe ait birleşme de bir
idrak edicinin esir (cevher) baskısıdır. Buna göre bu açıklamalara bile lüzum
kalmadan pek iyi anlaşılır ki, zorlama meleği, yanma meleği, meleğin çekmesi,
zıtlaşma kayıtlarıyle dinî dilde ilk olarak rivayet edilen esas tabiat ötesi
kuvvet görüşüyle bu, fennî açıklamanın özüne uygundur. Evet artı elektriği,
eksi elektriğe saldırtan o zorlayıcı melektir. Ve bu bir darbe (vuruş)dir.
Bundan çıkan ses (gök gürlemesi) o meleğin kendisidir. Şimşek de bir yanma,
bir kıvılcımdır. Ve bunların bütün sırrı, zıtlaşmayı kaldırmakla birliği,
hak olan emre uymayı temin oluyor. Yıldırıma "yıldırım" denilmesi
de çarpıp yakması, mahvetmesi, yani fiili dolayısıyledir. Açıkta bize göründüğü
gibi gök gürlemesi, şimşekden sonra değildir. Gerçekte ve Allah katında gök
gürlemesi ve şimşek birliktedir. Hatta gök gürültüsünün, olayın aslına göre,
bir öncelik durumu bile vardır. Elektrik, şimşeklikten önce gök gürlemesi
ve titreşimdir. Bulutlar ve hava, daha önce bununla içlerinden titreye titreye
geriliyorlar ve bu olayda birbirlerine saldırırken toplu hareketle değil,
önce içten içe bu titreyişle, bu titreşim ve sarsılma ile saldırıyorlar. Sonra
gök gürlemesinin sesi kulaklara ulaştığı zaman yıldırımı hatırlatan titretici
bir tesir ile beraber onun artık geçtiğini bildiren bir müjdesi de vardır.
Sonra âyette zulümât (karanlıklar) ve savâık (yıldırımlar) çoğul yapıldığı
halde ra'd (gök gürültüsü) ve berk (şimşek)in tekil getirilmeleri de dikkate
değerdir.
20-Bunların
bu sıradaki hallerini hiç sorma şimşek hemen gözlerini çarpıp alıverecek onlara
parlayıverdikçe ışığında yürürler, başlarına karanlığı çökerdiği vakit de
dikilir kalırlar. Allah dilemiş olsaydı kulaklarındaki işitme ve gözlerindeki
görme özelliklerini de alıverirdi. Buna şüphe mi var? Allah Teâlâ her şeye
kâdirdir: Kudreti her şeye ve daima yetişir. Allah'ın güzel isimlerinden biri
de kadîr ism-i şerifidir ki, pek kudretli, hem de daima kudretli demektir.
Kudret,
fiil ve terkin sıhhati demektir. Bu ölçü ile kuvvetten ayrılır. Çünkü kuvvet
bir yöne, kudret ise her yöne bakar. Mesela bir taşın yuvarlanışı kuvvetledir.
O yuvarlandığı yerden dönemez. Kudret ise sağa giderken, tersine de gidebilir.
Yaparken bırakabilir. Özetle kuvvet mecburiyet ve çaresizlik; kudret ise seçme
ifade eder.
"Şey",
mevcut demektir, bunda ma'dum (yok olan)a şey denemez. Bilinmesi ve haber
verilmesi doğru olabilen mânâsına da gelir. Bu mânâ ile mümkün olan "yok"a
da şey denebilir. Fakat bizzat mümteni' (olamaz) olan yok, hiçbir şey değildir.
O, ne bulunabilir, ne bilinebilir, ne haber verilebilir. Lügat bakımından
aslı "meşiyyet"ten "sıfat-ı müşebbehe"dir ki "şâi"
dileyen, "meşiy" dilenmiş mânâlarına gelir. Eşyaya, şey denilmesi,
ilâhî dilemenin ilgisi itibariyle "meşiy" (dilenmiş) olduğu içindir.
Bu mânâca Allah'a "şey" denmez. Fakat "şâi = dileyen"
mânâsına olarak "şey" denir. Buna göre "herşeye kadirdir"
ifadesinde Allah dahil değildir, fakat "herşeyi bilicidir"de dahildir.
Bu açıklamadan sonra, "Allah Teâlâ kendi gibi bir Allah daha yaratabilir
mi?" tarzında bir kuruntuya düşme akla gelemez. Zira o mümteni' (olamaz)dir,
şey değildir. Yaratılan, yaratan olamaz. Hem sonradan yapılsın, hem ezelî
olsun! İşte imtina', muhal (olamaz) buna derler. Allah Teâlâ öyle bir vâcibü'l-vücud
(varlığı lüzumlu)dur ki, O'nun lâşerîke leh (ortağı yok) olan birlik sıfatını
kaldırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu, O'nun zatına mahsus kemalidir
ve bütün sıfatları da böyledir. Şu halde böyle her şeye gücü yeten Allah Teâlâyı
yarattığı gözleri, kulakları alıvermekten kim yasaklar? Bunu bilmeli, Allah'a,
Peygambere, iman sahiblerine hile yapmaktan, fesat çıkarmaktan sakınmalı.
Sakınmak için yıldırımı gözetmemeli, gök gürültüsü ve şimşekten önce Allah'tan
korkmalıdır. Bu âyetten sonra gelen "Ey insanlar ibadet ediniz."
genel hitabı ne kadar edebî oluyor!
İşte
Cenab-ı Hak münafıkların durumunu bir de böyle "sayyib = yağmur"
meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i mürekkeb (temsilî benzetme)
olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik aranılmayarak hepsinde münafıkların
hayretini, şaşkınlığını hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i
mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle ki:
İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin gönderildiği
zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm'a karşı olan kâfirlerin şüpheleri
karanlıklara; dinin va'di ve vaîd (korkutmas)i şimşek ve gök gürültüsüne;
kâfirlerin ve münafıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara
benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a münafıkların bakışını ve fırsat buldukça
ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin nüzûl sebebi hakkında,
yahudilerin de bazı rivayetlerde bahis konusu edildiğini görüyoruz.
Buraya
kadar Cenab-ı Allah, ilk önce ve bizzat Resulüne hitap ederek, hitap ve hidayet
kabiliyeti nokta-i nazarından insanların sınıflarını ve her birinin durumlarını,
ruh hallerini, sonuçlarını açıklayan bir tasnifini; bütün ilimlerin ruhunu
ve Kur'ân'ın hikmet ilminin aslî hatlarını içine alan gayet derin ve gayet
ayrıntılı bir bilgi bahsini ihtiva eden şümûllü aydınlatma ile beraber, küfrü
huy edinen inatçı kafirlerle, şüphe ve bozgunculuğu huy edinen münafıkların
yola gelmiyeceklerini, korunamayacaklarını ve bunun için Kur'ân'ın hidayetinin
Allah'tan gereğince korkanlara tahsis edildiğini ilan ve anlattıktan ve temsillerle
genel davetin gereğine uyardıktan sonra, teklifin genel olduğunu, sorumlulardan
hiçbir sınıfın bunun dışında kalamayacağını, korkutma ve korkutmama onlar
için eşit olsa da, Peygamberin görevi açısından eşit olmadığını anlatarak,
bütün insanlara hitap tevcih ederek aşağıda olduğu gibi ilk emrini vermiştir.
Meâl-i
Şerifi
21-
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın)
azabından korunasınız.
22-
O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi,
onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile,
Allah'a eşler koşmayın.
23-
Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi
onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın;
eğer doğru iseniz.
24-
Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar
ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.
25-
İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine
ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında:
"Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin
benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onların.
Hem onlar orada ebedî kalacaklar.
21-Bu
âyetin, Fâtiha sûresindeki "âlemlerin Rabbi" vasfının isbatına,
"ancak sana ibadet ederiz" antlaşmasına, sonra da Bakara sûresinin
başındaki "müttakiler için bir doğru yoldur" fıkrasına ve nihayet
üç kıssanın tümüyle yağmur temsilinin içerdiği gayeye ne kadar uygun olduğunu
hatırlatmaya lüzum yoktur. Kur'ân'ın tertibine göre bu âyet Allah Teâlâ'nın
açık olarak ilk emrini içeriyor ki bu emir, İslâm binasının temel esası olan
kulluk ve rabblık birliğinden başlıyor. Ve ulûhiyetin rububiyyete, rububiyyetin
yaratıcılığa bağlılığını gösteriyor ve yaratıcıyı isbat ediyor. Ve hemen ardından
da nübüvveti ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğruluğunu isbat ve müdafaa ediyor.
Ey
insanlar! Akıl ve erginlik ile insanlığın ilk kemal basamağına basmış olanlar!
Bakınız, gerek "ancak sana ibadet ederiz" antlaşmasını vermiş olsun
gerek olmasın hepiniz mümin, kâfir, münafık, hangi sınıfa, dünyadaki kavimlerden
hangi kavme mensup olursanız olunuz, fakir-zengin, âlim-cahil, hangisinden
bulunursanız bulununuz hepiniz her zaman şu emirle sorumlusunuz: sizi ve sizden
öncekileri, babalarınızı, analarınızı, bütün atalarınızı, dedelerinizi ve
diğerlerini baştan sona yaratan Rabbınıza, âlemlerin Rabb'ine ibadet ve kulluk
ediniz, sevgi ve korkunun kemaliyle, en güzel edep ve saygı ile ona boyun
eğiniz ve O'nun emirlerine, hükümlerine uyunuz. sözünü verenler onu ifa etsin;
vermeyenler, vermeye çalışsın; ona ibadet ve itaat ediniz ki gerçekten korunabilesiniz,
gerçek muttakilerden olmanızı ümit edebilesiniz. Yoksa yıldırımlar gibi âlem
hadiselerinden, ölümden korkmakla, kulak tıkamakla asla korunamazsınız. Dikkat
ediniz. buyuruluyor. Bu ise ümit ifade eder. Bu şekilde de korunmanız bir
kuvvetli ümit olarak gösteriliyor da, "korunacağınızdan emin olunuz"
denilmiyor. Çünkü ilâhî iradeyi hiçbir şey şarta koşamaz. Siz ibadetinizle
onu korumaya mecbur edemezsiniz. Ubudiyet (kulluk) kanunu çoğunluğa ait bir
kanundur. Asıl koruyacak olan Allah'ın lütfu ve rahmetidir. İbadet ilk önce
yaratılışınızın, terbiyenizin bir teşekkürüdür. Bunun Allah'ı mecbur edecek,
minnet altında bırakacak bir gerektirici kudreti yoktur ve zaten Allah'ın
layık olduğu şükür ve kulluğu kâmil bir şekilde eda da edemezsiniz. Şu halde
"ibadet ediyoruz" diye her sonuçtan emin olmayınız, ancak ümitvar
olunuz ve ümidinizi Allah'tan başkasına bağlamayınız ve Allah'ı tanımak için
yaratılışınıza ve terbiyenize bakınız. O zaman bilirsiniz ki, bir yaratıcınız
ve Rabb'iniz var. Hem sizi ve hem sizden öncekileri yaratan O'dur.
22-
O, öyle lütufkâr bir yaratıcıdır ki şu altınızdaki yeri size bir döşek yapmış,
sizi orada yaratmış, yetiştirmiş, üzerinde her türlü rahatınızın sebeplerini
temin etmiş yatıp kalkıyor, uyuyup uyanıyor, dayanıp oturuyorsunuz, o altınızdan
alınıvermiş olsa nerede karar ederdiniz? Kâşânelere yığdığınız kaba döşekler
neye yarardı? İşte yeryüzü size böyle bir döşek başınız üstündeki süslenmiş
gök kubbeyi de bu döşeği ihtiva eden büyük, muhteşem bir bina yapmış. İnsan
olup da bu bina içinde o döşeğe kurulmayan var mıdır? Bu binanın yanında fakirlerin
imrendiği, zenginlerin gururlandığı diğer binaların, konakların, sarayların
ne önemi olabilir? Büyük, küçük, zengin, fakir sizin hepiniz aynı hanede oturan
ve bir döşekte yatan bir aile değil misiniz? Kimin binasında, kimin döşeğinde
yattığınızı düşünürseniz, hangi Mevlâ'nın kulu olduğunuzu ve olmanız gerektiğini
bilirsiniz.
İşte
bu bize gösteriyor ki, sema bütün yeryüzünü kaplıyor ve yeryüzü binadaki bir
döşek gibi onun içindedir. Başka bir âyette "Göğü (düşmekten) korunmuş
bir tavan yaptık." (Enbiya, 21/32) buyurulmuş olması, burada binanın
"sakf" (tavan) ile açıklamasını gerektirmez. O da gökyüzünün diğer
bir değeri, diğer bir vasfıdır ki, tavan gibi daima başımız üstünde görülmesi
şerefidir. İş sade bu kadar mı ya?
Burada
zamir ile demek gerekirken, açık olarak buyurulması, bundan maksadın önceki
"semâ" olmadığına işarettir. Zira herhangi bir şeyin üstünde olan
şey, altındakinin semasıdır. Hatta evin tavanına bile semâ denilir. Yani bir
de yukardan, o semâ tarafındaki bulutlardan bir su indirip de bu su sebebiyle
size türlü (türlü) meyvelerden, mahsullerden rızık çıkarmaktadır. Siz, o bina
içinde, o döşekte yuvarlanırken bu sudan içer ve bu sayede yetişen meyvelerden,
tahıllardan ve diğer yemişlerden kısmetlenirsiniz. Bakınız, Rabb'iniz nasıl
bir Rahmân'dır. Siz bu saydıklarımızı hep bilirsiniz, bunları bilmek için
başkaca okumaya veya derin felsefeler yapmaya hiç de lüzum yoktur. o halde
siz bunları ve yaratıcıdan başka Allah olamayacağını bilip dururken, Allah'a,
bir olan o hak mabuda denk aramaya, benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya
ve Fir'avn'ın yaptığı gibi yerde, gökte dürbünlerle Allah aramaya kalkmayınız
da, bu emri veren ve bütün bunları yapan ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan
yaratıcınız, Rabb'ınız, Rahmân ve Rahîm bir Allah'a tevhid ile ibadet ve kulluk
ediniz.
"Endâd"
kelimesi "nidd"in çoğuludur. "Misil" ve "emsâl"
gibi ki, mânâları birdir. (ca'l) tabiri gösteriyor ki, Allah'a hangi şeyden
olursa olsun "misil" (denk) tasavvur olunursa uydurma olur; hak
olmaz, batıl olur. Bunu bile bile yaparsanız korunanlardan olamazsınız, inatçı
kâfirlerden olursunuz.
Buna
karşı birtakım insanlar: "Evet Allah belli ama, bize böyle emrettiği
ve peygamber gönderdiği ve Muhammed el-Emîn'in Peygamber ve Kur'ân'ın Allah
kelamı olduğu ne belli? Bu bize şüpheli geliyor, kuşkulanıyoruz, bunu bile
bile değil, bilmediğimizden, şüphe ettiğimizden inkâr ederiz." dediler
ve daha diyebilirler. Bunun için Cenab-ı Hak genel olan bu tevhid ve kulluk
davetinin ardından Resulünün peygamberliğini ve ona bahşettiği Kur'ân'ın ilâhî
delil olan "lâraybe fîh" (kendisinde şüphe olmayan) bir ebedî mu'cize
olduğunu açıkça göstermek için, şüphesi olanlara karşı açıktan bir musabaka,
bir yarış ilan ediyor ki buna "tehaddî (meydan okuma) mu'cizesi"
denir. Şanlı Peygamber Efendimizin mucizeleri gerçi çoktur. Fakat maddî ve
zamanla ilgili olan mucizelerin kuvveti ve faydası genel değildir. Onun kuvveti,
bulunduğu zamanın ve muhitin dışına çıkamaz. Sonradan işitenler, "bu
akla uymuyor" diye inkâr da edebilirler. Nitekim öyle de oluyor. Bir
de beşeriyetin dinden istifadesi asıl harikalara sarılmak değil, Allah'ın
sünnetine, devamlı ve akla uygun kanunlara sarılmaktadır, yani ilimdedir.
Harikalar, kulların zor zamanlarında Allah Teâlâ'nın özel yardımıdır. Hidayetten
gaye ise zorluktan kurtarmadır. Şu halde mucizenin en önemlisi ebedî, aklî
ve ilmî kıymeti içeren mucizedir. Bu mu'cize ise Kur'ân'dır. Cenab-ı Allah
Resulüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile bildirmiştir ki, Kur'ân'-ın hiçbir
insan, hatta bütün insanlar benzerini yapamazlar. Bu, bizzat ilâhî vaad ve
taahhüd altındadır. Kur'an herhangi şekilde bir kelam farzedilirse edilsin,
en (büyük) dâhî sayılan edipler, filozoflar ve şairler onun benzerini yapmaya
kalkışırlarsa aciz kalırlar. Kur'ân'da o kadar fevkalâdelik görmek istemeyen
körler veya kinciler ne farzederlerse etsinler, Kur'ân ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları
zaman mağlub olagelmişler, hiçbir şey yapamamışlardır. Allah Teâlâ kudretlerini
derhal bağlamış veya esasen hiç vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti
vermiş ve asırlardan beri de bunu isbat etmiştir. Dünya kuruldu kurulalı geçmişle
ilgili bu kadar büyük ve bu kadar eşsiz bir haberi, bu kadar ciddiyetle peygamberlerden
ve bilhassa son Peygamber'den başka hiçbir kimse isbat etmeye değil, ortaya
atmaya bile cesaret edememiştir. Çünkü "yalancıların mumu yatsıya kadar
yanar". Şarlatanlar, geçici bir zaman için parlar, söner. Napolyon Bonapart
Mısır'a geldiği zaman savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları bir mu'cize
sanarak: "Ben Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan idi,
fakat ben daha büyüğüm." demişti. Bu gururu, bu boy ölçüşmeye kalkması
sonuçta Akkâ kalesinden başlayarak kırılmaya yüz tuttu, nihayet söndü gitti
ve o zamandan beri Fransızlar onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle
(bu durum) Kur'ân'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin
ebedî bir kanunu ve delilidir. Cenab-ı Allah bu delili hatırlatıyor ve Muhammedî
nübüvveti, Kur'ân'ın hak olduğunu te'yid ederek ve insanlar içinde bunda şüphe
edenleri kastederek buyuruyor ki:
23-
Ve eğer has kulumuz, mümtaz kulumuz Muhammed Mustafa'ya, doğruluğuna, eminliğine
bu ana kadar herkesin inanmış olduğu sevgili Resulümüze verdiğimiz peygamberlikten
ve bunun fermanı olmak üzere parça parça indirmekte olduğumuz Kur'ân'dan bir
şüphede bulunursanız, bir kuşkuya düşerseniz, mesela "Vahiy inanılır
şey midir? Allah kitap gönderecek olsa böyle mi gönderir? Böyle parça parça,
âyet âyet, sûre sûre kitap inmek nasıl şey? Bunlar bize maddî ilimlerden ne
öğretiyor? Altın madenlerinin nerelerde olduğunu mu gösteriyor? Kimyaları
mı buluveriyor? Bu bir şiir değil midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz
mı? Buna göre Muhammed ya bir şair gibi ara sıra bunları kendi söylüyor da
"Allah gönderdi" diye bizi aldatıyor veya kendi aldanıyor mu? Gerçi
Muhammed'in şimdiye kadar aklı da vardı, doğruluk ve inanılırlığı da vardı.
O, ne aldanır ve ne aldatırdı. Tecrübe böyle ama, ne çıkar? Tecrübe geçmişi
gösterir. Olabilir ya belki bugün bozuldu, aklını kaçırdı veya ahlâkını değiştirdi.
İhtimal, artık kurnazlığa kalkıştı. Hâsılı ne tarafından baksak kestiremiyoruz.
Her halde bunun kendisinden olması ihtimalini yenemiyoruz. Allah'tan geldiğinde
şüphe ediyoruz. Bile bile değil, fakat hakkımız olan böyle bir kuşku ile onu
tanımıyoruz. Çünkü müsbet olmayan bir şeye inanmak da budalalıktır, akıl kârı
değildir." gibi birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun da isbatı kolay.
Bunda da derin derin felsefelere, hayallere dalmaya gerek yok eğer bunu bir
insan yapabilirse, haydi bunun gibisinden bir sûre getiriniz. Yani üslubda,
belağat ve bedaetde Kur'ân sûrelerine benzer ve tam onun eşi bir sûre de siz
bulunuz. Ve ona tam benzemek için söyleyen de o kulumuz gibi ümmî (okuma-yazma
bilmeyen) ve onun gibi ahlâklı olsun. Okuyup yazarlardan, tahsil görenlerden,
şairlikle uğraşanlardan olmasın. Haydi bu son şartı da kaldıralım, size izin
verelim, genel olarak herhangi bir şahıstan olursa olsun böyle bir sûre getiriniz,
Ve hatta Allah'tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız
ne kadar mabutlarınız, iktidarını farzettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz,
edipleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı size baş,
el, ayak olmak isteyecek ne kadar yardakçılarınız, şahitleriniz, önderleriniz
varsa hepsini de çağırınız.
"Şüheda"
kelimesi "şehid" kelimesinin çoğuludur. "Şehid" ise, hazır,
şahit, nâzır, örnek mânâlarına gelir ki, burada herhangi birisi demektir.
eğer davanızda sadık iseniz. Yani bu konuda şüpheye yer olduğu fikrinde haklıysanız
bunu yapmanız ve yapabilmeniz gerekir. Bir insanın kendiliğinden yaptığı bir
şeyi veya daha iyisini diğer insanlardan herhalde bir yapan bulunur. Alışılmış
olan budur. Görmez misiniz filozoflar bile, "tabiat düzenidir" derler.
Siz de zaten böyle demekle şairlerde, filanlarda aynıları var demek istiyorsunuz.
Varsa haydi bulun getirin, bugün değilse yarın getirin, öbür gün getirin.
24-
yok eğer bunu yapamazsanız, aynını getiremezseniz ki hiçbir zaman yapamayacaksınız.
Kıyamete kadar yapamayacaksınız. Yapmanız mümkün değil ya, mümkün olsa da
yapamayacaksınız, Allah yaptırmayacak. O halde çırası insanlar ve taşlar olan
o dehşetli ateşten sakınınız ki bu ateş, bu cehennem ateşi kâfirler için hazırlanmıştır.
Bedâhet
(apaçıklık), şühût (görme), aklî delil getirme, tecrübe, haber; bunlar ilmin,
yakînin en önemli araçları, ölçüleridir. Siz bir olay görüyorsunuz, işte kitap,
bunun nazmındaki yüksekliği de bizzat anlayanlar apaçık görüyor, diğerleri
de bunlardan duyuyor. Şimdi Allah'dan, Peygamber'den Kur'ân ile bu haberi
de işitiyorsunuz. Tecrübe de yapınız ve cereyan eden tecrübelere de bakınız.
Göreceksiniz ve hatta gördünüz ki, bunun aynı yapılmadı ve yapılmıyor ve yapılmaz.
O halde şüphe etmeye ne hakkınız kalır? Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan
şüphe, vesveseden veya ahlâksızlıktan başka ne olur? Gerçi siz vahyi bizzat
tecrübe edemezsiniz. Çünkü o, Allah'ın bir özel ve yüksek olayıdır. Peygambere
peygamberlerden başka örnek bulamazsınız. Fakat onun eserlerini tecrübe edebilirsiniz.
Zaten ilmî ve fennî tecrübelerin çoğu da böyledir. Güneşin doğduğunu ışığından
anlarsınız. Böyle bir tecrübe size olay sebebinin genel ve umumî mi, yoksa
tek ve yüksek bir şey mi olduğunu anlatır. İşte Allah Teâlâ bu haber verişiyle,
bu uyarmasıyle size vahiy eserini tecrübe etmek için bir özel ölçü veriyor,
çünkü hepsini tecrübe etmeye kalkarsanız ömrünüz yetmez ve doğru yolu göstermenin
faydası olmaz. Onları da asırların tecrübesi gösterecek ve isbat edecektir.
Şu halde siz bu özel ölçüden istifade edebilirsiniz. Bilhassa emir ve kat'i
ihbarının kapsamına dikkat ediniz. Sizi bir zorbanın zorlayıcı kuvvetiyle
bağlamıyor, ikinizi bir yere getirmekten men etmiyor. Hür, seçme sahibi, serbest
bırakıyor. Haydi şairlerin ve diğerlerin sünûhat (içe doğmalar)ına veya gafillerin,
kendini bilmezlerin, sahtekârların, şarlatanların aldatmalarına benzer gibi
kuruntuya düştüğünüz ve bundan dolayı şüphelendiğiniz Kur'ân'ın ve hatta bir
sûrenin dengini getirmek için elinizden geleni yapınız, diyor. Ve yapamayacağınızı
da, gerçeğin kıyasınız gibi olmadığını da öyle bir kesinlikle haber veriyor
ve bunun yalan olamayacağını öyle bir yakîn ile söylüyor ve sonuçta fiilen
isbat da ediyor ki, bundan büyük yakîn olmaz, bundan büyük ilim olmaz. O halde
vahyi bir kerre diğer şairlerin falanların içe doğmalarına benzetmeye asla
hakkınız yoktur. Nihayet şunu diyebilirsiniz: Muhammed (s.a.v.) gibi bir insan
daha yok ki, bulalım da ona söyletelim. Ona Allah öyle bir akıl, öyle bir
kuvvet vermiş ki, onu kimseye vermemiş, o fevkalâde yüksek ve bütün insanlardan
seçkin bir yaratılışla yaratılmış da, bunları o sayede yapıyor ve fakat yine
kendi yapıyor, diyeceksiniz. Öyle ise diğer şüpheleri bırakıp bir kerre bunu
tasdik ediniz, ettikten sonra bir daha düşününüz. Böyle bir zat size o fevkalâde
seçkin yaratılışın kendi zatıyla ilgili olmadığını söylüyor. Bununla bir gurur
duyup size çalım satmıyor, o kudret ile sizden dünya istifadeleri istemiyor.
"Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisini
diliyorum." (Şûrâ, 42/23) diyor, zorbalık davasına kalkışmıyor, en olgun
bir tevazu ile: "Ben Allah'ın bir kulu ve Resulüyüm." diyor ve sonra
kesin bir yakîn ile "asla yapamayacaksınız" diyor ve asırları keşfediyor.
O halde onun seçkin aklına ve benzersiz kuvvetine itimat ederek verdiği vahiy
haberini tasdik etmeniz gerekir. Eğer Allah'a inanmıyorsanız, onda şüpheniz
varsa, böyle bir aklın şehadetiyle ona inanmanız ve kulluk etmeniz gerekli
olur. Ve eğer Allah'a inanıyorsanız, bunu doğrudan doğruya Allah'ın yaptığını,
kendini ve emirlerini bildirmek için gönderdiğini öncelikle tasdik etmeniz
lazım gelir. Onu tasdik etmemek için aklî, tecrübî, ilmî, fennî, mantıkî hiçbir
şüpheye imkan bulunmadığını anlamanız gerekir. Bunu bilmez, hala şüphe davasından
vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna inadınızdan, şahsî maksatlarınızdan,
ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz ve hiçbir mazereti bulunmayan kâfirlerden
olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir olduğu gibi, haksız yere şüphe
edenler de kâfirdir. O halde şunu biliniz ki, kâfirler için hazırlanmış bir
ateş, bir cehennem vardır ki, o korktuğunuz, kulaklar tıkadığınız yıldırımların
hiç birine benzemez. O ateş, çırası insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık
bundan kendinizi sakınabilirseniz sakınınız.
Kur'ân'ın
bu "asla yapamayacaksınız" ile haber verişi o günden bugüne kadar
bin üçyüz kırkdört senelik bir tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir ebedî
mucizedir. Bu meydan okumanın i'cazı karşısında yarıştan vazgeçilmiş, silâhlar
çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler, masraflar
tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak
aldatmaca ile Kur'ân irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı
ilâhî adalet elbette yerini bulacaktır, o ateş sönmemiştir. Bu âyette "ve'l-hıcâre"
kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe yoktur. Gerçi bu "hıcâre"den
kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem ateşini tutuşturmaya sebep
olan "vekûd"ün insanlar ve ibadet edilen heykeller olduğu beyan
ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar bulunduğunu
da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş kömürleri" olduğunu
söylüyorlar. "Vekûd", ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, paçavra,
odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir.
Bakınız
Kur'ân'a ait beyanatlar ne kadar canlıdır! Tamamen ilmî ve mantıkî ve felsefî
olan ve bir ilâhî felsefenin temelini teşkil eden bir konu mantıkî, ruhî ve
âfâkî (objektif, nesnel) delillerinin kökleriyle hem vecîz, hem gayet basit
ve güzel bir şekilde nasıl anlatılmıştır! Yüksek bir minberden büyük ve çeşitli
bir cemaate hutbe okuyan, va'zeden, ders okutan, bildirimler yapan, hükümler
koyan fevkalâde belağatlı bir hatibin, gereğine göre kâh sağa, kâh sola ve
kâh merkeze dönerek, sırasında hepsine ve sırasında bir kısmına, kâh muhaliflerine
ve kâh muvafık (kendine uyan)larına ve kâh hepsinin karşısında özel yaverine
hitap etmesindeki açık ültimatomları kulaklarda temsil ettirir. "Ey insanlar!"
çağrısıyle başlıyan genel hitap lahzalarında özel bir şekil aldı. Ve nihayet
acı bir inzar ile tamam oldu derken gülüyor, bir özellik daha alıyor ve hâs
kuluna nazar ederek buyuruyor ki:
25-
Bu atıf vâvı, yukardaki âyetlerin mânâsından anlaşılan lâzimî mânâya işarettir.
Şöyle ki: "Habibim (Resulüm)! Sen de insanlardansın ve genel olan iş
bu ibadet ve kulluk emriyle sen de emre tabisin. Bununla beraber senin bir
özelliğin var. Sen benim özel ve seçkin kulumsun. Peygamberlik gibi bir özel
vazifen var. İşte bu seçkinliğin fermanı olan bu Kur'ân'ı ve bu meydan okuma
mu'cizesini gördün ya, bunu al ve senin için hiçbir korku, hiçbir keder olmadığını
anla. Bütün insanları emrine davet et, mu'cizeni göster. Yola gelmiyenlere
bu korkutmamı tebliğ et! Bundan başka bir de erkek olsun, dişi olsun iman
edip de iyi işler yapanlara, bir Allah'a kulluk imanına yaraşır, akla ve nakle
uygun güzel ameller işleyenlere de şunu müjdele!
"Sâlihât"
kelimesi "sâliha"nın çoğuludur. "Salih" aslında iyi, yaraşıklı,
aklen ve naklen doğru, hayırlı mânâsına sıfat iken nakil tâ'sı ile ("hasene"
kelimesi gibi) "güzel amel= güzel iş" mânâsına isim olmuştur ki,
kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır. Ve burada iman ile amelin
az çok bir farkı anlaşılır. Fakat müjdeleme sadece imana değil, tümüne yapılmıştır.
Amel imandan bir cüz' (bölüm) değilse de, amelsiz müjdeleme hakkı olmadığı
da anlaşılıyor. Sonra müzekker cemi'lerinde tağlib vardır ki erkekleri ve
kadınları içine alır. Bu kapsamı ilerde (Ahzab, 33/35) gibi âyetlerle anlarız.
Kısaca
iman ile iyi amelleri (amâl-i sâlihayı) birleştirenlere şunu müjdele ki onlar
için cennetler var. Yani içine girilmeden görülmez, gizli, çok değerli bağlar,
bahçeler var. Bunların tümünü kapsayan ahiret vatanına, sevab evine "cennet"
denilir. Cennet aslen lügatte masdar binâ-i merredir ki "bir örtüş",
"bir kerre setr" demektir ve bu maddenin bütün müştakkâtında (türevlerinde)
bir nevi "örtme" mânâsı vardır. Nitekim "cin", herkese
görünmez gizli bir çeşit yaratık. "Cinnet", aklın kaybolması; "cen"
kararmak, görülen eşyanın bakıştan gizlenmesi demektir. İkinci olarak "cennet"
bir örtü mânâsından zemini görünmez, gayet girift ağaçlarla örtülmüş bahçe
ve bostana söylenmiştir. Üçüncü olarak din dilinde, dünya gözüyle görülemeyen
Hak gaybda gizli "dâru's-sevab" (sevab yurdun)ın ismi olmuştur ki,
Kur'ân'da "el-Cennetü" denildiği zaman bu ortaya çıkar. Fakat "elif
lâm = "sız olarak "cennetün" denildiği zaman yerine göre kâh
bu ve kâh ikinci mânâya gelmiştir. "altından ırmaklar akan cennetler"
denildiği zaman da "el-Cennetü"nün cevabı ve mertebeleri kastedilir
ki, burada öyledir.
Bunlar
öyle büyük ve geniş cennetlerdir ki altında mesela dünyadaki Nil, Fırat, Ceyhun,
Seyhun nehirleri gibi büyük büyük ırmaklar akar. Öyle küçük çaylar, su kanalları,
arklar değil, nehirler. Halis temiz su nehri, taze süt nehri, safi bal nehri,
sarhoş etmez, aslı tasavvur olunmaz, içeceği temiz nehir akar, bu cennet bahçelerinin
ayrıntılarını sormak mı istersiniz? Bunlar tarif edilir şeyler değildir. Onlar
da: "Hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamış, hiçbir beşerin kalbine
gelmemiştir." (hadisinde dile getirilen) şeyler vardır. Çünkü insanlar
örneğini görmedikleri şeyleri anlayamazlar. Bunun için şimdilik şu kadarını
anlayınız ki: o güzel amel sahibi müminler bunlardan, bunlardaki meyvelerden
bir rızık ile rızıklandıklarının her defasında ha bu, o rızık o nimet ki,
bize bundan önce -yani dünyada da kısmet olmuştu diyecekler. Ve her alışta
onu başlangıçta dünyada rızıklandıkları nimet türünden görecekler. Çünkü iman
ve amellerinin sevabıdır. Gayıbdaki o bahçeleri, dünyadaki bu iman ve amel
ile yetiştirdiler ve bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok görülür
ve hatta tadılır. Nitekim "Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan
kimse için iki cennet vardır." (Rahmân, 55/46) buyurulmuştur ki, biri
dünya, biri ahiret cennetidir. Gerçekte insanların hepsi Allah'tan korkmuş
ve ona göre amel etmiş olsalardı, dünyanın da her tarafı bir cennet kesilirdi.
Fakat Allah'ı ve ilâhî makamı tanıyanlar ve ondan korkanlar için bundan başka
bir cennet daha vardır. Onlar fanî dünyada bu ümit ve müjdeyle hiçbir üzüntünün
altında boğulup kalmazlar. Allah korkusu hiçbir korkuya benzemez. Onun yanında
daima ebedî bir neş'enin zevki vardır, rıdvân (Allah'ın rızası) zevki. Acaba
iki âlemdeki bu zevk, bu semere (meyve) hakikaten aynı çeşitten midir? Hayır
aynı çeşitten değil. benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir benzeyişleri
vardır. Ve önce onlar buna bu benzeyiş halinde sevkolunmuşlardır. Gerçekte
ise aralarında aynı şey olma bakımından büyük farklar vardır. Bu cümleden
olarak biri saf olmayan, diğeri saftır; biri gaybe ait zevk, diğeri mahz-ı
şühût (tamamen görme, görünme)dur. Dünyada bu rızık, bu semere, gölgesiyle
sırf ruhanî ve aklî olarak tadılır. Ahirette ise tam hakikati ile ayn-ı vücut
(aynı varlık) olarak hakka'l-yakîn (gerçekliğinde şüphe olmayan) bir şekilde
tadılır. Bunun için ahiret ruhuma mı, cismime mi diye düşünüp durma, o senin
Allah katında bilinen hakikatinedir. Sanadır sana! Sonuç olarak biri elden
kaçabilir, kesik, sonlu, ebedî olmayan; diğeri kaçmaz, devamlı ve ebedîdir.
Bu âyetin bu iki cümlesi bize gösteriyor ki, dünyada anlayış ne kadar yükselir,
iman ve amel de onunla ne kadar uygun olursa ahirete ait meyveler de o kadar
çok olacak ve o oranda yükselecektir. ve denilmesinde buna büyük bir delâlet
vardır. "Ey Rabbim, ilmimi artır, de." (Tâhâ, 20/114).
Bu
meyvelerden başka onlar için o cennetlerde tertemiz, pampak çiftler, eşler,
yani erkekler için hanımlar, hanımlar için kocalar vardır. Ve bunların hiç
birinde dünyadaki pisliklerden eser yok. Bunlar sadece temiz değil, her yönden
temizlenmiştirler. O zevceler (hanımlar) de ne maddî olan kir, hayız ve nifas
ve diğerleri gibi tabiî, cismanî; ne de ahlâksızlık, geçimsizlik, biçimsizlik,
münasebetsizlik olmadığı gibi kocalar da öyle pampak, tertemizdirler.
Şimdi
diyebilirsiniz ki, aynen böyle değilse de, bunlara hemen hemen benzer bahçeler,
meyveler, kocalar ve hanımlar dünyada olabilir. Vatan denilen şey de böyle
bir cennet gibi olabilir. Evet "Dâr-ı İslâm" (İslâm ülkesi) dediğimiz
müslüman vatanının da böyle olması gerekir. Ve bu âyet sınırlamasıyla buna
da işaret etmiştir. Fakat mesele ve müjde bundan ibaret değil. Dünyadaki bu
İslâm ülkesinden başka asıl bir dâru's-selâm (eminlik evi) vardır ve bunların
birbirinden sizin anlayacağınız en açık farkı şudur: o kâmil iman ve güzel
amel sahipleri bu cennetlerde ebedî ve devamlıdırlar. Bir kere girince artık
bir daha çıkmazlar. Diğer âyetlerde "hulûd", "ebeden"
(ebedî olarak) diye de te'yit edilmiştir. Halbuki dünya vatanı, dünya cenneti
ne olsa elden gidebilir. Kâmil iman ve güzel amel sahipleri İslâm ülkesi olan
vatanlarını Allah Teâlâ'nın izniyle muhafaza ve müdafaa ederler. Ve onu harap
olmaktan mallarıyle, canlarıyle korurlarsa da bunda ilâhî takdir başka türlü
de ortaya çıkabilir ve nihayet bundakilerin hepsi çıkarlar, ölürler, giderler,
bunun böyle büyük küçük kıyameti de vardır. Fakat "eminlik vatanı"
(ahiret cenneti) öyle değil, asıl cennet bahçelerine gidenler orada ebediyyen
kalırlar, ki bütün müjde bundadır. Ve bütün saadet bundadır ve "en büyük
rıdvân" (Allah'ın en büyük rızası) bundadır. "Güzel davrananlara
daha güzel karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 10/26).
Birtakım
kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa rızıktan ve kadından bahsedilmesine
itiraz etmek istiyorlar ve: "Dine ait duygular insanı bunlardan kesip,
yalnız ruhanî lezzetler ile uğraştırmalı." diyorlar. Fakat şurası gariptir
ki, böyle diyenlerin hepsi bu iki cisme ait zevk için can verenlerin yanında
ortaya çıkıyor. Halbuki bu müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü tamamen toplayıcı
bulunuyor. Ve ahiret zevklerinde, dünyadaki zevklerden hiç birinin aynısı,
benzeri eksik olmadığını ve bunun karşısında dünyaya ait şehvetlerin adiliğini,
çirkinliğini de gösteriyor.
Kur'ân'a
ait açıklamaları kötü telakki ile karşılamak isteyenleri hem red ve hem doğru
yola getirmek için şimdi de Kur'ân'ın dilinin üslubu hakkında bir hatırlatma
yapılacaktır. Vaktiyle kâfirlerden bazıları: "Allah her şeyi doğrudan
doğruya gerçekliğiyle anlatıvermeli idi. Temsiller, teşbihler Allah kelamında
yakışır mı? Hem bu temsiller, bu meseller, zübâb (sinek), beyt-i ankebût (örümcek
yuvası) gibi sineğe, örümcek yuvasına kadar iniliyor. bunlar Allah için ayıp
değil mi?" gibi mânâsız sözler söylemişlerdi. Şu halde bunları red ve
herkese gerçeği açıklamak için beyan etmede bazan mesel îrad etmenin kıymeti
bulunduğuna, meselin de bir gerçeği kapsadığına ve bu sebeple Kur'ân lisanında
yerine göre tahkik gibi temsilin de varlığına ve bunların hafife alınmaması,
kötü yorumlara uğratılmaması ve bu yüzden sapıklığa düşülmemesi ve hepsinin
Allah yanında hak olduğuna iman edilmesi gereğine tenbih ederek buyuruluyor
ki:
Meâl-i
Şerifi
26-
Muhakkak ki Allah bir sivri sineği, hatta daha üstününü misal getirmekten
çekinmez. İman edenler bilirler ki, o şüphesiz haktır, Rabb'-lerındandır.
Ama küfre saplananlar: "Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?"
derler. Allah onunla birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola
getirir. Onunla ancak o fasıkları şaşırtır.
27-
Onlar ki, söz verip andlaştıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar. Allah'ın
birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde
bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.
26-Allah'a
mesel yapmak, mesel söylemek yakışmaz mı sanırlar? şu muhakkaktır ki Allah
Teâlâ herhangi bir şeyi mesel olarak söylemekten çekinmez. o şey isterse bir
sivri sinek ve üstündeki kanat ve saire gibi ufak tefek de olsun. Diğer deyişle
küçüklükte üstünü (yani daha aşağısı) olsun. Bununla beraber Kur'ân'ın nazmı
bizim (aşağı yukarı) dediğimiz gibi daha yukarı ve daha aşağı demek de olabilir.
"Darb-ı
mesel" (ata sözü) deyimi, "mesel-i madrûb" yani "söylenegelmiş"
meşhur mesel mânâsına da kullanılır ise de aslında "mesel darbetmek"
yani meseli yerinde kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre "iyice yapıştırmak"
demektir ki, yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir.
Fakat Kur'ân'daki meseller, genel olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller
olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması itibariyle "darb"
tabir olunmuştur. Şu halde burada temsil yerine bu deyimin ve aynı şekilde
"istihya" (utanmak) lafzının kullanılmalarında bile aynı bir tatbikı
vardır. Şunu unutmamak gerekir ki, Cenab-ı Allah mesel ve misali (yani temsil
durumunu) yapmamış olsaydı insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen
şeylerden hiçbir şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî suretler
(biçimler) gerçeğe göre bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki, insan
kendini kendi nefsinde mücerred (soyut) "ben" demekten başka bir
şekilde bilmez. Zira ne hissî, ne aklî, misalî biçimini kapsamış değildir.
Onu alırsa "İnsan insanın aynasıdır." sözüne göre dışından alır.
Demek ki maneviyatın ve aklî gerçeklerin mesel ile anlatımında büyük hikmetler
saklıdır. Bu sebepledir ki, geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha
çoktu. Fakat Kur'ân, histen çok, akla hitap ettiği için tahkîki, açık hükümleri
daha çok tercih etmiş ve bununla beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır.
Ve bunların mühim bir kısmında (özellikle geçmiş kitapların tahrife ve kötü
tefsire uğrayan mânâlarını tahkîk, düzeltme ve akla yakınlaştırma gibi)hikmetler
mevcuttur. Böyle ilmin esası ve mühim, terbiye ve hidayetin sırrı ile ilgili
mesel getirmekten Cenab-ı Allah çekinmez ve şu halde iman ehli olanlar her
zaman bilirler ki, Allah'ın yaptığı mesel, Rablerinden gelmiş olması itibariyle
mutlaka haktır. Bunda ilâhî bir sır muhakkak vardır. Ve ilâhî mesel, muhakkak
bir denklik ve benzerlik tarafı içerir. Bu benzeyiş açık ise onu bilirler;
gizli ise "İlim, Allah katındadır." derler ve doğruluğuna iman ederler.
Hak,
aslında sabit ve aklın inkâr edemiyeceği derecede sabitliği kesin olan demektir.
Varlığı kendisinden olup, başkasından olmayan Hak Teâlâ'dır. O'nun yardımıyle,
onun dışında olanlar da zatında mümkün olanlardır. Bu mânâ ile hak ve hakikat
zaten birdir. İtibarî olarak ayrıdır, ikisinin de çoğulu "hakâik"
gelir. "Hukuk"un tekili olan "hak" da, İslâm'da bu mânâdan
alınmıştır ki, lehde olarak sabit ve vacib olan demektir. Aleyhte olursa görev
ve vecîbe olur. Sözün kısası "hak" fikrin, sözün uyduğu olayın ismidir.
Bununla beraber bu ölçü ile uyuşan söz ve inanca da söylenir.
Küfür
ile nitelenmiş olanlara gelince Allah bununla, bu garip belirsiz mesel ile
ne demek istemiş sanki? Bundan kastı nedir? derler. Bir taraftan hafife almak,
diğer taraftan hidayeti kötü yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar,
Allah'ın ne kastettiğini öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple
birçoğunu sapıklığa düşürür, onları sapkın yapar, istedikleri sapıklığı yaratır.
Birçoğuna da hidayet verir, onlara da hidayet yaratır. Zira hâlık (yaratan)
birdir, o da her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır. Hidayetin yaratıcısı Allah
olduğu gibi, sapıklığın yaratıcısı da Allah'tır. Allah yaratmasaydı ve herkesi
hidayete mecbur etseydi, sapıklık denen şey insanların istemesiyle var olamazdı.
Halbuki sapıklık da bir hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın sapıklığı yaratması,
onu isteyen mahluklarının -sorumluluk kendilerine ait olmak üzere- isteklerini
yerine getirmek gibi bir ilâhlık ve rablık şânıdır. Yoksa başlangıçta hidayet
yaratılışıyla yarattığı kullarından hiç birini Allah zorla sapıtmaz, mutlak
yasaklama ve tam zorlama da Allah'ın merhametli olmasına yakışmaz. Bunun için
sapıtma, sapıklığı yaratma Allah'ın şanına nasıl yaraşır? O'nun güzel isimleri
arasında "mudıl" (saptırıcı) isminin bulunmasını akıl nasıl kabul
eder? diye hatıra gelmesi düşünülen bir mukadder (takdir edilmiş) soruya cevap
olarak derhal şu başlangıç cümlesi ilave buyurulmuştur: fakat Allah bununla
fasıklardan sapıklığı hak etmiş olanlardan başkasını saptırmaz .
27-O
fasıklar ki antlaşmalarını bozarlar, hem de Allah'ın anlaşmasını bozarlar,
bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk yaratılışta "ancak
sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" kavramı üzere akıl
ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezeli antlaşmayı,
iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, yukarda görüldüğü
üzere, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te'kit edildikten; bir taraftan
kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer taraftan kalb ve
dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilâhî antlaşmayı
ve misakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman
etmemeye veya imandan çıkmaya çalışırlar. Fıkıhda: "Bir kimse kendi tarafından
tamam olan bir şeyin bozulmasına çalışırsa, çalışması reddedilir." kaidesi
bu gibi âyetlerden alınmıştır. ve Allah'ın birleşmesini emrettiği şeyi keserler,
güzel amel yapmazlar, kurtuluşu temin eden emirlerinin ve ilâhî hükümlerin
tersine hareket ederler. İsyanlar ve büyük günahlarla daima yeryüzünde de
fesat çıkarırlar. İşte Allah böyle fasıkları sapıklığa düşürür. Şimdi bunların
durumlarını da anlayınız: bunlar işte bütün zarara uğrayanlar güruhudurlar.
Kazançtan mahrum, işi, gücü zarar ve ziyan olan kimseler diye asıl bunlara
denir.
"Fısk",
asıl lügatta "huruc" (çıkmak) anlamındadır. Nitekim delikten çıkan
farelere "fasıklar" denir. Din dilinde, "büyük günah işlemek
suretiyle Allah'a uymaktan dışarı çıkma" mânâsınadır ki, küçük günahlarda
ısrar etmek de bu cümledendir. Ve şer'î bakımdan fıskın üç derecesi vardır:
Birincisi günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek. İkincisi
üzerine düşerek devamlı yapmak.
Üçüncüsü
çirkinliği inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fasık
bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet mezhebinde mümin adı kendisinden alınmaz.
Şu halde fasık vasfı içinde kafirler bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş
olanlar da bulunabilir. Mu'tezile mezhebindekiler, bu kısmı ne mümin, ne kâfir,
ikisi ortası saymışlar; Hâricîler ise üçünü de kâfir saymışlardır. Bununla
beraber bu âyet-i kerimede, ile nitelenen fasıkların küfürlerinde, dinden
çıkışlarında söz yoktur. Çünkü bunda üç vasıf zikredilmiştir. Allah'a verdiği
sözü bozup inancını bozmak, ilâhî emrin aksini yapmak, yasaklananları yapmakla
da yeryüzünü fesada vermek. Bunun üçü birleşince de küfür gerçekleşir. Nitekim
üst tarafında da "Ama küfre saplananlar; Allah böyle bir misal ile ne
demek istedi?" derler." buyurulmuştur. Ve işte Kur'ân'a mahsus temsilleri
kötü yorum ve hafife alma ile ilâhî saptırmayı hak eden zarara uğrayanlar
bunlardır. Bu kıssada en dikkate değer olan noktalardan birisi, yukardaki
âyetlerde yalnız iman ve küfür karşılığı esas iken, burada hem iman ve hem
güzel amel toplamına karşılık olmak üzere ayrıca da fısk ve fasıkların bahis
konusu edilmesi ve Kur'ân'a ait temsillerin kötü bir yorum ile ele alınması
meselesinin bilhassa küfür, sapma ve fısk hasletleriyle ilgili gösterilmesidir.
Demek ki fısk, biri ilmî, diğeri amelî iki yönü içerir. Asıl küfür, ilmî yönündedir.
Bu da bilir bilmez kötü yorum meselesine dönüşür. Buna da en çok temsiller
ve müteşabihler vesile yapılır. Ve bu çoğunlukla amelî küfür ile de beraber
olur. Bu gibileri red ve korkutmak için Cenab-ı Hak ilâhî kelamında hakikatlar
asıl olmakla beraber, yerine göre temsillerin de varlığını ve bunun esası
olan hak nokta-i nazarına muhalif değil, belki gerekli olduğunu ve şu halde
bunları esasen hak bilmek de iman cümlesinden birisi olduğunu bir esas, bir
inanç kaidesi halinde açıklamış ve bu şekilde Kur'ân'ın üslubu hakkında önemli
bir açıklama yapmıştır. "İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun te'vili
geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbımizin
elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat
etsinler. Yahut tekrar geri (dünyaya) döndürülmemiz mümkün mü ki (orada eski)
yaptıklarımızdan başkasını yapalım?" Onlar, kendilerini ziyana soktular
ve uydurdukları şeyler kendilerinden saptı." (A'râf, 7/53). Şu halde
hak olan temsillere inan; istenilen ameli işle; yorumunu geleceğe, olayların
cereyanına bırak, zamanı gelince anlarsın.
Özetle
fısk, ya küfrü veya küfrân (İslâmı inkâr)ı ihtiva eder ve sonucu zarardır.
Bunun
için Cenâb-ı Allah bunu gayb şeklinde ve güya bir nazariye (varsayım) halinde
ve bununla beraber olayı gören bir nazariye halinde çirkin gösterdikten sonra
şimdi irşad makamında bir iltifat ile genel hitabına bir özel parıltı veriyor.
Şöyle ki:
Meâl-i
Şerifi
28-
Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri
yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.
29-
O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı . Sonra göğe yöneldi,
onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.
28-Bu
iki âyette bütün dünya ve ahiret ilimleri saklıdır. Hayat, hayatın akışı,
hayatın gayesi gösteriliyor. İnsana ait yaratılışın, Allah katındaki kıymeti
anlatılıyor. İnsanın yer ve gökyüzü, hepsinden faydalanma hakkı kaydediliyor.
Yaratılışın ve yaratıcının delilleri özetleniyor. Allah'ın yaratması, acıması,
lütuf ve keremi isbat olunuyor. Özet olarak beşerin ruhu, yeryüzünden gökyüzüne,
hissolunandan düşünülene yükseltiliyor ve bu gerçekler karşısında küfür ve
inkâra nasıl sapılabileceği bir istifhâm-ı inkârî ile soruluyor ki, bu iltifat
(sözü çevirme)daki belağatın, nezahatin, ulviyetin, ilmîliğin, gerçeğin, ahlâkın
parlaklığına ve hoşluğuna hayran olmamak mümkün değildir. Küfür ve küfrânı
kötülemek ve insanları ondan uzak tutmak için bu sorudaki etkinin şiddeti
ne kadar büyüktür!
Ey
insanlar, insan adını taşıyanlar ve özellikle ey kâfirler, ey münafıklar,
ey fâsıklar! Allah'a nasıl nankörlük eder de ilmî ve amelî küfür ve inkâra
sapabilirsiniz? Az çok irfan ve ahlâkı olanlar için bu nasıl düşünülebilir?
halbuki siz hepiniz, gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta hep ölü
idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsî olarak neyiniz
vardı? Şimdilik haydi ilerisi dursun, fakat en az bir toprak ve nihayet babanızın
belinde bir nutfe, bir sümük olduğunuzu hatırlarsınız ya? Gerçekten siz böyle
cansız ölüler halindeydiniz. Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp
duruyordunuz. Böyle iken Allah size hayat (canlılık) verdi. Nefes alıp verir,
gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi
yapar, çevresindeki dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır,
karşı koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan
kim ise, işte Allah odur. İyi düşününüz, bu hayat sizin kendinizin midir?
Kendi şahsî malınız, mülkünüz müdür? Elbette değil, o kadar değil ki, bir
kılınızın rengini değiştiremezsiniz. Malum ya, ne de olsa, siz hayatı seversiniz
ve ona herşeyi feda etmek istersiniz. Hayatınıza faydası dokunacağını sandığınız
kimselerin karşısında takla atarsınız. Onlara kul köle olursunuz. Halbuki
kendinizi, bundan önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın
sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden
Allah Teâlâ'yı nasıl inkâr eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz? Ediyorsunuz?
Allah size hiçbir şey yapmamış ve yapmıyacak olsa bile hayatınızın sahibi
olduğu için, sizin O'na iman ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla Allah'ı unutmamanız
gerekir. Hem siz bu hayatı o kadar benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra
sizi yine öldürür, öldürüyor ve öldürecek. Şimdi diyeceksiniz ki: "İşte
biz de buna kızıyor ve bundan yüz buluyoruz ya! İman ve kulluk etsek de, etmesek
de verilen hayatımızın sonra elimizden alındığını görüyoruz. Madem ki öleceğiz
ve madem ki Allah verdiğini alıyor, o halde hayat elimize geçmişken iyi kötü
mümkün olan ne zevki varsa görelim, diyoruz. Ölüm derdi, o evleri yıkan, zevkleri
perişan eden, çocukları yetim, kadınları dul bırakan, hayatlara kıyan, hayatları
pençesinde kıvrandıran o ölüm musibeti madem ki nasıl olsa yakayı bırakmıyor,
artık dünyaya bir daha gelecek değiliz ya! Şu geçici hayata bütün ihtirâs
(aşırı istek) ile sarılalım ve keyfimiz için ne yapabilirsek yapalım"
demekten kendimizi alamıyoruz ya! Fakat bu ne kadar yanlıştır ve ne bedbaht
bir zevktir! Böyle olsaydı bile, hayatın bu zevklerini böyle körü körüne ve
çılgıncasına değil, meşru (dine uygun) yoluyla istifadeye çalışmak ve Allah
Teâlâ'ya ihlâs ve teşekkürü en büyük bir zevk bilmek ve O'na büyük bir sevgi
ve korku beslemek gerekirdi. Ve bunun o zaman hayatta da genel ve kapsamlı
faydaları görülürdü. Halbuki iş bu kadar değil, bunun ilerisi de var. O sizi
öldürdükten sonra yine diriltir ve diriltecektir. Size önce verdiği gibi ve
hatta ondan daha yüksek yine bir hayat verir ve verecektir. Ba'sü ba'de'l-mevt
(öldükten sonra dirilmek) de haktır. Görmez misin olan yine olur. Eğer olmasaydı
sen kâinatta hiçbir kanun göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın. İlimden,
sanattan hiçbir hissen olmazdı. Sen bu sayededir ki hangi şeyi iyi bilirsen
onu bir daha ve bir daha yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker, çiftlerini
bu sayede sürer, hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara, trenlere,
otomobillere, vapurlara, uçaklara bu sayede biner; onları da bu sayede yapabilirsin.
Sen hayat kanununu tamamen bilseydin, bu konuda hiçbir şüphe taşımazdın. O
zaman sen bile bir hayat sahibi yapabilir ve onu bozduktan sonra tekrar yine
yapabilirdin. Şimdi yapamıyorsan ilim ve fennin, kudret ve sanatın buna yetişmiyorsa,
henüz hayat kanununu bilemediğinden, henüz maddelerin, ruhların ilk sırlarına
nüfuz edemediğinden, daha esasında yaratmak, halketmek kudretine bizzat sahip
olamadığındandır. Zaten sen maddenin aslını, kuvveti göremezsin. Gördüğün
onların sonuçları, görünüşleridir. İlmin, fennin, kudretin de bunlara uygundur.
Bunların içinde düşündüğün ilk maddeyi bulsan, onların sırlarına da nüfuz
etsen acaba bütün kuvvetleri, ruhları, melekleri keşfetmiş olacak mısın? Yaratma
gücüne esasından sahip olacak mısın? Hayır! Maddeyi veya kuvveti aslından
yok edecek veya meydana getirebilecek misin? Kendi kendine hayır. Fakat onları
olduğu kadar alıp, Hak Teâlâ'nın verdiği ruhunla tasarruf edebileceksen ve
bizzat Hak Teâlâ'ya daha hususî bir ilgi kurabilirsen, o zaman Allah'ın izniyle
yaşama ve yaşatma sırrına da vâkıf olabilirsin. Sen bunları henüz bilemiyor,
yapamıyorsan hayat kanununun aslına eremiyorsan, ortada var olan yaşamayı
ve yaşatmayı da inkar edemezsin ya? Gerçekte bir hayatın ve bir hayat kanununun
akışında şüphe edemezsin ya? Ve hele bu kanunun sende, senin kendinde tatbik
edilmiş bulunduğunda şüphe etmenin hiç mânâsı yoktur ya? O halde bu delil
ile şunu zorunlu olarak bilirsin ki, bu hayatı yapan ve bunun kanununu bilen
bir yüksek zat vardır. Hayat ve hayat kanunu hak ve onu yapan ve bilen Hak
Teâlâ'dır. Şu halde olan yine olacak, ölen yine dirilecektir. Ve bunu ancak
Allah yapabilecektir. Nasıl ve nerede yapacağına gelince onu kendi bilir.
Bize bildirdiği yapacağı ve her halde yapacağıdır. Dilerse yerde yapar, dilerse
göğe çıkarır, dilerse kabirde yapar, dilerse kıyamette. Her halde bu bizim
diğer bir halimiz, diğer bir hayatımız olacaktır ki, onun durumlarını açıklamaya
bugünkü akıllarımızın yeteneği yoktur. O, ahiret âlemidir. Onunla aramızda
geçilecek "berzah" vardır. Kabir âlemi, kabir hayatı Cenab-ı Hak
cümlemize yardım etsin, bu geçitleri kolaylıkla, tatlılıkla geçirtsin, kâmil
iman, güzel amel ile hüsn-i hâtime (güzel son) nasip etsin. Buradaki "sonra
sizi diriltir" kabir hayatı ile de tefsir edilmiştir. Kıyametten sonra
dirilme ile de tefsir edilmiştir. Hangisiyle olursa olsun işler bununla da
kalmayacaktır. sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy
kazandınızsa, ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına ereceksiniz.
"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca
şer yapmışsa onu görür." (Zilzâl, 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Ve
o zaman cennet ve rıdvan ehli: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun."
(Zümer, 39/75) diyecektir.
29-Sonuç
böyle. Bir de Allah Teâlâ'nın dünkü ve bugünkü lütuflarını dinleyiniz: O Allah,
o şan sahibi Yaratıcıdır ki, bakınız size neler ihsan etmiş: önce şu altınızdaki
yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini: unsurları, bileşiklerini, denizleri,
karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları,
madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, hasılı
denilen şeylerin hepsini sizin için, sizin hayatınız ve ölümünüzde faydalanmanız
için yarattı. Hep bunları, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak
için yarattı. Hepsini insanlara itaatlı, çekici ve mübah kıldı. Şu halde esas
itibariyle bunların hepsinden insanlar için bir faydalanma hakkı ve bir faydalanma
şekli vardır. Ve bu faydalanma şekli bazısında müsbet ve bazısında menfi bir
durumdadır. Hepsinin faydalı olması, her birinin, her şekilde ve herkes için
faydalı olması demek olmaz. Bir kısmında zararlı olma durumu da vardır. Bu
yönden yine Allah'ın ikinci derecede ayrı tutacağı zararlı bazı haram kılınan
şeyler ve kötülükler gibi hususlardan ve bir de birbirinize göre kazanılmış
hak olmuş mallar ve mülkler gibi şeylerin dışında faydalanma sizin için mübah
kılınmıştır. Buna Fıkıh ilminde "ibâha-i asliyye = aslî mübah etme"
denir. Ve bu serbest kılmanın delili yalnız akıl değil, bu nasstır. "Canlar,
ırz ve namusun dışında eşyada aslolan mübah olmaktır. Özel bir haram olma
delili bulunmadıkça mübah ile amel olunur." şeklindeki fıkıh kaidesi
bu nasdan alınmıştır. Yalnız akıllara kalsaydı, kimi hep mübah der, kimi hep
haram der, kimi de şaşırır kalırdı. Nitekim öyle olmuş ve olmaktadır. Burada
şuna dikkat etmek gerekir ki, bu serbestlik, insanların tümüne eşit olarak
yapılmış; insanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine mübah kılınmamıştır.
Bunun için insanların canları, ırzları, birbirlerine mübah değildir. Hatta
bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli değildir.
İnsanlar, kendileri için değil, Allah'a kulluk için yaratılmışlardır.
"Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât,
51/56). Şu halde insanların kendini öldürmeye, kendini veya ırzını başkasına
satmaya hakkı yoktur. Ancak Allah'ın emrine ve hükümlerine uygun meşru nikaha
izinlidir. Tersinde günahkâr olur. İnsanların amelleri, malları, mülkleri
de birbirlerine karşı kendilerine bağlanmıştır. Bunlar da diğerlerine yasaklanmıştır.
Fakat kendileri için mübah olduğundan kendi rızalarıyle diğerlerine de terkedebilir
ve verebilirler. Akidler (anlaşmalar) ve malî işlemler bu esas üzerine yürür.
Hâsılı hayat hakkına, hürriyet hakkına ve namus hakkına hiçbir kimsenin karışma
hakkı yoktur. Bunlar insanın doğrudan doğruya Allah hakkı olan esasa dair
haklarıdır. Ve bunlara saldırma, tecavüz büyük günahlardandır. Akıl ve din
de böyledir.Canlarda, ırz ve namusda, akılda, dinde aslolan, mübah olma değil
haram olmadır.
İşte
Cenab-ı Allah insanları bu kadar yüksek yaratmış ve böyle yaratmak ve böyle
yaşatmak için önce bütün yeryüzünü ve yeryüzündeki bütün şeyleri yaratıp onların
faydalanmasına hazır kılmış, bunları onlar için yaratmış ve hatta bu kadarla
da kalmamış, sonra yukarıya da geçmiş, gök yüzüne doğrulmuş, iradesini göklere
çevirmiş ve bunun üzerine gökyüzünün parçalarını, bunlardan özellikle "yedi
sema"yı düzeltmiş, yeryüzünün yaratılması üzerine bunlarda da değişiklik
yapmış, ortaya çıkan değişim bunalımını nizama koymuş, bunlardan da yeryüzüne
ve insanlara faydalar sağlamıştır. Bu sayededir ki insanlar bu görkemli bina
içinde yaşarlar, yerler, içerler, sulanırlar, nefes alırlar, ışık, ısı alırlar,
Hakk'ın alametlerini görerek, ilimler, fenler edinirler. Bakışlarıyla, ruhlarıyla
ve hatta Allah nasip edince cisimleriyle çıkarlar, mirac yaparlar kısmı zamirinden
bedeldir ve bedel-i bâz olduğu açıktır. Çünkü buyurulmayıp parçalara ve fertlere
veya çeşitlere işaret ederek buyurulması kısımlara ayırma karinesidir.
Burada
insanların hayattan önce ölüler ve hatta insan cinsinin yok olduğu devirlerin
bir özeti, (Bakara, 2/22) âyetinin bir açıklaması ve vasfının bir isbatı ve
beşer hayatının şimdiki ve geçmişteki şartlarının bir tasviri ve insan yaratılışının
kıymet ve yüksekliği, nihayet ilâhî yardım ve rahmetin genişliği ile Allah'ın
zat ve sıfatlarını inkârcılara isbat ve teşekkür ile kulluk görevine davet
vardır ki, Şeyh Sadî merhum "Gülistan"ında bu kavramı şöyle ifade
etmiştir:
"Bulut,
rüzgar, ay, güneş, felek hepsi işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir
ekmek geçirebilesin ve gafletle yemeyesin."
Demek
Allah Teâlâ insanı yalnız, yerde yaşayacak ve yerdeki şeylerden faydalanabilecek
bir halde yaratmamış, ona gökyüzünden de bir faydalanma hissesi ayırmış ve
hatta bununla ilgili olarak göklerin yedisinde değişiklik yapmıştır. Şu halde
insan yalnız yeryüzüne has bir yaratık değildir. O, yerlerde daralırsa göklerden
faydalanmaya izinlidir. Fakat bunun için önce ruhu semâvîlik hislerini duymalı
ve Allah'ı tanımalıdır. Yeryüzünün şehvetli ve hayvanî düşüklüklerinde boğulanlar
ise bu yükselişten mahrumdurlar. "Yarın yerdeki nimetler tükenecek biz
aç kalacağız." diye ağlar dururlar.
Şüphe
yok ki önce yerdekilerin yaratılışı, sonra da göklerin düzeltilmesi meselesinde
sonralık (yani nin mânâsı) zaman itibariyle değil, rütbe bakımından (yani
ifade nokta-i nazarından) bir sonralıktır. Zira bu konuda açıklamanın gayesi,
insanların aydınlatılmasıdır. Halbuki beşer idraki bakımından âlemin merkezi
insanın kendisidir. Bütün dış idraki bu merkezde toplanır. İdrakin çekiciliği
"ben"den başlar. Buna birinci derecede yakın olan da ayağının altındaki
yer ve sonra göktür. Çünkü insan yeri önce dokunuculuğu ve kendi ağırlığıyle
tanır. Dokunma ise diğer duyulardan öncedir. Ve idraki en yakındandır ve hatta
bu seviyeden pek yükselememiş olan nice insanlar vardır ki, kendisini sadece
yerle ilgilenen bir yaratık sanır. Ve semadaki menfaatlerinden gafildir. Cenab-ı
Hak da uyarmalarını, beşer idrakinin bu akışına göre açıklamıştır ki, bunun
dış görünüşünden yer, semadan önce yaratılmış gibi anlamamalıdır. Bununla
beraber burada semaların düzeltilmesinin hakiki ve zamanla ilgili bir gecikmesine
işaret yok demek de doğru değildir. Bazı tefsircilerin anladıkları üzere (sonra)
hakikat olarak alınabilir. Gerçi yer mutlaka semadan önce yaratılmış değildir
"Yerle gök bitişik idi." (Enbiya, 21/30). Fakat yerin hilkat fezasında
bir özel cisim olarak yaratıldığı zaman ile ondan önceki semaya ait tesviyenin
aynen kalmaması gerekirdi. Bugün fen bilimleri bakımından düşünebiliriz ki,
yeryüzü oluştuğu andan itibaren özel ağırlığı, çekiciliği, iticiliği bakımından
mensub olduğu gök cisimleri sisteminin durumlarında ve arada hapsedilmiş dalgada,
esire ait dumanda, genel çekim nizamının bir değişimi, bir inkılâbı olmuştur.
Şu halde yer çekimi ile ilgili olan yedi semanın tesviyesi ve nizamı, yerin
yaratılmasından önce değil, sonra olması gerekir. Ve bu şekilde yer çekiminin
ortaya çıkmasından asla müteessir olmayan semanın yönü bu tesviyede dahil
olmaz ve onlar bu yedi semanın arkası kalır.
Bugünkü
fen, astronomi ilmi henüz gök cisimlerinin ikisinden fazlası arasındaki çekim
değişimlerini hesap edebilmekten aciz kaldığı için, Kur'ân'daki bu tesviyenin
sınırlarını tayin edebilmekten uzaktır.
Bu
"yedi sema"nın tefsir ve yorumunda başlıca iki düşünce vardır: Birisi
yerden Venüs'e kadar bir; Venüs'ten Merkür'e kadar iki; Merkür'den Güneş'e
üç; Güneş'ten Merih'e yahut yine yerden Merih'e dört; Merih'ten Jüpiter'e
beş; Jüpiter'den Satürn'e altı; Satürn'den daha ilerisine kadar yedidir ki,
sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi
mümkün olanlar hep bu yedinci hudud içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu
"yedi sema" özellikle yerin yaratılması üzerine tesviyeye dahil
olanlardır. Bugün bu tesviyenin daha ileri gittiği isbat edilemez. Bu düşünce
çoğunlukla, astronomi ilmi görüşünü takip edenlerindir ki, zamanımızın astronomi
görüşüne de aykırı değildir. Zira bunda bahis konusu yerin merkezliği değil,
yere göğe gök kelimesinin tatbikidir. Güneş sisteminde dünya merkez olmamakla
beraber bizim tahtımız, idrak ve düşüncemizin başlangıcı da bizzat kendimiz
ve yerin çekimi olduğundan, bu tertip o itibarladır ve izafîdir. Başka bir
gezegende bulunsak, o zaman bunu o yer tasavvur etmemiz gerekirdi. Mesela
Güneşte bulunduğumuzu farzedersek Merkür bir, Venüs iki, Dünya üç, Merih dört,
Müşteri beş, Satürn altı, ilerisi yedi deriz ve bu misale göre yedi tane de
yer tasavvur etmemiz gerekir. Eski Batlamyus astronomisini takip edenler Ay'ı
birinci gezegen saydıklarından, ondan başlarlardı ve yedincisi Satürn'e dayanırdı
ve Kur'ân'daki sema âyetlerini o astronomiye tatbik etmek için fen derdiyle
zahmetler çekerlerdi. Gerçekte astronomi ilminin matematikle ilgili olan hesap
meseleleri ve çok eski zamanlardan beri ay tutulması ve güneş tutulması hesaplarındaki
isabetlerin inkâr edilmemesi gerekirdi. Fakat bunlarla astronominin ilmî prensiplerini
teşkil eden nazariyat (varsayımlar) ve hatta faraziyeleri ayırmak lazım gelirdi.
Mesela Batlamyus astronomisinin bütün esası şu görüşte toplanıyordu: "Gezegenlerde
iki hareket görülüyor. Bunun biri tabiî ise, diğeri her halde zorla olması
gerekir. Bu da her birinin bir yörüngede saplanmış olmasına ve onun hareketiyle
müteharrik (hareketli) olmasına bağlıdır. Şu halde yedi gezegenin bir yörüngesi,
sabit gök cisimlerinin de bir yörüngesi ve tümünü kapsayan bir de Atlas yörüngesi
vardır. Ve günlük hareket bu Atlas yörüngesinindir." diyorlardı. Buna
karşılık Tefsir âlimleri ve hatta Kelâm bilginleri de bu görüşün kat'î olmadığını,
diğer bir sebebin düşünülebileceğini söylüyorlardı. Ve hatta ilk önce filozoflardan
Sabit b. Kurre bir "çekim nazariyesi"ni bile açıklamıştı. Gerçekten
sonradan "genel çekim nazariyesi" geliştirildi ve onun üzerine çok
eski olan "skut (düşme) nazariyesi"nin te'yidiyle yeni ve mükemmel
bir astronomi ilmi kuruldu. Fakat bu astronomi, eskisi gibi bütün âlemin tümünü
kapsama davasından vazgeçerek ciddi meşguliyet sınırını Güneş sistemi içine
tahsis etti. Şu halde bunda bu sistem dışına çıkılarak yapılan düşünceler
sırf faraziyedir. Genel çekim kanunu bugün adeta herkesçe bilinen bir gerçek
halini almış bir ilmî konu olmuştur. Ve gerçekten semalar (gökler)ın direksiz
durmalarını açıklamak bakımından da Kur'ân'a ait beyanlara çok uygundur. Ve
henüz bu konuda istikrâî (tüme varım) ve tecrübeye ait bir bozma örneği de
görülmemiştir. Ancak "cazibe" kelimesi o kadar mücerred (soyut)
ve o kadar mânevî bir kavram ifade ediyor ki, bunu bir "melek" kelimesiyle
tasavvur etmek ve bizzat ilâhî kudrete bağlamak daha ciddi ve daha hikmetli
olurdu.
"Yedi
semâ"daki diğer düşünceye gelince: Dünyanın üstünde bütün yıldızların
süslediği maddî âlemin hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir. Ve bunun
ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. Bunlar ruhanî ve akla uygun olarak
düşünüldükleri zaman fezanın cisimlere uygunluğu gibi aralarında uyma ve uygunluk
kavramı daha açıktır. "Biz dünya semasını yıldızların zinetiyle süsledik."
(Saffât, 37/6) ifadesi de bunda açıktır. Ve İslâm'da tefsir âlimlerinin en
büyüklerinin kanaatları budur. Sonra mi'rac hadiselerinde de semaların böyle
ruhanî mânâlarına işaret vardır. Cenab-ı Hak her an bunların çeşitli durumlarını
tesviye etmektedir. Ve bu tesviye maddî şeylere bağlı değildir ve hiç şüphesiz
yeri yaratması üzerine de bunlara bir özel tesviye vermiş ve arz üzerinde
yaratacağı insanların yaratılması ve sonra onların faydalanmaları için meleklerine
emirler vermiş, tesirler yaptırmış, âlemin fezasında cereyan eden yeni bir
sünnet açmıştır. Şimdi bazıları burada diyebilir ki, "acaip, olayların
cereyanı böyle ilmî midir? Bunları kör bir kuvvet, gelişi güzel, tesadüfe
bağlı olarak gerektirivermiş değil midir? Bu kadar sonsuz şeyler ilme nasıl
sığar? Ve insan yaratılmadan önce, onun yaratılacağı bilinip, hesap edilerek
yer ve gök ona göre nasıl hazırlanır?" Buna cevap olarak da buyuruluyor
ki, siz bunları uzak görmeyin O Allah her şeyi bilendir, ezelî ve ebedî olarak
bilendir. Onda bütün ilimlerin ilmi vardır. Onun ilmi olmasaydı ilim nereden
çıkardı? Sebepler ve müsebbeb (sonuç)lar birbirine nasıl bağlı olurdu? Fen
ilimleri nasıl kurulurdu? Yer ve gök hayata önceden hazırlanmış olmasaydı
hayat nasıl ortaya çıkardı? İşte Allah böyle bir Allah'tır. Ve insanları böyle
yüksek bir ilim ve kudretle, böyle geniş bir rahmetle yer ve göğün bir ürünü,
bir küçük nüshası ve belki büyük nüshası olarak yaratmıştır. Ve bütün saadetlerinin
sebeplerini de hazırlamıştır. Artık bu düşük, miskin hayattan silkininiz,
bu devirleri, bu nimetleri hatırlayınız. Ruhunuzun ne gibi yüksekliklere aday
kılındığını düşününüz. Bu yerde ve göklerde araştırmalar yapınız, menfaatiniz
için yaratılmış ve hazırlanmış olan şeyleri bulunuz ve Allah yolunda bunlardan
faydalanarak da diğer hayata, ahiret hayatına hazırlanınız. Siz bütün bu mertebelerden
geçirilip Allah'a döndürüleceksiniz. Şu halde yükseliniz ve yükselmeye azmediniz.
Şimdi bunlara karşı Allah'a nasıl küfür veya küfrân (inkâr) edersiniz? Bu
yükseklikleri, bu derinlikleri iyi düşününüz. Bundan başka asıl (kök) ve nesebinizi
bilmek ve bu nimetlerle bir bina, bir döşek içinde yüksek kardeş hayatı yaşamak
ve sizi aldatacak fikirlerden sakınmak için şunu ibret nazariyle dinleyin
ve ilme önem verin. Alîm (her şeyi bilici) olan Allah'a bakınız ne buyuruyor:
Meâl-i
Şerifi
30-
Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini
mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz"
dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
31-
Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi
davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
32-
Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka
bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin".
33-
(Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi.
Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben
size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde
gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi.
34-
Ve o zaman meleklere: "Âdem'e secde edin!" dedik, hemen secde ettiler.
Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
35-
Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz
yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
36-
Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları
(cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: "Birbi
rinize
düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri
ve bir nasib vardır." dedik. 37- Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler
aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi
çok kabul eden, çok esirgeyendir.
38-
Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet
rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
39-
İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler.
Orada ebedî olarak kalacaklardır.
30-Burada
hitap yine önce Resulullah'a yöneltilmiştir. Demek kıssanın içyüzünü hakkıyla
o anlayacak ve izinli olduğu kadar da o anlatacaktır. Bununla beraber buna,
her ferde ait genel hitap neşesi de verilmiştir. Demek ki bunda açık bir genel
istifade de vardır. Ve her ferdin bunu nefsinde anlaması ve tatbik etmesi
istenir. Bunda açık olarak Allah'ın yardımı, kaza ve kader, Allah katında
Âdem'in kıymetinin başlangıcı, beşerî üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin
başlangıcı, vazife ve kardeşliğin başlangıcı, sosyolojinin başlangıcı, hukukun
başlangıcı vardır. Beşerî üremenin; ilk din, ilim ve dil devrinden itibar
edilmesi ve son beşeriyetin bu başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın
mahiyetinin tarifinde bunların zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve
isyanın, hasımlık ve düşmanlığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış
telkinlerin eseri olduğu anlatılıyor. Bu şekilde hıristiyanların "aslî
günah" (peşe orijinal) inançlarının doğru olmadığını; şeytanın mahiyetinin,
insana ait mahiyetten başka bir şey olduğu ve bu ikisi arasında eski bir düşmanlık
bulunduğu; şeytanın bu düşmanlıktan ayrılmayacağı, fakat insanlığın buna karşı
kendine, kendi yaratılışına sahip olarak nefsini ve türünü muhafaza ve müdafaa
edebileceği ve o zaman beşerî saadetin en yüksek sınırını bulacağı ve bu hususta
tevbenin kıymeti anlatılıyor. Beşerî üremenin başlangıcında terbiye kanununun
cereyanı, yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve eski olmayıp, sonradan ağır
ağır meydana geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezelî olmadığı ve bugünkü
üreme kanununun başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden
sonra bizzat olağanüstü bir yaratma olayı ile başladığı ve şu halde tabiatın
ezelî olduğuna dair görüşün doğru olmadığı ve gerçekte yeryüzünün ateş devrinde
Pastör nazariyesinin cereyan etmesine imkan olmayacağından, bugün kanun olan
üremenin başlangıçta olağanüstü bir olayla sonuçlanacağı ve Zooloji ilminde
teselsül (zincirleme gitme)ün batıl olması ve yeryüzünün hâdis (sonradan olma)
olması esasından dolayı, başlangıçta kabulü zorunlu görülen tekevvün bizatihi
(kendi kendine olma) görünüşünün de ifadesini düzeltmesi gerekeceği, çünkü
başlangıçta kanun üstü böyle bir olay zaruri ise de bunun kendi kendine olmayıp
yaratma ve Allah'ın var etmesi eseri olduğu ve gerçekte böyle olmazsa ya ilim
ve fenni kökünden yıkacak olan illet (neden)siz, sebepsiz kendi kendine olan
bir hadise kabul edilmesi veya şimdiki üreme kanununun ve bunun cereyan ettiği
yer küresinin sonradan olma olmayıp, sonsuz şekilde ezelî ve ebedî olmalarının
tercih edilmesi gerekeceği, halbuki ilim ve fen nazarında arzın yaratılmışlığı
ve sonradan oluşu kuvvetli deliller ile zorunlu olarak sabit bulunduğu ve
sonuç olarak yeni felsefelerin ilim ve ahlâk bakımından insan yaratılışındaki
cereyanını isbata çalıştıkları, veraset kanununu (soya çekimi)n az çok bir
esası içerdiği ve fakat bunun da soya çekim şekliyle değil, hilâfet (sonra
gelme) şekliyle düşünülmesi gerektiği, yani her intikal (babadan oğula geçme)
de Allah Teâlâ'nın bizzat bir yaratma ve tesirinin gözetilmesi gerektiği ilim
ehline hatırlatılmış bulunuyor.
Evvela
ilâhî takdir ve Allah'ın yardımı hatırlatılarak buyuruluyor ki, "Vav"
harfi yine geçmiş söze atfedilmiştir. Ey Muhammed, ey Âdem oğlu, anılan nimetleri
unutma ve o zamanı da unutma ki, insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce
Rabb'ın ezelî iradesini açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek meleklere:
ben muhakkak yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti
ki, meâli: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim,
o bana bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma
yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek.
O bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri
icra edecek değil. Ancak benim bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle
benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş
olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra
edecek olanlar bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur."
(Fâtır, 35/39) sırrı belli olacak. Bu mânâ, Ashab-ı kiramdan ve Tâbiinden
uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özeti ve sonucudur.
Burada
"yapacağım" demek, acaba "yaratacağım" demek midir, değil
midir? Bu tefsir yok değildir. fiili bir mef'ul (tümleç)e müteaddî (geçişli)
olursa "halk = yaratmak" demek olur. Burada da "halk = "
dan daha genel ve daha mutlaktır. Ve ikisine de ihtimali vardır. "Halk
= yaratma" meselesi ilerde "Ben çamurdan bir insan yaratacağım.
Onu(n şeklini) düzeltip, ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye
kapanın." (Sa'd, 38/71-72) âyetleriyle belirtilecektir ki, iş bu tebliği,
takdirinden sonra görünüyor. Arada zatın takdiri ile sıfatın takdirinin farkı
vardır. Dilimizde "kalfa" deyiminin doğrusu olan halife kelimesi,
(yani birinin arkasından makamına oturmak mânâsıyla ilgili olarak) mânâsınadır.
Yani aslı "halîf "dir. Ve sonundaki bitişik tâ (tâ-i merbûta) mübalağa
içindir. Şu halde isim olarak kullanılan galip sıfatlardandır ki, Fransızca
"reprezantan" kelimesi de bu mânânın temsilcisidir, çoğulu "halâif"
ve "hulefâ" gelir, masdarı da "hilâfet"dir. "Hılâfet",
"vekalet" gibi, "asalet"in karşıtı olarak, başkasına vekil
olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil etmek demektir. Râğıb'ın
"Müfredât"ında açıkladığı üzere bu vekillik de ya aslın kaybolmasından
veya bir yardımdan veya aczinden, yahut da bunların hiçbiri olmadığı halde
sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek lütufta bulunmasından doğar. Ve
işte Cenab-ı Allah'ın yeryüzünde velilerini halife seçmesi bu kabildendir.
Demek ki her vekilin, halifenin kıymet ve şerefi, asilin şerefi ve vekilliğin
derecesine uygundur. Cenab-ı Allah da "yeryüzünde bir halife yapacağım"
deyince, kendilerini bir danışma makamında gören melekler, bir taraftan bundaki
şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir yaratığa Allah tarafından
böyle yüksek bir irade yetkisi verilmesinde bir şer ihtimalinden de korktular.
"Yerde" deyince "Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım."
(Sa'd, 38/71) takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu selahiyeti alan güzel kullanabilecek
mi? Acaba bunu asalet zannederek kendi çıkarına hükümler icrasına kalkışırsa
yeryüzüne fesat vermeyecek mi? Cenab-ı Hak henüz bu noktaları ve o yetkinin
derecesini ve gizli hikmetlerini bildirmemiş olduğu için melekler: orada (yani
yeryüzünde) onu fesada verecek, onda fesatlar çıkaracak ve kanlar dökecek
bir kimse, bir âmil mi yapacaksın? halbuki biz hep sana hamd ederek daima
tesbih ediyoruz ve sana özel takdisler (kutsamalar)imizi sunarız. Veya senin
için kendimizi daima temizler, temiz tutarız, dediler. Ve bu şekilde maksatları
hâşâ itiraz olmayıp, hikmetini bir istifsar (açıklanmasını istemek) olduğunu
bildirdiler. Bununla beraber hilafete, zımnen (üstü kapalı olarak) bir istek
de ortaya attılar.
Tesbîh,
Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, yani en kudsî zatını inanç, söz ve amel bakımından
layık olmayan her türlü kusurdan arı ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek iyi
yüzerek uzaklara gitmek demek olan (sebh) masdarındandır ki "tef'îl"
vezninden gelişi teksîr (çoğaltma) ifade eder. Allah'ı takdis de böyledir.
Bu da esasında pek uzağa gitmek demek olan (kuds)den alınmış olarak temizlemek,
pek temiz tutmak mânâsınadır. Çünkü "tathir", pislikten çok uzaklaştırmaktır.
Bununla beraber demek olduğu gibi "nefislerimizi, senin rızan için, temizliyoruz"
demek de olabilir ki, ikisiyle de rivayet gelmiş ve bunun için yukarda ikisine
de işaret edilmiştir.
MELÂİKE
VE MELEK NEDİR?: Önce dil yönünü inceleyelim: Ebu Hayyân Endelûsî gerek "Bahr-i
Muhît" ismindeki büyük tefsirinde ve gerek "en-Nehru'l-mâdd mine'l-Bahr"
ismindeki özet tefsirinde der ki: "Melek" aslî mim olarak kuvvet
demek olan "melk"den "feal" veznidir. "Feâile"
ve "feâil" vezninde "melâike" ve "melâik" diye
çoğul yapılması şâz (kural dışı) yoluyladır. Ebu Ubeyde bu fikre sahip olmuştur.
Şu halde "melek" lügat bakımından "kuvvetli", "kuvvet
sahibi" demektir. Lâm'ın esresiyle "melik" ve lâm'ın üstünüyle
"meleke" kelimelerinin mânâlarıyle ilgilidir. Fakat bu şekilde "melâike",
kıyasa uygun olmayan çoğul olur. Halbuki arapçada kelimenin aslını bulmak
için çoğul, esaslardan biridir. Bunun için diğer taraftan mim zâid olup aslı
"mel'ek"dir, deniliyor ki, İbnü Cerîr et-Taberî de "Câmiu'l-Beyân"ında
şöyle izah eder: "Melâike", "mel'ek"in çoğuludur. Şu kadar
ki, Arap'ta tekilinin hemzesizi, hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur.
"Melâike"den bir melek" derler. Hemzesini kaldırarak harekesini
kendinden önceki sakin olacak olan lam'a naklederler ve çoğul yaptıkları zaman
hemze ile aslına döndürerek "melâike" derler ki, bunun örnekleri
çoktur. gibi. Bununla beraber tekilin hemze ile geldiği de vardır. Nitekim
şair şöyle demiştir: ki burada kelimesi demektir. Bazan tekilinde "me'lek"
de denilir ki, bu da yerine yerine denilmesi gibi kalb (bir harfin yerine
diğer bir harfi getirmek)tir. Dilimizde bu gibi harf değişiminin misalleri
çoktur. Mesela köprü, toprak, ekşi yerinde, körpü, torpak, eşki gibi. Fakat
tekilinde denildiği zaman çoğulunda da denilmesi gerekirdi. Halbuki böyle
çoğul yapıldığı ezberimde değildir. Bazan "melâik" ve "melâike"
diye çoğul yapılır. "Mesmâ", "mesâmî", "mesâmia"
gibi. İş bu "melek" kelimesinin aslı "mef'al" vezninde
risalet (elçilik) mânâsınadır ki (ona bir risalet gönderdi) diyecek yerde
fiilinden gelir. "Me'lek" de aynı şekilde (ona gönderdim) mânâsına
fiilinden mimli masdardır. Adiyy b. Zeydi'l-Imâdî: demiştir ki, diğer lügat
ile "me'leken = " diye de şiir söylenmiş oluyor. Bu mânâda daha
başka şahit (delil)ler de vardır. İşte "melâike"ye de bu "risalet"
(elçilik) mânâsıyla melâike ismi verilmiştir. Çünkü melekler Allah'ın resulleri,
elçileridir. Peygamberlerine ve gönderdiği kullarına gönderir. Yani "melek"
mekan ismi olmak üzere "risalet yeri" veya mef'ûl mânâsıyle Resul
(elçi), mürsel, risalet âmili, ilâhî vasıtalar demektir. Dilcilerden, tefsircilerden
bu türeyişi tercih edenler çoktur. Râğıb da "melâike" kelimesinde
bunu tercih etmiş ve "melek"te demiştir ki, nahivciler "melek"i
de "melâike"den türemiş ve mîm'ini zâid yaptılar. Halbuki bazı araştırıcılar
bunun "mülk"den olduğunu söylemiş ve şöyle açıklamıştır: Meleklerin
siyasetten bir şeyle görevli ve idareci olanına "lâm"ın üstünü ile
"melek", beşerde olana da "lâm'ın esresiyle "melik"
denilir. Şu halde her melek, melâikedir. Fakat her melâike, melek değildir.
Melek, "Andolsun söküp çıkaranlara." (Naziât, 79/1), "İşleri
taksim edenlere andolsun." (Zariyât, 51/4), "İşi düzenleyenlere
andolsun." (Naziât, 79/5), gibi âyetlerde işaret olunandır ki, "melekü'l-mevt"
(ölüm meleği) bu cümledendir. "Melekler de onun (semanın) etrafındadır."
(Hâkka, 69/17), "Bâbil'deki Hârût ve Mârût isimli iki meleği indirilen
şeyleri öğretiyorlardı." (Bakara, 2/102), "Üzerinize vekil edilen
ölüm meleği." (Secde, 32/11). Bir de der ki: Melâike, teke ve çoğula
söylenir. Şu halde bu açıklamaya göre de melek kelimesi kuvvet ve tedbirden,
melâike de risalet mânâsından alınmış oluyor. Ve aynı zamanda melâike, melekden
daha genel ve onun cinsi oluyor. Şu halde her ikisinde bir kerre risalet mânâsı
vardır.
Acaba
bu risalet sadece emir tebliği midir? Yoksa fiil tebliği midir? Yani yalnız
ilmî ve kelâmî bir ruhî tebliğ mi yapıyorlar, yoksa bilfiil ilâhî kudret ve
yaratmanın da tebliğcisi oluyorlar mı? Kur'ân âyetlerinin delaletlerine göre
her ikisinin de bulunduğunu anlıyoruz. Peygamberlere ve hatta yine meleklere
ilâhî emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda
fiilen kuvvet ve yardım getiren melekler de bulunuyor. Ve bir de " er-Rûh"
özel ismiyle bir özel melek de okuyoruz. Halbuki âlemde hiçbir olay olamaz
ki, ona ilâhî kudretin bir özel ilişkisi bulunmasın. Şu halde melekler topluluğu,
ilâhî kudret ve tekvin (yaratman)in vahdetten kesrete (tekden çoğa) dağılmasını
ve onun özel çeşitlenmelerini ve belli olup ortaya çıkmalarını ifade eden
yapıcı prensipler olarak düşünülmek gerekir. Ve kâinatta hiçbir şey, hiçbir
olay, hiçbir fiil ve hareket düşünülemez ki böyle bir risalet ile vaki olmuş
olmasın. Bundan başka bir çeşit melekler daha vardır ki, bunlar olayları yaratılmadan
önce, emre ve kelâma ait durumları, diğer deyimle ruhî durumları düşünen varlıkların
ruhî cereyanlarına ait ilâhî emirlerin ve irşadların özel görünümlerini ifade
ederler. Bunlar daha önce idrak elçileridirler. Anlayışlı ve muhtar olan yapıcı
prensiplere, fiilden önce hayrın ve ilâhî hoşnutluğun durumunu gösterirler
ve meleklere olduğu gibi beşere de vekil edilmişlerdir. Şeytanın meleklerle
karşı karşıya olmaları da bu yöndendir ve çoğunlukla melekler yalnız bunlar
sanılmıştır. Biz her olayı iki başlangıç ile düşünürüz ki, birisi yapıcı başlangıç,
diğeri de kabul etmenin başlangıcıdır. Gördüklerimiz bu ikisinin müşterek
değeridir. Asıl madde bu kabul etme prensibinden ibarettir. Biz asıl maddeyi
görmeyiz, gördüğümüz hep yapıcılığın eseridir. Görülen her fiil ve hareket,
her iş ve olayda bizzat veya dolaylı bir yapıcı başlangıç tanırız. Şüphe yok
ki, hareket ettiricisiz bir hareket yoktur ve madde kendi kendine etkisizdir.
Bundaki her hareket ve sükun dolaysız veya dolaylı yapıcı bir hareket ettiricinin
kudretinin eseridir ve her olay böyle bir etkin yapıcının görünmesidir. Biz
eseri görür, eseri idrak ederiz. Halbuki aynı eserle gerçekte idrakimize görünen
o etkili yapıcının bir parıltısıdır. Madde onun altında bir akla uygunluktur.
Gördüklerini madde zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler.
Buradan filozofların kuvvet nazariyesine atlıyacak olursak, bütün kuvvet ve
kudretin Hak Teâlâ'da birleştiğini ve ilâhî kudretin ilk meydana çıkma vasıtası
ve görüntüsü, meleklerin elçiliği demek olduğunu hatırlatmak kolay olur. Fakat
bunların yanında idrak etme kuvvetleri de vardır ki, onlar da olayları olmadan
önce anlatan ilâhî lütfun tebliğcisidirler ve şu halde meleksiz bir olay düşüncesi
mümkün değildir. Meleksiz bir damla yağmur bile düşmez. Şu kadar ki, insana
özgü irade ile ilgili gelecekteki kuvvetler şer ve fesat sebebi gibi aldatmacılık
yapan ruhlar ve şeytanî kuvvetler de -yukarda açıklandığı üzere- bu meleklere
karşıdırlar.
Bu
açıklamayı yaptıktan sonra meleklerin mahiyet ve çeşitleri hakkındaki görüşleri
de kısaca anlatmak faydalı olacaktır. Meselenin konusu şudur: Meleklerin bizzat
var olan zatlar olduklarından, diğer deyişle cevher cinsinden olduklarında,
akıllı olanların ittifakı vardır. Fakat bunlar mütehayyiz (yer tutan) midirler,
mücerred (soyut) midirler? Bunda fikir ayrılığı ediliyor.
1-
Mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir: Melekler, birtakım esire ait latif
cisimlerdir ki, çeşitli şekiller ile oluşmaya güçleri yeter. Bu görüş kelâmcıların
çoğunluğunun görüşüdür. Çünkü diyorlar peygamberler bunları şekilleriyle görmüştür,
şekiller ise cismanîdirler, boyutları vardır. Bir de maddesiz soyut kuvvet
(kuvvet-i mücerrede) düşüncesi, bizzat ilâhî kudreti düşünme demektir. Allah'tan
başka bizzat mücerred yoktur. Madde tasavvurdan silindiği zaman, tasavvur
olunan halis kuvvet ve kudret, ilâhî kudretin kendinden ibaret kalır. Henüz
hiçbir teşekkülü olmayan atomlar halindeki halis madde ise mümkün ve sırf
hareketsizliktir. Onda hiçbir yapıcılık ve kuvvet yoktur. Bunlara yapıcılık
demek olan kuvvet verildiği zaman belli bir şekli olan bağlantılı esire ait
bir cisim olurlar. Denilebilir ki, özel şekil bunların hakikatleri değil,
maddedeki görünümleridir. Şu halde kendileri madde ötesidir. Buna şu cevap
verilir ki, melekler ve resul deyimi de bu itibarladır. Yoksa madde ötesinde
bunlar aynen ilâhî kudrete dönerler. Bu görüş asrımızda Fizik bilginlerinin,
esirsiz kuvvet düşünmemelerine benzer.
2-
Filozofların ve özellikle İslâm filozoflarının görüşleridir ki, melekler ne
mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir, ne de cisimlerdir. Bunlar beşere ait
düşünen nefisler, yani insana has ruh gibi soyut cevherlerdir. Fakat mahiyetçe
bunlardan başkadırlar. Kuvvetçe daha mükemmel ve bilgileri daha çoktur. Aralarındaki
ilgi, güneş ile ışığının ilgisi gibidir. Ve bunlar iki kısımdırlar. Bir kısmı
Hakk'ın ilmine garkolmuş ve başkasıyle meşgul olmaktan uzaktırlar. "Gece
gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler." (Enbiya, 21/20). Bir kısmı
da kaza ve kader kaleminin cereyanına göre gökten yeryüzüne kadar işleri idare
ederler ki, bunlar da "İşi düzenleyenlere andolsun." (Nâziat, 79/5)
âyeti ile anılanlardır. Ve bunların göğe ve yere ait olanları vardır. Öncekiler
de bunların ruhları durumundadırlar.
Hıristiyanlardan
bir grubun da, "melekler, bedenlerinden ayrılmış beşere ait faziletli
ruhlar" diye anladıkları tefsirlerimizde ve kelâm kitaplarımızda anılıyor.
Zamanımızda İslâm dışı felsefelerin maddeyi kuvvete, kuvveti ruha döndüren
görüşleri de, esasında filozofların zikri geçen soyut cevherler kavramıdır.
Soyutları,
itibarî işler sayanlar da kelâmcıların mezhebine döndürülebilirler.
Yukarıda
açıklanan seçkin görüş üzere bütün maddî kâinat bir sema olduğuna ve bunlardan
başka gökler bulunduğuna göre, meleklerin hakikati ve bunların makamlarının
ne kadar yüksekliklere ve derinliklere varacağını tasavvur etmelidir. Bunların
çokluğunu anlatmak için Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğu nakl
olunmaktadır: "Gök gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamak hakkıdır. Onda bir
ayak yeri yoktur ki, bunda secde eden veya rükû' yapan bir melek bulunmasın."
Bu konuda temsilî olarak şöyle bir artan oran da rivayet olunmuştur. "Âdemoğlu
cinlerin onda biri; bunlar yeryüzü hayvanlarının onda biri; hepsi kuşların
onda biri; bunların toplamı deniz hayvanlarının onda biri ve bütün bunlar
yeryüzünde görevli olan meleklerin onda biri kadardır. Sonra dünya göğünün
melekleri bütün bunlardan o oranda çok fazla ve bütün bunlardan ikinci gök
melekleri de o oranda çok, yedinci göğe kadar artarak hep böyle, sonra bunların
bütün toplamı Kürsîye ait meleklere göre az bir şey, sonra hepsinin toplam
adedi altıyüz bine ulaşan Arş perdelerinden birinin meleklerine göre onda
bir kalmaz. Ve bunlardan bir perdenin, yani bir büyük perdenin uzunluk ve
yüksekliğine göre gökler, yeryüzü ve içindekiler ve araları bir özel değer
teşkil etmezler ve bunun her karışında bir secde veya rükû eden veya ayakta
duran melek vardır ki, onu tesbih ve takdir eder. Sonra bunların toplamı Arş
etrafında dönen meleklere karşı denizden bir damla kalır. Sonra İsrafil aleyhisselâmın
yardımcıları olan Levh melekleri ve Cibrîl aleyhisselâmın askerleri olan melekler
sayısızdır. Cinslerini, ömürlerinin müddetini, ibadetlerinin nasıl olduğunu
ancak Allah bilir." "Rabbin ordularını ancak kendisi bilir."
(Müddessir, 47/31). Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimizden şöyle rivayet olunmuştur
ki: "(Peygamberimiz) göğe yükseldikleri (miraca çıktıkları) zaman kale
burçları gibi bir yerde bir kısım melekler görmüştü. Bunlar birbirlerinin
yüzüne doğru karşılıklı olarak yürüyüp gidiyorlardı. "Bunlar nereye gidiyorlar."
diye Resulullah Cebrail'e sordu. Cebrail: "Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan
beri ben bunları görürüm ve önce gördüğümün bir tanesini bir daha görmem."
dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman yaratıldın?"
diye sordular. O da: "Bilmiyorum, ancak Cenab-ı Allah her dörtyüz bin
senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz bin yıldız
yarattı." diye cevap verdi." Meleklerin çokluğunu ve Allah'ın kudretinin
geniş tecellilerini anlamalı..
"Sanatı
karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz. Kudreti
karşısında en güçlü kimselerin aciz kaldığı Allah'ı tesbih ederiz."
Şüphe
yok ki, bu aydınlatmalar asrımızdaki Astronomi ilmi fikrinden de çok yüksektir
ve bunların hepsini esire mensup hafif cisimler ile sınırlamak da pek uygun
olmasa gerektir. Onlar sonuç olarak yeryüzüne ait melekler ve dünya semasının
meleklerini açıklayabilir. Meğer ki dünya göğünün dar mânâsıyle tefsirinde
ısrar edilsin. Bu ise kelâmcıların seçtiği fikir değildir. Bu âyette zikredilen
melekler hakkında da küçük bir ihtilaf vardır. "Bundan maksat yeryüzü
melekleridir." diyenler olmuştur ki, bu da Dahhâk'ın, İbnü Abbas (r.a.)'dan
bir rivayetine dayanmaktadır. Fakat Sahabe ve Tâbiînin çoğu, lafzın genelliğine
ve bunu tahsis eden birşey bulunmadığına dayanarak bütün melekler olduğunu
söylemişlerdir.
İşte
bütün melekler yeryüzünde hilafetle ilgili böyle bir ezelî takdirin kendilerine
tebliği üzerine ilâhî hitab karşısında "orada bozgunculuk yapacak, kan
dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni
takdis ediyoruz" diye maruzat (sunuş)ta bulundular. Cevap olarak Rabbın:
"Şüphesiz ben sizin bilemiyeceklerinizi bilirim." buyurdu. Şüphe
yok ki mutlak bir şekilde düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilâhî
ilmin kendilerinden çok fazla ve yüksek olduğunu melekler bilirlerdi. Öyle
iken inkâr makamında te'kit ifade eden ile kuvvetlendirerek Cenab-ı Allah'ın
bunu tekrar hatırlatması gösterir ki ilâhî istek, bu genellik içinde bir özeli,
yani istihlâf (birini yerine geçirme) meselesini, hedef almaktadır ki, meleklere
gizli kalan ve şer ihtimali karşısında şaşma ve uzak görme ve özellik arzetme
ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi. Şu halde mânânın sevki, "Hilafetin
hikmet ve sebepleri ve ona layık olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler
var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu da bilirim."
demek olur. Ve bununla cevabın soruya her yönden uygun olması için, bu bapta
yalnız meleğe has hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz olmadığına da
-dolayısıyle- işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih vardır.
31-Cenab-ı
Allah onlara bu cevabı verdi bir taraftan da Âdem'e bütün o isimleri öğretti.
Ya o isimleri Allah kendi koyup Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e
bunları gerektiğinde koyup kullanacak bir özel yeteneği haiz bir ruh üflemeyi
takdir etti ki, önceki zahir (açık), ikincisi muhtemeldir. Talim ile (yani
öğretmek ile) bildirmek herkesin bildiği şeydir. Bundan Hz. Âdem'in dilin
esası olan isimleri birdenbire bir anlatma ile bilmiş olmayıp, terbiyenin
sırrı hükmünce bir yetenek ile az çok bir tedriç (azar azar ilerleme) içinde
belleyeceği anlaşılır. Ve burada, bu öğretimin geçmişinin takdiri ve bizzat
Âdem'in kendine özgü sıfatı açıklanıyor ki, bu sıfat beşer türünün mahiyet
ve ilk fıtratı demektir. Zira Âdem bu türün ilk ferdidir ve türe ait duyguların
aslı ondan miras kalmıştır.
Bu
isimler nedir? Ve istiğrak (genelleştirme)ın kapsamı ne kadardır? Yani bütün
eşyanın isimleri midir? Yoksa birtakım bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî
tabiriyle deki "elif lâm" istiğrak için midir? Yoksa "Allah'ın
öğretmesini murat ettiği isimler" mânâsına ahd-i hâricî olup bunun te'kidi
midir? Bu noktada selef tefsircilerinden birkaç görüş vardır:
1-
Bu isimler, insanların tanışmalarına, anlaşmasına sebep olan bütün isimlerdir.
İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek ve diğerleri hepsi (İbn Abbas'dan Dahhâk);
karga, güvercin ve herşeyin ismi (Mücahid); her şeyin ismi, deve, inek, koyuna
varıncaya kadar (Said b. Cübeyr); her şeyin ismi, hatta şu, bu abdestsizlik
bile (İbnü Abbas'dan Said b. Ma'bed); her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi,
şu dağ, bu deniz, şu şöyle, diye her şeyin ismi (Katâde). Bunların özeti,
bütün dillerin aslı olan dilin hepsi oluyor. Ve "elif lâm" genelleştirmeye
hamlediliyor. Bundan kıyamete kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri
mânâsını anlayanlar da olmuştur.
2-
Meleklerin isimleri (Rabi' ve daha diğerleri)
3-
Zürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd'den, İbn Vehb'den Yunus b. Abdi'l-Alâ ve
diğerleri). Bu iki şekilde de "elif lâm" ahd içindir ve bunun karinesi
gelecek olan deki zamir gösterilmiştir. Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber
zamirinin akıl sahipleri için olduğu açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler
hem meleklerin isimlerini ve hem nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci
ve üçüncü görüşü) toplamışlardır. Bu isimleri, Allah'ın isimleri diye telakkî
etmeye bu zamir engeldir.
4-
Esmâ (isimler)dan murad dil değil, eşyanın duyguları, diğer deyimle o duygulardan
oluşan ilmî suret (biçim)lerdir, diye de tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden
çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması
gerekir. Her ne olursa olsun burada kat'î (kesin) olan nokta, Hz. Âdem'e -az
veya çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış
olması, kelam ve dil meselesinin hilafet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.
Lisan
hususunda bütün Âdem oğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme)
ve ilerlemelerinin hepsi, esas itibariyle, Hz. Âdem'in yaratılış bakımından
şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özelliğine borçludur. İlim ve mantık
özelliği, bu şekilde, insan türünün aslî yaratılışında kendisinde dahil bulunmuş
ve bundan önce insanlığa ait hakikat ve tam mânâsıyle Âdem'e özgü ruh tamam
olmamış olur. Bu şekilde kelâmla ilgili kuvvet, insana mahsus ruhun mahiyetinden
bir kısım teşkil etmiştir. Cenab-ı Hak, bu gücü Âdem'in ruhuna şahsî olarak
bahşetmiş ve nefh (ruha üflemen)in tamamından sonra da, Âdem bilfiil lisan
şerefiyle şereflenmiş olarak, gereğine göre, isimleri konuşmuştur. Şu halde
Âdem'den önceki yaratıklar, her ne türden olursa olsunlar, lisandan mahrumdular
ve bundan dolayı insan değildiler. İnsanlık hilafeti Âdemoğlu ile beraber
bulunur. Günahı, insanın zâtisi (kendisi) sayıp da, ilim sıfatını, kelâm sıfatını
arazî (gelip geçici) saymak isteyenler insanı bilememişlerdir. Bundan da şu
sonuca geliriz ki, bu öğretim, ruha üflenmeden önce yalnız Âdem'in ruhunda
idiyse, ona kelâma ait kuvvetin, isim koyma kabiliyetinin verilmiş olduğunu
ifade eder. Ve bu şekilde isimlerin bizzat koyucusu, Allah'ın verdiği kudretle,
peyderpey Adem olmuş olur. Ve eğer -zahir vechile (görünüşe göre)- ruhun üfürülmesi
ile beraber veya sonra ise isimleri koyan Allah Teâlâ'dır. Ve Âdem'e ilham
veya kesin ilim ile peyderpey öğretmiştir. Öncekinde kıyamete kadar bütün
dillerin isimlerini içeren bir hakikî istiğrak (genelleme) olur. İkincide
ilk konuşulan bütün isimlere tahsis edilen ahd-i hâricî olur. Tefsir bilginlerince
öğretim böyle iki şekilde te'vil edilmiştir. Ve ilm-i usûl (Fıkıh Usûlün)de,
buna bağlı olarak vaz-ı lügat (dil meydana getirme) meselesindeki anlaşmazlık
hasıl olmuştur. Açık olan, her halde bizzat öğretme ve o öğretmenin takdiridir.
Yani lisan, Âdem'in hilafetinin eseri değil, hilafetinin sebebidir.
İşte
Allah Teâlâ Âdem'e böyle isimleri öğretti. Öğretimden bir müddet sonra da
bu isimlerin müsemmalarını (yani delalet ettikleri zatları) meleklere arzetti.
Buradaki zamirinde bir dil inceliği vardır ki, lisanımızda bulunmaz. denilmeyip,
buyurulması, arzolunan şeylerin akıl sahibi olduğunu açıkça göstermektedir.
Ve isimleri şarta bağlatan karine de budur. Bu zamirin meleklere dönmesi ve
o isimlerin meleklerin isimleri olması da, bunların meleklere arzı ile uygun
olmuyor. Şu halde en açık mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem'den sonra gelecek
olan nesilleri olmasıdır. Geçmişte anılan isimler de bunların isimleri (yani
insan isimleri) demek olur. Bununla beraber bütün isimlerin öğretilip de,
yalnız bunların arz edilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Fakat her iki
halde böyle olmak için nesillerin yaratılmış olması gerekir. Halbuki âyette
henüz Hz. Havva'nın bile yaratıldığına işaret yoktur. Ve kıssanın siyakı (gelişi)
da buna muhalif görülmektedir. Bu müşkil (problem), bilinen bir hadis ile
açıklanıyor ki bunlar meleklere, küçük karıncalar, mikroplar misalinde arzedilmişlerdir.
"nesil veya küçük karıncanın misalleri"(1) ki zürriyyet (nesil)
kelimesi bundan türemiştir. Bu hadis bunların o zaman Âdem'de henüz tohum
halinde (yani gelecekte bütün Âdem oğullarını temsil eden ilk meniye ait tohumcuklar
şeklinde) bulunduklarını anlatır. Eğer burada bu olayların yoğun cisimler
âleminde olmayıp, Hz. Âdem'in ruhunun takdiri veya ruhunun esiri yumuşak bir
cisim kazanması halinde olduğunu tasavvur edebilirsek, o esirle ilgili cismin
parçalarında kıyamete kadar gelecek Âdem oğlunun birbirine bağlı temessülleri
(bir şekil veya surete girmeleri) veya ruhundaki nesillerin manevi suretleri
o isimlerin meleklere arz olunan mânâları olarak düşünülebilir. Ve böyle olmasına
olayın yeryüzüne inmeden önce olması karine demektir. Bu şekilde meleklere
arz, hissî arz değil, ilmî ve hakiki arz olur. Gerçekten isimlerin asıl medlûlleri,
eşyanın ilmî suretleridir. Kelimelerin mevzuu lehi (konusu) asıl bunlardır.
Demek Âdem'e önce eşyaya ve bilhassa nesilleriyle ilgili ilim verilmiş ve
bundan başka bu bilgilere ait isim ve dile ait suretler de öğretilmiştir.
Meleklerde olmayan da budur. Bunlar takdir edilmiş ve yere inişten sonra da
Hz. Âdem bunların yapılışlarını yerde görmüştür. Burada fiilî olarak ilmin
fıtrî (doğuştan) veya sonradan olma meselesi vardır ki, başka yerlerde açıklaması
gelecektir.
Rabbın
meleklere bunları arzetti ve gösterdi de Haydi siz işaretle ifade etmek istediğiniz
hilafet yeteneğinizi göstermekte sadık (yani musîb = isabetli) iseniz işte
bunların isimlerini bana güzelce haber veriniz, buyurdu. Bu zatları, sade
kendileriyle değil, isimleriyle de tanıtabileceklerini sorarak önce melekleri,
aczlerini ortaya çıkarmak ve isbat etmek için, imtihan etti. Ve bununla şunu
da anlatmış oldu ki tasarruf, tedbir, adaletli olma, bunların ilgilendikleri
şeyleri, yeteneklerinin mertebelerini ve hukukun miktar ve derecelerini bilmeye
ve bundan başka bir de bizzat huzura getirmeye muhtaç olmaksızın gıyaplarında
da isimleriyle anlatabilmeye bağlıdır. Ve bu hususta ilim sıfatından daha
fazla bir özellik ve meziyet ifade eden kelâm sıfatının, dile ait kuvvetin,
diğer deyimle hakikate uygun konuşma veya düşünmenin şahsî bir kıymet ve önemi
vardır. Bu olmadan hükümleri yerine getirmek mümkün değildir.
32-Bu
imtihana karşı melekler: "Sübhaneke, en yüksek tesbih ve tenzih sana
ya Rab!... Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her
şeyi bilen ve daima bilen âlim ve her yaptığında hakîm (hikmet sahibi) hakikaten
sensin ve ancak sensin." dediler ve böyle aczlerini ortaya koydular,
tesbih (Allah'ın yüce ve münezzeh olduğunu ifade) ettiler.
SÜBHÂN,
tesbîhin bir özel ismidir. "Sübhâneke" de çoğunlukla tevbe başlangıcı
olur. Şimdi burada şu sorular akla gelir: Melekler hiçbir isim bilmiyorlarsa,
o zaman kelâm sıfatından tamamen mahrum bulunuyorlardı, demek olur. O halde
bu sözleri nasıl söylüyorlar ve ilâhî kelâma nasıl muhatap oluyorlardı? Yok
eğer bunlar tamamen mahrum değiller de henüz gösterilen yeni şeylerin isimlerini
bilmiyorlar idiyse, o zaman naibliğe mutlak yeteneksizlikleri nasıl sabit
olur? Gerçekte esma (isimler)dan maksat birinci rivayet vechile bütün isimler
ise, meleklerin bütün isimlerden mahrum bulunacakları cihetle, bizzat kelâm
sıfatları olmadığı ve ancak ilim sıfatından bir hisseleri bulunduğu anlaşılır.
Ve eğer nesilin isimleri ise, diğer isimleri men' etmeyeceğinden kelam sıfatına
engel olmaz ve bu şekilde meleklerin liyâkatsizliğini isbat etmek istenmeyip,
başka bir hikmetin meydana çıkarılması istenir. Lakin her iki takdirde melekler
ile olan ilâhî hitaplaşma (konuşma) kelâm sıfatına dönmeyip, mânâsı büsbütün
başka olmak ve ilim sıfatı ile te'vil edilmek zahirin (açık metnin) gereğidir.
Önceki umum (genel) takdirinde bu zorunludur. Husus (özel) takdirinde ise
liyakat (yetenek) hikmeti hasebiyle açıktır. Şu halde melekler isimleri, kelâmı
Âdem'in haber vermesiyle öğreneceklerdir. Burada Kelâm ilminin güç bir meselesine
gelmiş oluyoruz. Şu kadar söyleyelim ki, asıl ilim hakikatin bizzat bir görünümü
ve bir özel inkişafıdır. Kelâm da ilmin bir tecellisi, hem de bir dal, bir
alâmet ile naib (vekil) olmak suretiyle tecellisidir. İlmin aslında hakikatin
bizzat bir vechi vardır. İsimde, kelâmda ise o vechin ancak bir vekili vardır.
Çünkü ismin asıl mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için alâmet ve delil olan
şey demektir ve ıstılâhî (terim) mânâsı bundan alınmıştır. Şu halde isim kendisi
de bir şey olmakla beraber, isimliği diğer bir şeye vekil ve alâmet olması
bakımındandır. Ve Allah daha iyi bilir, bu hikmetten dolayıdır ki, hilafete
liyakat, isimlerdeki ve kelâmdaki bu vekalet mânâsı ile uygun olmuştur ve
Allah bunu başlangıçta Âdem'e ihsan etmiştir. Ve işte beşerî ilimler, vekilliği
olan bu kelâma ait şekillerin araya girmesiyle ilgili olduğundan dolayıdır
ki, gölgeli tasavvurlar ile doludur. Ve keşfe ait ilim ile, isme ve fikre
ait ilmin büyük farkları bundandır. Demek ki, Cenab-ı Allah ile meleklerin
önceki konuşmaları hiçbir isim ve vekalete ait suretler karışmayan ve bizzat
hakikat vechi üzerinde vaki olan bir ilmî cereyandır. Ve meleklerin konuşmaları,
tesbihleri, takdis (kutsama)leri, bizzat olan bir ilmî aydınlatma demektir
ki bununla, asıl kelâm sıfatının vekalete ait olan cereyan tarzındaki fark,
açıktır. Şu halde meleklerin bilmedikleri ve bildiklerinde eksikleri bulunabilirse
de hataları ve cehl-i mürekkeb (bilmediğini bilmedik)leri olmaz. Ve bunun
için denilmiştir ki, melekler ancak nass (dinî delil) ile amel ederler. Beşer
ise istinbat ve kıyas kuvvetine, gücüne sahiptir. Yukardaki ifadelerinde de
açıktan yetenek iddiasında bulunmamışlar ve yeni anladıkları meseleyi eksik
olarak görebilmişler ve vekaletin hakikatini bilmemekle beraber, söylediklerinde
de hakikatın bir cihetini söylemişlerdir. Beşeriyetin hata ve bilmediğini
bilmeme kabiliyeti de kendilerindeki kelâm sıfatı ve bundaki vekalet değeri
ile ilgilidir. Şeytan bunları bu yönden aldatabilir. Gerçi kelâm, esas itibariyle
hakkı ve doğruyu bilme konusudur ve onun vekilidir. Ve bu vekilin temsil ve
delaletinde de ciddiyet vardır, fakat kelâmın kendisi olmayan bir tesir ile
yalan söylenir. Sonra kelam, ilmin aynı ve hakkın aynı diye alınır da kelam
ve vekalete ait suretler ile, karışmış olan fikre ve tasavvura ait suretler
bizzat hak ilim yerine konulur. Ve hasılı bilerek söylenilmez, bilerek anlaşılmaz
ve hepsinin ötesinde hak istenmez ve araştırılmaz; vekaletin tabiatı, bir
asalet kabul edilir. Ve o zaman insanlığın bütün şer ve fesadı başlar. Halbuki
Cenab-ı Hak, Adem'in fıtratını, kendi sıfatından hem ilim ve hem kelâm sıfatlarına
mazhar kılmış ve kendine isimleri öğrettikten sonra meleklerin karşısında
yeteneğini isbat için bir de imtihan yapmıştır.
33-Melekler
aczleri (güçsüzlükleri)ni itiraf, ilim ve hikmeti teslim edince Rabbın: "Ey
Âdem, bunlara şunların isimlerini güzelce haber ver." dedi. Ve halifenin
kim olacağına da bu hitap ile işaret etti.
"Âdem"
isminin "üdme"den veya "edîmü'l-ard"dan türemiş (ef'alü)
vezninden Arapça bir kelime olduğu rivayet olunuyorsa da A'cemî (yani Arapça
olmayan) ve (fâalü) vezninde olması tercih edilir. Zemahşerî, Beydavî, Ebu's-Suûd
ve diğerleri gibi muhakkikîn (tahkikciler)in tercihi budur. İmam Şa'bî bunun
"azer" ve "a'zer" gibi İbranî dilinden olduğunu ileri
sürmüş, Süryanice'de de "Adem"in "toprak" demek olduğunu
söylemiştir. Bazıları da bunun aslı "hâtam" vezninde Süryanice olduğuna
ileri sürmüştür ki, bu şekilde dilimizdeki "adam" telaffuzu asla
daha uygun olmuş olur. Arapça ise özel isimlik ve fiil vezninde olduğundan
dolayı; Arapça olmadığına göre de özel isimlik ve ucme (aslı Arapça olmayan)
kelimelerden olduğundan dolayı gayr-i münsarif (cer ve tenvini kabul etmeyen)dir.
Ve her iki takdirde bir cins ismi olmayıp, özel isim olduğu muhakkaktır. Âdem
beşer, insan gibi cins ismi yerinde kullanılacak olursa çoğulu "avadim"
gelir ve o zaman çoğulu gayr-i munsarif olursa da, müfred (tekil)i munsarif
(cer ve tenvini kabul eden) olmak ve "raeytü âdemen" demek gerekir
ki, "âdemiyen" " (ferden min benî âdem = ) demektir. Ve doğrusu
hariçte her cins ismi başlangıçta bir özel ismin genellemesidir. Ve vahid
(tek), çoğa -tabiatiyle- mukaddem (öncelikli)dir. Her halde Arapça'dan başka
İbranî ve Süryanî'de bu ismin çeşitli lehçelerinin bulunduğu anlaşılıyor.
Sâbiede isminin bile Arapça olmayarak, bu isim ile bir ilgisi görünüyor. Bununla
beraber Ebu'l-Beşer (beşerin babasın)in çeşitli dillerde başka başka isimlerle
yad olunduğu da nakl ediliyor. Şehristânî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"de
açıklamasına göre Mecûsîlerden Küyumseriye grubu "Keyumers, Âdem'dir"
derler. Ve Keyumers'in Âdem olduğu Hint ve Acem tarihlerinde de görülmüştür.
Fakat diğer tarihçiler buna karşı çıkmışlardır. İbnü Esir de "Kâ-mil"inde
"mecusun Ceyumers dediği Hz. Âdem'dir." diye zikreder. En açığı,
Adem isminin beşerin ilk lisanına ait bir kelime olmak üzere ele alınması
gerekecektir.
İşte
Cenab-ı Allah meleklerden sonra Âdem'i de bu emir ile imtihan etti ve Âdem
onları isimleriyle tafsilatıyla anlattı. bunun üzerine Âdem o arzolunan şeyleri
isimleriyle onlara haber verince: Rabbın meleklere: "Ben size her halde
ben semaların ve arzın gaybını bilirim demedim mi? Ve siz ne açıklıyor ve
ne gizliyor idiyseniz onu da bilirim." buyurdu. Ve bununla önceki "ben
sizin bilmediklerinizi bilirim" yüksek sözünün mânâsını genişletti ve
açıkladı. Bundan anlaşılır ki icmâl (kısaltmak) hakikatte tafsilin aynıdır.
Şu da anlaşılır ki, meleklere olan kelamın hakikati ancak mânâdan ibarettir.
Lafza ve isme ait suretler değildir, yoksa icmali söyleyen tafsîli söylemiş
olmazdı. Yukarda hatırlattığımız üzere bu tafsîlin mâsîka lehi (sevkolunduğu
şey) de genel değil özel, yani bu meyanda bilhassa Âdem aleyhisselâmda tahakkuk
eden hilafetin sebeplerini açıklamak, hikmet ve kudreti ortaya çıkarmaktır
ki; "İşte sizin başlangıçta anlayamadığınız hikmetin sırrı ve liyakatin
sebepleri budur." demek olur. Cenab-ı Allah bütün ilâhî sanatını böyle
sebeplere ve gizli hikmetlere bağlamıştır. Fakat ona karşı hiçbir sebep ile
yetenek ve hak etme davasına kalkmakta da hak yoktur. Çünkü o bir şey murad
ederse böyle yeni sebepler yaratır ve neticesini de o suretle ihsan eder.
Müsebbibü'l-esbâb (sebepleri yaratan)a sebeb ile hak iddiasına kalkışmak mânâsız
olur. Aslî ve hakiki sebep ancak onun iradesidir, hikmet de onun gereğidir.
Görülüyor ki Cenab-ı Allah Âdem'i halife olmak üzere yaratmış ve durumu meleklerine
istişare eder gibi kısaca tebliğ etmiş ve malum cevap üzerine onu isimleri
öğretmekle terbiye etmiş ve sonra melekler ile beraber imtihandan geçirip,
meleklere güçsüzlüklerini açıklatmış ve ona bilfiil ehliyetini isbat ettirmiş
ve meleklerin devamlı tesbih ve takdis göreviyle meşgul olması, bu yeni makama
liyakatleri için yeterli sebep olmadığını da göstermiş ve nihayet onları Adem'e
boyun eğdirmek için hazırlamıştır.
Hasılı
bu kıssada ilâhî rububiyetin tecelli tarzı büyük bir açıklık ve pek ince bir
üslub ile anlatılarak insanın aslî fıtratında dürülmüş olan enfüsî (subjektif)
ilâhî nimetler hatırlatılmış ve bununla ilâhî rububiyete bilgi temin edildikten
sonra gıyabtan mütekellim (konuşan)e iltifat (dönme) yoluyla sonrası da ayrıca
bir hatırlatmaya tabi tutulmuştur. Şöyle ki:
34-
dördüncü nimet olarak o vakit de hatırla ki biz meleklere: "Âdem'e secde
ediniz." diye emrettik de İblis'den başkası derhal secde ettiler. O dayattı
ve kibirlendi yahut
Aslen
lügatta "secde", son derece tevazu ile alçalıp baş eğmektir ki,
"kibr"in tam zıddıdır. Dînen de alnını yere koymaktır ki, ta'zîm
(büyükleme) ve itaat etmenin en yüksek şeklidir. Ve ondan daha özeldir. Zira
önceki, ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir. Şer'î mânâsında
ibadet kastını ilave etmeye lüzum yoktur. Çünkü secdenin ibadet olması için
niyet şart ise de, secde olması için şart değildir. Bununla beraber dile ve
şeriate ait her secdede bir alçalma, ta'zim ve itaat vardır. Bunun için Allah'dan
başkasına secde etmek dinî bakımdan küfürdür. Ve secde fiilî bir ta'zim ve
itaat etme olduğu cihetle, yalnız kalbî olan itaat hakkında mecaz olur. Acaba
meleklerin secdesi hangisidir? Kur'ân'a mahsus kelimeleri şer'î mânâsına yormak
gerekir ve melekler cismanî şekilde de görülebileceklerinden "alın koyma"
(vaz-ı cephe) mânâsı mümkündür. Bununla beraber meleklerin secdesini kendi
hakikatleri ile uygun olarak düşünmek ve hilafet gereği Âdem'e ilâhî emirle
bir fiilî tasdik halinde kabul etmek daha uygundur. Bu ise Âdem'e bir saygı
gösterme olmakla beraber bizzat Allah Teâlâ'ya bir ibadettir. Bununla melekler
ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi bakımından Âdem'e hilafet mertebesine
uygun bir şekilde hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir ahde (söz verme)
bağlanmış demek olur. O halde melekler, Adem'e bizzat boyun eğmiş değil, fakat
hilafete hizmetçi olacaktır. Ve herhalde asıl mabud, yüce yaratıcıdır. Hasılı
bu secde Âdem'e bir ibadet değildir.
İşte
insanlar böyle bir babanın evladıdır ve kendileri onun halefi, onun halifesidirler.
Bu nimeti bilmeli, bu kardeşliği takdir etmeli ve hiç biri âlemde asalet iddiasıyle
kendi hesabına yaşamaya çalışmamalı, büyük bir kardeş topluluğu halinde yaşamalı
ve yaşamak için kendi hükümlerini değil, Allah'ın hükümlerini, Allah'ın emirlerini,
kanunlarını tatbik etmeli ve o zaman meleklerin de kendilerine hizmet edeceğinden
ümitli olmalıdır. Bunda emre karşı gelen ve kibirlenen İblis'in tâbilerinden
olmamalı, yaratılışını değiştirmemelidir. Cenab-ı Allah burada İblis'in dayatma
ve kibirlenmesini haber verirken, bilhassa onun benzerleri olan ve ilâhî emre
boyun eğme ve itaat hususunda kibirlenerek aralarındaki kesin hukuku teslimden
çekinen yaratıkları azarlamıştır. Ve bu nassın kendisi için sevk edildiği
şey budur. Ve bunların bir kısmı Hz. Resulullah'ın hicret yeri (Medine) etrafında
bulunan yahudi ve yahudi bilginleriydi ki, Hz. Peygamberi ve sıfatını biliyorlardı
ve peygamber olarak gönderileceğini yayıyorlardı. Böyleyken hased sebebiyle
ikrar ve itaattan çekinir ve büyüklük taslarlardı. İbnü Cerîr burada der ki:
"Cenab-ı Allah yahudi kâfirlerin bu hallerine işaret etmek suretiyle
İblis'i kâfirler zümresine nisbet etti. Cins ve nesebde başka olduğu halde,
din ve millette onların kolundan saydı". Şu halde İblis ile kâfirler
arasında başka yönden benzeyiş aramak lüzumsuzdur."
İblis
ismini ilk tefsircilerden bazıları (iblâs) masdarından Arapça bir isim olarak
göstermişlerdir. İblâs ise hayırdan ümidini kesmek, pişmanlık duyma ve kederli
olma mânâlarına gelir. İblisi de Cenab-ı Allah isyanına karşılık, bütün hayırlardan
ümidini kesmiş, taşlanmış, bir şeytan kılmıştır. O halde İblis, hayırdan son
derece ümitsiz demektir ve i'rab (harekeleme) da Arapça olmayan isimlerin
hükümlerine tabi tutulmuş ve gayr-i münsarif (cer ve tenvin olmayan) olmuştur.
Fakat böyle olması daha çok gösterir ki, bu da "Âdem" kelimesi gibi
A'cemî (Arapça olmaya
n)dır.
Arapça'ya diğer bir lisandan geçmiştir. Muhakkıkîn (kıritikçiler) bunu böyle
söylemişlerdir. Bu secde kıssası burada geçen kıssaya atfedilerek ayrıca zikrolunmuştur.
Bundan da bu secdenin "Onu düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona
ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın." (Hicr, 15/29) âyetindeki
şarta bağlı emirle ilgisi bahis konusu olmuştur. Biri şarta bağlı olarak yaratılmadan
önce, diğeri de sonuçlandırma ile ilgili olarak yaratılışından sonra iki emir
var. Acaba secde de bir mi, iki mi? Öğretim ve imtihandan önce mi, sonra mı?
Buradaki "secde ediniz" sonuçlama ile ilgili emrin sonra olduğunu,
diğeri de tesviye ve ruh üflemeyi takib ettiğini ifade ediyor. Ebu's-Suûd
"ceza fâ"sının takip ifade ettiğine ilişerek secdenin öğretimden
sonra ve sonuçlama emri ile ilgili yapıldığında ısrar ediyor. Râzî de önce
ve şarta bağlı emir ile yapıldığını ifade ediyor ve secdenin birkaç defa olduğunu
kabul eder görünmüyor. Bu arada açık olan bu emrin, yaratılıştan sonra, şartın
tahakkuku üzerine, geçen şarta bağlı emrin sona erdirilmesi ve yerine getirilmesi
olduğudur. Bunun gerek takdiri ve gerekse tekvini (yaratması), isimlerin öğretiminden,
imtihandan sonradır. Bununla beraber tesviye ve ruh üflemesinin toplamından
geri kalmış da değildir. Çünkü bu öğretme ve imtihan ruh üflemesinin tamamı
cümlesindendir. Yani bundan anlaşılıyor ki, ruh üflemekten maksat, diri olması
değil, düşünen hayat sahibi olmasıdır.
Başlaması
değil, kemalidir. Şu halde yerindedir. "secde ediniz", onun sonuçlandırarak
teveccühüdür. Âdem'in gerçeği ruh (nefs-i nâtıka) tur. Ve ruh üflemenin mânâsı,
ruhun üflenmesidir. Adem'e ait hayat, asıl bundadır.
35-Burada
İblis'in özellikle azarlanma macerası bırakılmıştır. Çünkü kıssanın sevkedilişi,
bilhassa Âdem'e ve Âdem oğullarına olan fıtrî (yaratılıştan olan) nimetleri
hatırlatmaktır. Bu şekilde melekler ile Âdem arasındaki macera açıklandıktan
sonra, şimdi de takdirdeki o imtihan ve teveccühün meyvesi ve İblis ile olan
macerası açıklanmak ve Âdem'in yaratılışındaki günah ve itaatsizliğin geçici
olduğu hatırlatılmak için daki ya atfedilerek buyuruluyor ki: bir de demiştik
ki, "ey Âdem!. Sen ve eşin (zevcen) şu cennette oturunuz." "Çift"
demek olan zevc, asıl Arapça'da çiftin her tekine, hem erkeğe ve hem dişiye
de söylenir. Demek ki, bu sırada Hz. Âdem'in bir de zevcesi (eşi) yaratılmış
bulunuyordu ki, bu da ayrıca ilâhî bir harika (olağanüstü bir olay)dır. İnşaallah
bunun açıklamasını da ilerde, bu cümleden olarak Nisâ sûresinin baş âyetinde
göreceğiz.
Acaba
bu cennet yeryüzündeki cennetlerden biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur.
"Filistin'de yahut Fâris ile Kirmân arasında bir cennet idi. İnişi de
oradan Hindistan'a nakliydi." denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl
ile söylenmiştir: Çünkü Âdem'in yaratılışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır
ve bu kıssada semaya yükselmesi zikredilmemiştir. Olsa idi öncelikle hatırlatılırdı.
Bir de cennet-i huld (ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi.
Fakat bu tahmin, göründüğü kadar makul ve tabii değildir. Âdem'in yeryüzüne
inişi, yeryüzünde ortaya çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine
devamlı oturmak için girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır.
Şu halde "Cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki,
şimdi mevcut, fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince
Kur'ân dilinde bilinen budur. Âdem'in cennette oturması hali, ahiret âleminin
meydana gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir.
Yeryüzü ile onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum
yoktur. O da aynı feza içindedir. Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilecek
olan söz: Âdem'in ruhunun bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki
unsurlara ilk ilgisi, diğer deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili hücreciğin
esîrî bir şekilde oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i Arabî'nin
bir deyişine göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.
Cenab-ı
Allah, Âdem'e buyurmuş ki, eşinle beraber bu cennette otur. ve bundan bol
bol yiyiniz nerede isterseniz orada yiyiniz fakat şu ağaca yaklaşmayınız,
bundan yemeye kalkışmayınız ki zalimlerden olursunuz.
Zulüm,
haddini aşıp bir hakkı, yerinden başkasına koymaktır. Demek ki Cenab-ı Hak
Âdem'e cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, ona yine bir sınır tayin
etmiş ve ona yaklaştıkları takdirde zalimler zümresine gireceklerini de bildirmiştir.
Bu, şunu ortaya çıkarır ki, insanlıkla ilgili hilafet mutlak değildir. Ve
bunun özel bir sınırı vardır ki, tecavüzü zulümdür. O sınırı tayin eden bu
şecere (ağaç) ne idi? Doğrusu bunu Allah Teâlâ Kur'ân'da bize ismiyle bildirmemiştir
ve ancak bunun cennette belli ağaç olduğunu, Âdem'in kurtuluş ve saadetinin
bozulmasına sebep olmak özelliği bulunduğunu anlatmıştır. Demek, fazlasını
bilmemizde Allah katında bir fayda yoktur. Ve şimdilik mümkün değildir ve
tahkikçi (kritikçi) tefsircilerin seçeneği budur. Bununla beraber buğday veya
üzüm veya incir olduğu hakkında bazı rivayetler de vardır. Tevrat ehli, "bür"
yani buğday demişler; Vehb b. Yemâmî'den de: "Fakat öyle bir cennet buğdayı
ki, tanesi sığır yüreği gibi, kaymaktan lezzetli, baldan tatlı" diye
bir tabir nakledilmiştir. İbnü Abbas ve daha bazılarından "sünbüle"
(başak) diye rivayet edilmiştir. "Dünyada evladına rızık kılınan başaktır."
tabiri dahi naklediliyor. İbnü Mesut'dan asma, üzüm ağacı ve bazılarından
incir tabiri vârid olmuştur. Bu meyanda şu tabir de vardır: "Bu öyle
bir ağaçtır ki, melekler hulûd (ölümsüzlüğe ermek) için bununla kaşınırlar."
Bunların bir temsilî mânâyı ifade ettikleri de açıktır. Nitekim cennet meyvelerinin
birbirine benzemesi meselesi geçmişti. Hıristiyanlardan rivayet edilen telakkiye
göre, bunun kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinaye olduğudur. Hıristiyanlıktaki
ruhbaniyet (yani evlenmemek), evlenmemeyi ibadet ve sevap itikat etmek önermesinin
bu telakkî ile ilgili bulunduğu da sanılır. Fakat Kur'ân'ın metni buna müsait
(uygun) görünmüyor. O zaman mânâsız kalır. "birbirinize yaklaşmayınız"
demek, hem yeterli ve hem açık olurdu. Bu şekilde Âdem'in ilk evlenmesi gayr-i
meşru (dine uymayan) olması gerekiyor. Şüphesiz bizce daha uygun olan bu konuda
tevakkuf (durmak)dur. Biz o ağacı tayin edemeyiz. Ancak şu kadar düşünebiliriz
ki, ondan yemek, vekilliği unutmak ve asalet davasına kalkışmak duygusunu
verir. Bu da insanın aslî yaratılışından değil, şeytanın telkininden başlar.
Bu buğday ise, delice buğdaydır. Bir üzüm ise, şarap üzümüdür. Bir incir ise,
kurtlu incirdir. Ve her halde bir hamri (sarhoş ediciliği) vardır. Ve o hamr
aklı alır ve Allah'ı unutturur. Cennete bu, yenilmek için değil, tahdit (sınırlama)
ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz: "Dünya sevgisi, her
hatanın başıdır" hadis-i şerifinde bu yasak ağacı tayin eden bir delalet
buluyoruz. Demek Âdem o zaman dünya sınırına yaklaşmamak emri almış ve Âdem
bundan, yaratılışının gereği olarak yememiştir. Fakat Hamze kırâetinde 'dır
ki, önceki = zelle'nin if'âl bâbı olan = izlâl'den, ikincisi = izâle'dendir.
36-Bu
iskân (oturma) üzerine o şeytan, o İblis ikisinin de o ağaç yüzünden ayaklarını
kaydırdı, yahut ikisini de cennetten kaydırdı. Zira o zaman şeytan kovulmuş
bulunuyorsa da Âdem'i ve Âdem'in çocuklarını azdırma imkanı kaldırılmamış
idi. Çünkü Âdem'e özgü şeref asıl bununla ortaya çıkacaktı, hilafet tasarrufu
bizzat bununla tahakkuk edecekti. Bu imkandan dolayı şeytan ne yaptı yaptı,
cennete bile girebildi de bunları bulundukları yerden veya nimet halinden
çıkardı, cennetteki kendilerine ait fıtratlarına bir değişme ârız oldu, biz
de dedik ki haydi ininiz ve o halde ininiz ki bir kısmınız, bir kısmınıza
zulüm ve tecavüz edecek düşman ve sizin için yeryüzünde bir zamana (yani ölünceye)
kadar geçici bir oturulacak yer tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak da
bir hak olsun. Çünkü yerler ve yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Ve cennette
oturma bunun bir başlangıcı idi. Fıtratınızdan hariç olan şeytanın kandırmasına
bakılmasaydı, bu yeryüzüne daha başka sağlam bir şekilde gelmek de mümkündü.
Bu hata üzerine yeryüzüne gelip, hiç faydalanma hakkına sahip olmamak da mümkün
idi. Halbuki ilâhî yardım bu emri verirken, bu lütfu da esirgememiştir. Ve
insanlık dünyaya böyle bir hak lütuf ile birlikte bir felaket içinde doğmuştur.
Takdir, bu felaketin imkanını kaldırmamış, fakat bunu şahısla ilgili de kılmamıştır.
Felaket sebebi geçicidir.
37-Nitekim
bu emir verildi ve verilir verilmez, Âdem de Rabbinden derhal birkaç kelime
aldı. Burada "bizden" buyurulmuyor da "Rabb'inden" buyuruluyor.
Çünkü inme emriyle beraber Âdem hitap mevkiinden (ikinci şahıslıktan), gıyaba
(üçüncü şahıslığa) inmiş bulunuyordu. Fakat halife olmak üzere takdir buyurulan
Âdem'in fıtratından, ilim ve isim güçleri yok edilmemiş idi. Vuku bulan hata,
henüz tabiat (huy) olmamış idi. Bu felaket üzerine derhal Âdem bu yaratılışıyle
Rabbine döndü ve ondan kendisine bazı kelimelerin telkin edilmekte olduğunu
anladı ve o kelimeleri karşılayıp aldı, kabul etti ve onlarla amel etti. Çünkü
"telakkî" kelimesi, "lika"dan alınmış olarak, karşılayıp
almak ve aldığına sarılmaktır. Âdem'e bunlar, "tasavvur" dediğimiz
lisana ait suret ile karışmış, vekalete özgü bir ilim altında keşfî bir ilim,
bir hakiki şuur anlatıyorlardı. Bu kelimeler nelerdi? A'râf sûresinde gelecek
olan "(Âdem ve eşi) dediler: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik,
eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."
(A'râf, 7/23) kelimeleri idi. Bundan başka şunlar da nakledilmiştir:
1-
"Allah'ım sana hamdinle tesbih ediyorum. Senin ismin mukaddestir. Senin
şanın yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla.
Senden başka günahları affeden yoktur."
2-
İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğuna göre şu münacât (dua) cereyan
etmiştir: "Ey Rabbim, sen beni kendi elinle yaratmadın mı? -Evet. Ey
Rabbim, senin rahmetin öfkeni geçmiş değil midir? -Evet geçmiştir. Ey Rabbim,
ben tevbe eder ve halimi ıslah edersem sen beni yine cennetine döndürür müsün?
- Evet döndürürüm." Ve bu meâlde bazı âyetler daha vardır.
Düşünülecek
olursa bunların hepsi, âyette aynı mânânın ifadesine dayanmaktadır ki, bu
da ilk yaratılış gereği bütün varlığıyle Allah Teâlâ'ya yönelmek ve O'nun
ârızalar ile kesintiye uğrayan rahmet ve lütfunu, öfke ve dalaletten uzak
olarak tekrar celbetmek için iman akdini yenilemek suretiyle, kalb ile, söz
ile ve fiille tevbe etmeye ve kurtuluşa dönmektir. Ve bunda dinin aslı yer
almıştır. Bizim dünyada din ve imanımız, ilk yaratılışta takdir edilmiş olan
rahmete ve iman akdine nazaran bir tevbe ve bir rücu' (dönüş) mânâsındadır.
Ve insana mahsus saadet, günahları kendisine huy edinmemek için daima tevbe
ve istiğfar üzere bulunmaktadır. İnsanı ümitsizlendirecek şey, farzedelim
vaki olan bir günah değil, günahta ısrar etmek ve tevbeyi unutarak şeytana
uymayı huy edinmektir. İnsan Allah'ına, fıtratına iftira etmemeli, şeytana
ve şeytanlığa karşı mücadele etmelidir. Nitekim Hz. Âdem, hatanın neticesi
olarak yeryüzüne çıkınca, Allah'ın lütfuyla kendini topladı ve yaratılışı
gereği aldığı kelimelerle amel etti, kusurunu itiraf ile imanını arz etti
ve: "Ya Rab, beni kendime bırakma!..." diye yine hilafetini yalvararak
istedi de Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat etti, tevbesini kabul etti.
Zira senin Rabbin olan Allah, tevbeleri kabul eden, merhamet edendir ve hem
tevbeleri kabul eden ve merhametli olan O'dur. O, o kadar merhametli bir Allah'dır
ki, kulunu bir kere terkedivermekle ilel'ebed terkedivermez. Kulu dönüp tevbe
ettikçe, İblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar, yine bakar, sonsuz olarak
bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu, "yetişir artık" demez,
sayısız olarak döner bakar, çünkü Rahim (çok merhametli)'dir. Tevbe, esasen
rücu' etmek, geçmiş asla dönmek demektir. Şu halde kula nisbet edildiği zaman
geçici olan günah halini bırakıp, aslî olan düzgün haline dönmek demek olur.
Allah'a nisbet edildiği zaman da geçici olan öfke nazarından, aslî olan rahmet
nazarına dönmek mânâsını ifade eder. Bunun için tevbenin şer'î mânâsı, kulun
günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup, bir daha yapmamağa azmetmesi, Allah'ın
da bu tevbeyi kabul ile günahı mağfiret etmesi diye açıklanır.
38-Acaba
Allah Teâlâ Âdem'in tevbesini kabul etti de, "ininiz" emrini geri
mi aldı? Bu cevap olarak buyuruluyor ki: Hayır Âdem ve eşi ve bunların içinde
bütün Âdem oğulları ve şeytan hepiniz oradan ininiz, dedik. Bir kere o emri
yaratmakla yerine getirdik, hepsini yere indirdik, verilmiş olan ilâhî bir
emrin geri kalmayacağını böyle gösterdikten sonra da tevbenin kabulünün gereği
olarak bu emre şunu da ekledik: Şimdi benim tarafımdan size her ne zaman resûl
veya kitap gibi herhangi bir delil, bir hidayet sebebi gelir de benim o hidayetime,
o delilime her kim tabi olursa artık onlara gerçekten hiçbir korku, azap yoktur
ve onlar ilerde hiçbir şekilde mahzun (üzüntülü) olmazlar. Yani onlar için
korku ve hüzün devam etmez, sonuçları katıksız sevinç ve neş'e olur. Allah
sevgisi, Allah aşkı ve hakka uyma; onlara hiçbir korku, hiçbir hüzün tattırmaz.
Gerçi Allah'ı bilen, Allah'ı seven, Allah'tan korkar, fakat Allah korkusu
her saadetin zamanı ve bütün korkuların siperidir.
39-Buna
karşılık küfre sapıp bizim hidayetimizi getiren âyetlerimizi, alâmetlerimizi,
delillerimizi, hüccetlerimizi, gerek enfüsî (subjektif) ve gerek âfâkî (objektif)
vahdaniyyet (birlik) ve ilâhî şahitlerimizi, gerek âlemde ve Âdem'in yaratılışında
yerleştirilmiş olan fıtrî ve aklî delillerimizi ve gerek peygamberler ve kitaplarla
tebliğ olunan kelâmî ve naklî delillerimizi yalanlayanlar bunlar da yukarda
diye açıklanan ateşin, o dehşetli ateşin çırası ve kömürü olacak ve ondan
ayrılmayacak olan arkadaşlarıdır, bunlar o ateşte daima, sürekli kalıcıdırlar.
İşte yeryüzünde insanlığa ait hilafetin oluş şekli bu iniş ve bu vaad ve vaîd
ile beraber olmuştur. Ve bu sıfat Âdem'den evladına intikal edecek, bunu bilenler
birinci kısımdan, tanıyanlar ikinci zümreden olacaklardır. Biri, ilk fıtratın
gereğine halef olacak, biri de geçici olan hatayı huy edinerek görünüşte Âdem'e,
gerçekte şeytana halef ve arkadaş olacaklardır. Şu halde insanlar Kur'ân'ın
bu kıssalarını iyi düşünmeli ve daima hatırında tutmalıdır. Görülüyor ki,
kıssanın sonunda beyanın ifade şekli bütün Âdem oğullarını hedef almakta ve
Âdem ile Havva burada âdeta nesilleriyle beraber bir cinsi temsil etmektedirler.
Sanki iniş, yani yeryüzünde beşer cinsinin ortaya çıkışı bir çokluk ile vaki
olmuştur. Ve geçmişte açıklanan birlik, cinse ve akla ait birliktir denebilecek.
Fakat iyi düşünülürse anlaşılır ki, bu hitabın geleceğe derin bir şümûlü (kapsamı)
vardır. Ve bunun içinde bugünkü ve yarınki, kıyamete kadar gelen insanların
hepsi dahildir. Halbuki biz yeryüzünde ilk yayılan insanlar değiliz. Bununla
beraber o inişte ve hitabında dahil bulunuyoruz. Ne şekilde? Çünkü babamız
Âdem'in sulbünde fikir ve tasavvur olarak bulunuyorduk. Demek ki bu düşünce
halinde çokluk, bilfiil ilk inen insanın Âdem ve Havva'dan ibaret tek bir
çift olmasına aykırı değildir. Ve beşere özgü üremenin başlangıcı olan ilk
harika (olağanüstü yaratılış) -ki yer sonradan olma olduğu için zaruridir-
yeryüzünün her tarafında birden ortaya çıkmış, çeşitli, çok harikalar değil,
esaslı iki harikaya ve bir aslî tohuma dayanır. Ve burada hitabın geneli hedef
alması, Kur'ân'a muhatap olan sonradan gelen insanların bizzat aydınlanmaları
ve insanlığa mahsus hilafetin genelleştirilmesi ve insanî kardeşliğin hatırlatılması
hikmetine dayanmaktadır. Gerçekte bunu te'yit eden diğer bir âyet vardır ki
orada Dedi ki: "Birlikte, ikiniz, oradan inin." (Tâhâ, 20/123) diye
Âdem ve eşi tesniye (ikili) olarak tahsis edilmiştir. Demek ki cennetten yeryüzüne
bilfiil ilk çıkanlar bunlardır. Ve bu çıkış da birdenbire olmamıştır. Hem
de nesilleri olan bütün beşer cinsi de bunlarda zihinde mevcut olarak beraber
çıkmıştır. Ve insanlar aslında hakikaten kardeştirler. Tabiat ilimleri ve
yeryüzünde bilfiil insanın oluşumu açısından düşünecek olursak, bunun başlangıcını
bu inişte arayacağız. Burada Kur'an bize fazla açıklama yapmıyor. Asıl olayın
başlangıcı olan harika (olağanüstü) olayı en küçüğüne döndürerek bildiriyor.
Çünkü ilâhî âyet olacak olan budur. Sonrası bildiğimiz üreme kanunudur. Şüphe
yok ki, tabiat ilimleri bu kanundan çıkamaz, çıkınca tabiatın mânâsı kalmaz.
Bununla beraber, mantıkî bir zorunluluk ile yerin sonradan olduğuna ve sonradan
teşekkülüne hükmeden şimdiki Fizik ilmi, beşerin oluşumunda da bugünkü bilinen
üreme ve çoğalma kanununun ezelî olmadığı ve başlangıçta bir tohumun, bir
aslın sonradan olduğunu da zorunlu olarak kabul etmektedir. Bu konuda bundan
başka müşahedeye dayanan bir bilgi yoktur ki Kur'ân'ın bu âyetini, onun gözüyle
de bir mülahaza edelim.
Eskiden
bazı tabiatbilimciler, beşeriyetin yeryüzünde ezelî olduğunu iddia ederlermiş.
Fakat bugünkü tabiat bilimlerinde bunların yeri yoktur. Fakat bazı tahminciler
görüyoruz ki bunlar, yeryüzü kıt'alarındaki beşer ırklarının ta esasında başka
başka asıllardan gelmiş olmasını ve buna göre insanlar arasında genel bir
kardeşliğin tabiî (doğal) olamayacağını zannetmek istiyorlar. "Zencîler,
Avrupalılar, Amerikalılar nasıl kardeş olur?" demek istiyorlar. Bunlar
şunu düşünmüyorlar ki, ilim daima "asıl birlik" nokta-i nazarını
(görüşünü) takip eder. Ve mümkün olduğu kadar olağanüstü olmanın azalmasını
ister. Ve bu konuda verilecek hüküm, şimdiki halin müşahedesine dayanan bizzat
bir mantık işidir. Bütün bunlar ise üremenin, tek başlangıçtan başladığına
hükmeder. Bunlara karşılık Zooloji'de istihâle (başkalaşma) ve tekamül nazariyesi
(varsayımı)ni takip edenler vardır. Ve bu görüş felsefî bakımdan esas itibariyle
uygun, vahdet (birlik) kanununa ve terbiyeye de mutabıktır. Fakat hayvanlara
tatbikinde müşahede ve fiilî tecrübeyi aşan şahsî bir hüküm hatasını içermektedir.
Hakikatte bütün hayvanların cesetleri mükemmel bir tasnif ile tertip edildiği
zaman görülüyor ki, aralarında eksikten tama (nâkıstan kâmile) doğru giden
bir dereceler zinciri (silsile-i meratip) arzetmektedirler. Aralarındaki büyük
farklara rağmen bu tekamül (evrim) ortaya çıkıyor. Bununla beraber hiçbir
türün, diğer türden ürediğine dair bir tecrübeye, bir şahide (delile) de rastlanmıyor.
İnsan, insandan doğuyor; arslan arslandan; at attan; maymun maymundan, köpek
köpekten... Böyle olmakla beraber, bu tecrübeye rağmen, asıl birlik esasına
dayanarak burada bir mantık yapılıyor. Hayvanların iş bu türlerinin dereceleri,
tam olanı eksik olandan istihale ederek (başkalaşarak) veya tekamül etme suretiyle
doğarak gelmiş, bu şekilde bir gün gelmiş ki hayvanın biri (ve mesela bir
görüşe göre maymunun biri) veya birkaçı insan doğuruvermiş ve insanlar bunlardan
türemiş. Şu halde insanlar arasında insanlık kardeşliği şüpheli ise de, maymunluk
veya hayvanlık kardeşliği şüphesiz olmuş oluyor. Biz daima göğsümüzü gere
gere ve ilmî görüşten hiç ayrılmayarak deriz ki, "asıl birlik davası"
doğrudur. Evvela bütün hayvanlar için bu "tek asıl" maddedir. Basit
unsurlardır. Daha açık olmak için topraktır ve bu maddeden hayatın ortaya
çıkışı bir yapıcı nedene bağlıdır ki, o eksiğe kemal versin ve mÂdemki tabiatın
çeşitlenmelerini görüyoruz, demek ki tabiat, ilk yapıcı değil, nihayet ikinci
derecede bir faildir. Eksikden tabiatıyle bir tam çıkamaz. Mesela bir okkalık
ağırlık, iki okkalık ağırlığı sürükleyemez; çıktığı, sürüklediği farzedilirse
bir şeyin yok iken sebepsiz, illetsiz geldiğini kabul etmek gerekir ve o zaman
akıl, ilim ve fen yoktur. Zira illet (sebep, neden) ve tezâyüf-i illet (hükmün
illete izafesi) kanunu inkâr edilirse hiçbir şey bilinemez. Şu halde bir kurttan
bir kelebek bile çıkarsa tabiatı ile değil, ilk fâilin (yapıcının) tesiriyle,
onun seçmesiyle çıkar. Yumurtadan civcivin çıkması bile haricî bir ısının
tesirine bağlı değil midir? Aşılarda da durum böyledir. İlmin hiç ayrılmaması
gereken bu prensiplerden dolayı, aralarında yakınlık derecesi bulunan aynı
cins hayvanları, tecrübenin tersine olarak, muhakkak birbirinden başkalaşım
yaptırmak veya doğurtmak ne doğaldır, ne de zorunludur. Bir olayla ilgili
önerme olsun söyleyebilmek üzere, "kurbağalar balıktan doğmuş, dönmüş"
demek için, tecrübe ile ilgili bir örnek görmeğe ihtiyaç vardır. Tecrübenin
delaleti ve mantıkî gereklik yokken böyle bir hüküm vermek, fen ve felsefeye
uygun bir hüküm değildir. Sözün doğrusu, hayvanların derecelerinin bütün tekamül
sınırlarında başlı başına ilk yapıcıdan gelen ve örnekleri geçmediğinden dolayı
olağanüstü olan fazladan bir hadise vardır ve insanda, hepsinden başka olarak
bir küllî (tümel) ruh vardır. İnsan bir hayvandan doğsaydı, yine tabiî olmayan
bir harika olurdu. Şu halde aradaki gelişme silsilesi, tümüyle beraber tabiî
değil, gayr-i tabiî (doğal olmayan)dir ve Allah'ın eseridir.
Bunun
hangisinin hangisinden doğduğunu sade mantık bilimi bildiremez. Bunu ya müşahede
(gözlem) veya tecrübe (deney) veya vahiy bildirir. Tabiat düzenli olduğu halde,
şimdiye kadar, balıktan kurbağa, maymundan insan doğduğu asla görülmemiştir.
Ve tecrübe mahsulü (ürünü) olan Pastör nazariye (teori)sine de tamamen aykırıdır.
Tek cins içindeki aşılar şahit olamaz. Vahiy ise bize insanların maymunluğa
inişi hakkında bazı hatırlatmalarda bulunuyorsa da, aksini haber vermiyor.
Ve bize: "Siz insansınız, insan olunuz, kardeş olunuz, hep bir babanın
evladısınız." diyor. Şu halde esasında ilmî bir hakikati içeren, tekamül
ve başkalaşım teorisinin yanlış bir uygulamasını kabul etmek için bugün hiçbir
akla uygun sebep yoktur. Bütün bunlardan yakından bildiğimiz bir şey varsa,
o da ilk insanın yeryüzünün sinesinde doğmuş olmasıdır. Ve bunda bir seçim
vardır. Fakat bu seçme, tabiî değil, Allah'a aittir. Âdem Allah'ın yaratmasıdır.
(Mü'minûn) sûresine bak. "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık."
(Mü'minûn, 23/12). Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, yeryüzüne Âdem'in
inişinden zamanımıza kadar geçen tarih, zannedildiği gibi, beş on bin senelik
bir müddetten ibaret olmaması gerekir. Bu kadar zamanda insanlığın yeryüzüne
tam yayılması, tecrübeye göre, akla uygun değildir. Endülüs'lü İbnü Hazm "Fisâl"inde
dokuz asır önce bunun dinimizce kat'i (kesin) belli bir miktarı olmadığını
ve yüzbinlerle seneye ulaşabileceğini ve bununla beraber ne ezelî, ne anî
de olmadığını çok güzel anlatmıştır. Ve şüphesiz Amerika yerlileri bile Âdem
sülalesidir. Bütün insanlarda aslî fıtrat bir fakat huy çeşitlidir. Tînet
(yaratılış) ayrıdır. Bu bakımdan insan fertleri arasındaki derece farkı, hayvanlardaki
tür farkından çok mühimdir. Bunların en geniş sınıfları da, mümin-kâfir tasnifidir.
Cenâb-ı
Hak bütün bu akla uygun ve normal incelemeleri bize bırakarak Kur'ân'ında
bunların esası olan takdirin, Allah'ın hükümlerinin tek şekil (yeknesak) üzere
cereyanını ve bundan özellikle insanlara tahsis edilen ilâhî rahmet ve nimetleri
hatırlatmış ve kendimizi, kendi derecemizi, vekalet yetkimizi, kardeşliğimizi,
Rabbimizi tanıyarak; geleceğe, ahirete, ona göre hazırlanmamızı ve insanlar
arasındaki bütün düşmanlıkların kalkmasının, ilk fıtrata dikkat etmek şartıyla
mümkün olduğunu bu kıssada genel olarak açıklamış ve Resulüne hatırlatmış
ve sonucunu manen "ey insanlar" hitabına bağlamıştır. Bundan sonra
da bilhassa bu kıssayı kitaplarında okuyup bilen Benî İsrail'e (İsrail oğullarına),
yani asr-ı saadetteki, Resulullah zamanındaki yahudilere özel hitabını aşağıda
geleceği şekilde yöneltmiştir ki, genel hitabıyle Âdem kıssasından sonra bu
hitap çeşidi ne kadar beliğdir.
Meâl-i
Şerifi
40-
Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü
tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!
41-
Yanınızdakini (Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)a iman edin,
O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin.
Ancak benden korkun.
42-
Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.
43-
Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû
edin.
44-
İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitab (Tevrat)ı
okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
45-
Bir de sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan
başkasına ağır gelir.
46-
Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler.
40-
Ey İsrail oğulları! İsrail, Hz. Yakub'un lakabıdır ki, "yâ"sız ;
"yâ"sız ve "hemze"siz ; "hemze"nin "yâ"ya
kalb (çevrilmes)iyle ; meftûh (üstünlü) "hemze" ile ; ve meksûr
(esreli) "hemze" ile de okunur. İbranî dilinde bunun mânâsı safvetullah
(Allah'ın seçkini) veya Abdullah (Allah'ın kulu) demek olduğu beyan ediliyor.
Şu halde bu lakabda yahudileri iman etmeye bir harekete geçirme vardır ki,
meâli şu olur: Ey Allah'ın güzide bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat
ehli! o size vermiş olduğum büyük nimeti düşünün, hatırlayın, yâd edin. Çünkü
zikir kalb ile de olur, dil ile de. Bu hitap gösterir ki onlar, her şeyden
önce nimete talipdirler. Bununla beraber şükür şöyle dursun, nimetin aslını
bile unutmuşlardır. Bunları Cenab-ı Allah onlara hatırlatacaktır ve bunlardan
başlıcası "benden size bir hidayet gelirse" (Bakara, 2/38) ifadesince
kitap ve peygamberliğe işarettir ki, sonunda Muhammed (s.a.v.)'in gönderileceğini
idrakleri ve Medine'ye nebevî hicretle gelen ilâhî hidayet vardır. Vaktiyle
olduğu gibi bilhassa şimdi üzerinize gelen büyük nimeti takdir ediniz, ve
benim ahdimi (bana verdiğiniz sözü) yerine getiriniz. Ta Âdem'in yeryüzüne
inmesinden bağlandığınız ve Tevrat ile söz verip anlaşma yaptığınız bir ahdin
gereğince, siz herhangi bir zamanda göndereceğim hidayet sebebine uyacak,
iman ve itaat edecektiniz ve Musa'nın haber verdiği peygamberlerin sonuncusuna
iman edecektiniz. Benim bu ahdimi Resulüm Muhammed'e uymakla yerine getiriniz
ki ahdinizi (size verdiğim sözü) yerine getireyim. Sizi cümlesine sokayım.
artık benden ve ancak benden korkup sakınınız.
41-Anlaşmayı
bozmak ve diğerleri gibi fesatlar, ahlâksızlıklar yapmayınız, ve özellikle,
imanın esası itibariyle yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğim
Kur'ân'a iman ediniz ve bütün amellerinizi buna uydurunuz. Baksanıza Tevrat'taki
Âdem kıssası bunda ne güzel hatırlatılmıştır. ve bunu ilk inkâr eden siz olmayınız.
Vahiy nimetini, nübüvvet (peygamberlik) nimetini ilk anlayıp tasdik edecek
olan siz olmanız gerekir. Siz buna iman etmezseniz, bazı dünyaya ait faydalar
düşüncesiyle etmezsiniz. Fakat benim âyetlerimi, mucizelerimi az paraya satmayınız.
Birkaç para gibi kıymetsiz dünya menfaatlerine değişmeyiniz. Bu âyetlere iman
ederseniz, elinizden kaçacağını sandığınız paraların, dünya ile ilgili düşüncelerin
kat kat üstünde nimetlere erişeceğinizi bilmeniz gerekir. artık benden ve
ancak benden layıkıyle korkunuz, yalnız benim korumama giriniz, takva ehli
olunuz. Önceki âyette "rehbet", (korkmak) burada "ittikâ"
(sakınmak) ile emredilmesi, onun avam (halk) tabakasına ve seçkin zatlara
genel (umumi) ve bunun havass (seçkinler)a özel bir hitabı hedef alması dolayısıyledir.
42-
Hakkı batıl ile karıştırıp aldatmayın; doğruyu yalanla, yanlışlarla bulayıp
da bile bile hakkı gizlemeyiniz. Bu âyetin anlamı çok kapsamlıdır. İlme ve
amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve
bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hakimlerin
haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümûlü vardır. "İnsanları
aldatmayınız, sahtekârlık yapmayınız." meâlinde bir genellemeyi ifade
eder. Bununla beraber (kelâmın) sevki bilhassa ilmî değeri hedef alıyor. Nice
kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi
gönüllerine göre evirerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar,
altın diye satarlar. Bu durum İsrailoğulları haberlerinde çok vardı. Bunlar,
kendi yazdıkları fikirleri, te'villeri, tercemeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar,
seçilmez bir hale getiriyorlar ve bazan da Muhammed (s.a.v.)'e ait vasıflar
hakkında yaptıkları gibi geçmiş kitaplardaki âyetleri saklıyorlardı ki, bu
konuda "Yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra
'Bu Allah katındandır.' derler." (Bakara, 2/79), "Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar." (Nisa, 4/46, Maide, 5/13) ve diğerleri gibi başka âyetler
de vardır. Bunlar, Tevrat'ın aslını korumuyorlar, kendi yazdıkları tercemeleri:
"İşte Allah'ın kitabı" diye Tevrat yerine koyuyorlardı. Ve ilmî
meselelerde gerçeği takip etmeyerek kendi gönüllerine göre açıklamalarda bulunuyorlar,
arzu ve şehvetlerine sapıyorlar, safsatalar yapıyorlar, arzularına tabi oluyorlardı.
Bu şekilde hak fikri, hak inancı kalmıyor, aldatma, karıştırma, aldatıcılık
hükümran oluyordu. İşte bütün bunlara karşı İsrailoğullarının bilginlerine
genel olarak bu yasaklama hitabı söylenmiştir ki, Kur'ân'da bu konuda başka
bir âyet olmayıp da yalnız bu âyet olsaydı, Kur'ân'ın terceme ve tefsiri meselesinde
ve diğer ilmî vaziyette İslâm'ın tutumunu, ilmî vazifenin şeklini tayin etmek
için bu âyet yeterli olurdu. Kur'ân'ın tecrid (soyutlama) meselesinin ne büyük
önemi haiz olduğu, Kur'ân'ı Kur'ân, tercemesini terceme, tefsir ve te'vili
de tefsir ve te'vil olarak bellemek ve belletmek bir hak görev olduğu unutulmamalı.
"Farsça Kur'ân", "Türkçe Kur'ân" gibi sözlerden çekinmelidir.
Çünkü milyonla terceme ve te'vil yazılır, onlar yine Kur'ân'ın hakikati olmaz,
Cenab-ı Hak buyurmuştur.
43-Bundan
başka bir de namazı dosdoğru kılınız ve zekatı veriniz. hem rükû' edenlerle,
yani müslüman cemaat ile beraber rüku' ediniz, eğiliniz, rüku'lu namaz kılınız.
Bunda, hem o namazın başka değil, İslâm'ın namazı olduğuna tenbih hem de cemaatin
varlığına işaret vardır. Çünkü rüku' ile namaz İslâm dinine mahsustur ve bunun
için namazın bölümleri buna bağlı olarak rek'at diye isimlendirilmiştir ve
burada "rüku' ediniz", "namaz kılınız" mânâsını ifade
etmiştir. Şu halde yalnız rüku' (eğilmek) ibadet olmaz. Yahudi ve hıristiyanlar
namazlarında kıyamdan doğrudan doğruya secdeye giderler, rüku' etmezler. Rüku',
sırtıyle beraber boynunu öne eğmektir. Lügat bakımından secdeye kadar varabilirse
de şer'an (dinen) normali belinden bir dik açı vaziyetinde bükülmektir. Kıyamdan
secdeye kapanmakta bir itidalsizlik vardır ki, bunu rüku' tamamlar. Ve bu
şekilde müslümanın namazı, kalbin düzelme ve temizlenmesiyle beraber bir mi'racı
olduğu gibi, bedene ait hareketlerin de ta'zimi, ağırbaşlılık ve sükuneti
ifade eden her kısmını içerir. Beşer ömrünün geçişini ne güzel tasvir eder.
Ciddî olarak namaz kılmak, zekat vermek, cemaate devam etmek; hakkı gizlemekten
ve hakkı batıl ile bulamaktan men eder.
Bütün
bu emirler, bu yasaklar, İsrailoğulları'na hitab etmekle beraber, hükmü onlara
mahsus değildir. İslâm şeriatinde bunlar vardır. "Siz de bunlara iman
ve itaat ediniz." demek olduğu açıktır. Şu halde "sebebin hususu
(özel oluşu), hükmün umumu (genel oluşu)na engel olamayacağı açıktır.
44-Bundan
sonra hakkı karıştırmamakla beraber, başkalarına hakkı tebliğ edip de kendini
unutmak da caiz olmayacağını anlatmak için bir özel hitap da vârid oluyor.
Rivayet olunduğuna göre saadet asrı (Peygamberimizin asrı)nda Medine'deki
yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: "Muhammed
hakkında ne dersin?" diye soranlara: "Doğrudur, haktır." derler,
Resulullah'a uymalarını emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında
bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle
ona uyma arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da : "Sadaka veriniz."
diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: "Allah'a
itaat ediniz, âsî olmayınız." derler, fakat kendileri sözleriyle amel
etmezlermiş. Nihayet bu âyet münasebetiyle: "Namaz kılınız, zekat veriniz"
diyenler olurmuş fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunların biri
veya her biri dolayısıyle şu âyet de nazil olmuş (inmiş)tur. acaip, siz insanlara
birr (yani bol bol iyilik) emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki daima
kitabı (yani Tevrat'ı) da okuyorsunuz. o halde akıl etmez misiniz? Yahut daha
akıllanmayacak mısınız? Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir.
Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken kendini unutur mu?
Birinci
olarak, emir bilmâruf (iyiliği emretmek) ve nehiy anil'münker (kötülüğü yasaklamak)den
maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir. Halbuki
başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan
mahrum etmek, eli selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir ki, amelî
akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi,
insanlara va'z ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini,
kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında
bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan
saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır.
Aklı olan ise çelişkiye düşmez.
Üçüncüsü,
söylediği sözün, verdiği nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin
olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki
verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve
herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu
evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Hasılı,
iyilik iyiliktir, elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zatında iyidir
ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır.
Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet fâsıkın (sapık) doğru
söylemek, sözünde ciddi olarak iyiyi söylemek şartıyle va'z etmesini (öğüt
vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber bu gibiler hakkında
gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif (ince) bir inzar (korkutmay)ı içeriyor
ve aptallıklarını anlatıyor. Vâizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını
ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve
bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor.
Buharî ve Müslim'de bu konuda şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: Kıyamet
gününde bir adam getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye
başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirirler: "Ey falan! Sen bize iyilikleri
emreder, fenalıkları yasaklar değil miydin?" derler. "Evet ama,
ben size emreder, kendim yapmazdım; sizi yasaklar, kendim yapardım."
der. Şu halde insan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin
verip de, kendi zakkum salkımı yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için
doğru söyleyenler böyle olursa, sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas
edilsin!.. el-Birr, "geniş hayır" mânâsına isim; "hayırda genişleme"
mânâsına masdar olur ki, esası "geniş alan" demek olan " el-Berr"
kelimesindendir. Bundan dolayı geniş iyilik, bol bol iyilik etmek demek olan
"birr" her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar ve şöyle sınıflandırılmıştır:
Birr üçtür: Allah'a ibadette birr, akraba (hakkına) riayette birr, dostlarına
muamelede birr.
Görülüyor
ki, halk ve seçkinleriyle İsrailoğullarına hitap ederek verilen emirleri,
yasakları izleyerek taaccup (şaşma) ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan
ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hakimleri hedef alan bu hitab, bütün bu
emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği
ahlâk ve irfanın yükseklik ve ciddiliğini gösteren bir cümlei tevsîk (kuvvetlendirme
cümlesi) olmuş ve bilhassa namaz, zekat, cemaat emirlerini takip etmesi de
bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve bilhassa
bildiğiyle amil (amel edici) olmamanın İsrailoğullarının bilginlerinin şiarı
olduğunu anlatmıştır.
45-Şimdi
bu güzel hitaplara, baştan başa hak ve doğru olan bu beliğ emirlere, yasaklara,
ahlâkî davetlere, irşadlara karşı söyleyecek söz yok, hepsi güzel. Fakat bu
kadar zaruretler içinde bunları yapmak kolay mı? Bu kadar ciddiyete, bu kadar
doğruluğa dayanılabilir mi? derseniz daraldığınız zaman da ihtiyaçlarınıza
sabır ve salât (namaz) ile yardım isteyiniz.
Bunlarla
Allah'dan yardım isteyiniz.
Sabır,
acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın,
her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geçmesi için Allah'ın
yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her zaman darlık
içindedir. Onların, dünyaya ait olaylara hiç dayanıklılıkları yoktur. Her
şey ister, her şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki nimetin
kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül
edemez, hemen mahvolurlar. Halbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir
şey yoktur. Bundan dolayı bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak,
bunun da Allah'ın izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk
ve ferah gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse sonuç kurtuluş olur.
Ve hiçbir fenalığa düşmeden kurtuluş olur. Bunun için nefisleri sabra alıştırmalı,
insan sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık, acıyı bırakmak için
değil, def etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin)
en iyi çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır, tiryakilikleri
tedavi eder. Bundan dolayıdır ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya, oruç ile
de tefsir olunabilir ve olunmuştur. Fakat her iki halde de burada aslî kastedilen
şey, bizzat sabır mânâsıdır, oruç bunun bir vasıtasıdır. Bununla beraber namazın
bu konuda da büyük önemi ve faydası vardır. İnsan yıkanır, temizlenir, ayıplarını,
ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da sarfeder. Yüzünü
kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi niyetle doldurur.
Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik duruluğunu
incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyle ve büyük bir saygı ile tekbirini alır
ve ibadete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir tarafa atar,
Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur, dinler, onun huzurunda
hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap okur; dikilip beklemek,
eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet oturup dinlenmek
ve sonunda selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan şehadet (görünürlüğ)e
geçerek, şehadet getirmek gibi ruhî, bedenî büyük bir nizam ve intizam ile
bir mirac yapar. Ve hiç şüphesiz bu ulvî manzaralar içinde nefisler, zahir
(dış) ve batın (iç)larında kaybetmek üzere bulundukları intizamı yeniden temin
ederler. Sabırdaki acılıkları da unutur veya hafifletirler ve bütün bunlar
ilâhî yardımın celbine aracı olur. Darlıktan patlayacak dereceye gelen o fena
nefisler kuvvetlerini, itimatlarını arttırırlar, sıkıntı zamanlarının kolaylıkla
geçmesi için imkan bulurlar ve fazla olarak ayrıca bir saadet zevki, bir bahtiyarlık
duyarlar, bir ruh kazanırlar ve bu sayede yalan dolan, karıştırma, hakkı gizleme,
aldatma, aldanmak, düşmanlık, tecavüz gibi zilletlerden, düşüklüklerden kendilerini
kurtarırlar ve o yüzden gelecek çirkin menfaatlere tenezzül etmeksizin sonunda
ilâhî yardımın büyük tecellilerine ererler. Çünkü bütün dünyadaki beşerî ızdırabın
esası, genel ahlâkın düşmesinde ve hak yerine batılın itibar kazanmasındadır.
Allah'ın öfkesini celbeden de budur. Yoksa Allah'ın rahmeti âleme şamildir.
Evet ama, bu sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı? şüphesiz bu da
kolay değil, ağır ve büyük bir iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyle korkanlar)e
değil, başını öne alıp düşünen saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk verir,
meleke (alışkanlık) olur.
46- o saygılı kimseler ki şunları, şu demleri gözetirler, her halde kendilerinin bir gün olup Rabb'lerine kavuşacaklarını, Rabb'lerinin lika (karşılama)sına ereceklerini, ve her halde dönüp ona varacaklarını, amellerinin mükafatını alacaklarını sayarlar. İşte bunların her halde olacağını bir galip ve kuvvetli zan ile olsun bilenlere, sabır ve namaz ile yardım dilemek ağır gelmez. Bunlara ağır gelmezse, hiç şüphesiz yakîn sahibi olan iman ehline hiç ağır gelmez. "Zann"ın bazan ilm-i yakîn (kat'i ilim) mânâ-sına geldiği vardır. Burada bir hayli tefsir âlimleri bu mânâ ile te'vil etmişler ve bunda zan ile iman olamayacağı esasını ve "hâşiîn"in, mü'minînden ehas (daha hususi, özel) olması düşüncesini gözetmişlerdir. Halbuki zannı, yakîn ile te'vil etmektense, hâşiîni lügat mânâsından almak âyetin siyakı (gelişi)na daha uygundur. Huşû "boyun eğmek", iman ve îkân (sağlam bilgi) ile ilgili olabileceği gibi, galip zanla da olabilir. Zira galib zan, amelin vacip olduğunu ifade eder. Yarın gelmesi galib zan ile zannolunan bir hayır veya şerre karşı akıllı insan kayıtsız davranamaz. Şu halde sabır ve namaz, galib zan ile hareket edildiği takdirde bile, insana ağır gelemiyeceğ